Nuh Köklü’nün katili, köpek-dövüşü organizatörü Erdoğan’dır. Evet görünür fail bir akıl hastasıdır. Yaşam dolu herkese, kıpırdayan her şeye karşı bir dövüş köpeği gibi gaddarca hislerle dolu olan bu hasta yaratık, tıpkı Erdoğan gibi bizim öznel tarihimizin hem kurbanı, hem de failidir Sanırım 1972 yılının yazıydı. Eski sahil yolundan minibüsle Arhavi’den, Rize’de bürokrat olarak çalışan babama […]
Nuh Köklü’nün katili, köpek-dövüşü organizatörü Erdoğan’dır. Evet görünür fail bir akıl hastasıdır. Yaşam dolu herkese, kıpırdayan her şeye karşı bir dövüş köpeği gibi gaddarca hislerle dolu olan bu hasta yaratık, tıpkı Erdoğan gibi bizim öznel tarihimizin hem kurbanı, hem de failidir
Sanırım 1972 yılının yazıydı. Eski sahil yolundan minibüsle Arhavi’den, Rize’de bürokrat olarak çalışan babama gidiyorum. O zaman bu yol, Karadeniz Sahil Yolu cinayeti işlenmeden önce, yaklaşık 1 saat süren çok güzel bir yoldu. Bir tarafta ağaçlarla kaplanmış yemyeşil dik yamaçlar, diğer tarafta ise Karadeniz’in, tıknaz, sert dalgaları; yol bazen, Ruslardan kalma olduğu söylenen eski yolla birleşir, çay tarlalarının ve ormanların içinden, tepelerin etrafında dolanırdı.
Sanırım Vice’yi (yeni adıyla Fındıklı) geçtikten sonra Atina’ya (yeni adıyla Pazar) varmadan önce önümüzdeki tepenin yamacından aşağıya, yola doğru yuvarlanır gibi koşan bir erkek gördük. Kan ter içinde yamacı inip, yolun karşısına geçerek minibüse zamanında yetişti. Minibüse bindiğinde ilk sözü; “Kayınpederi vurdum” oldu.
Minibüsteki herkes, yaklaşık 7-8 erkek vardı, anlayışla karşıladı, kimisi tecrübelerine de yaslanarak, İstanbul’a yakalanmadan varması için ne yapması gerektiğini anlatmaya başladı. Otogarlardan, özellikle Rize, Samsun ve Ankara otogarlarından uzak duracak, İstanbul’a kadar olan yolculuğu otogar dışlarında minibüs değiştirerek sürdürecekti.
Yaşadığımız bölgede bu türden cinayetler doğaldı. Foucault’nun “nabız atımı” dediği şeye benzerdi. Genellikle ölen haksızdı. Cinayet, ölen’le öldüren arasında hiç kimsenin karışmaması gereken bir özel ilişki gibi algılanırdı. Failler öyle ya da böyle yakalanırdı, devletin hafızası her dem tazeydi. Hüküm giyer, doğal yaşamına verilen bu arayı genellikle metanetle karşılar, eninde sonunda geriye ailesine, kasabasına dönerdi; içimizden biri olarak, katil olarak değil.
Bu durum kader kurbanı dediğimiz durum değildir. Burada, kaderin akışını değiştiren duygularda anlık bir patlama söz konusudur, böyle olmaması gerekirdi ama artık yapacak da bir şey yoktur. O an aşılamamıştır. Aşılsaydı, belki de yaşam “normal” devam edebilirdi. Aşılamasının belli bir nedeni daha vardı; silah. Karadeniz’de, özellikle benim yaşadığım dönemde, hemen hemen her erkeğin belinde bir tane vardı. Eğer satın alacak para yoksa el aletleriyle evde yapılırdı. Cinayet, “nabız atımı”yla beldeki silahın kendi aralarındaki iletişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkardı. Belki de, beldeki çenesi düşük, sahibini sürekli olarak “ben buradayım, aklında olsun” diye dürten silah olmasa birçok cinayet, birçok “nabız atımı” önemsiz kavgalarla sönümlenecekti.
Kan davası da, belki de Doğu’da olduğu kadar şiddetli olmasa bile, cinayetlerin faillerinden biriydi. Kimin kurban kimin fail olduğunun belli olmadığı bir gelenek, kuşaklar boyu düşük bir titreşimde devam edebilirdi. Uzun süre sonra anlaşılırdı ki Topal Sami’nin kasabanın dışındaki sahil çay bahçesi, aslında kan davasından kaçtığı bir sığınaktı.
Bu ölümler bir heyecanla karşılanırdı ama bir “terör” duygusu yaratmazdı. Doğal gibi gözüken akışın parçalarıydı. Bu vakaların devletle bağlantısı, failin, ailesinin ve akrabalarının katlanması gereken bir süreçtir. Devlet; bir vatandaş öldürüldü, bunun ortada kalmaması gereken bir sorumluluğu var, bu sorumluluğun yerine getirilmesi benim iktidarımın ayrılmaz bir parçasıdır der ve zanlıyı hapse atardı. Adalet, devletin verdiği değil aldığı bir şeydir.
1972’den 1980’e Türkiye’nin siyasal çalkantıları 80 darbesiyle bambaşka bir şekil alana kadar, darbenin de kendisi için nedenselleştirdiği, ana akım medyada sağ-sol çatışması adı verilen bir çatışma biçimi üretti. Burada işlenen cinayetler de başlangıçta yukarda anlattığım cinayetlere benzerdi. “Başka çare kalmamıştı” ya da “talihsiz bir durumda karşı karşıya kaldık” gibi açıklamalar ağabeylerimizden, ablalarımızdan kulağımıza çalınırdı.
Terörü yaratan devletin bu çatışmaların içinde yer alması, bunları örgütlemeye ve yönlendirmeye başlamasıdır. Çorum, Maraş katliamları bu yazının boyunu aşar. Ancak en çok sarsıldığımız ve bende gerçek bir terör ve öfke yaratan olay; Bahçelievler Katliamı’dır. Daha önceden polis ve kontrgerilla katliamlarına yabancı değildik, 1974’te evlerde işkencehaneler kurulur, kurbanların kanlı cesetleri sokaklarda ve ana akım medyanın ön sayfalarında sürüklenirdi. Ama yine de Bahçelievler Katliamı farklıydı. İki yeni karakter vardı artık hayatımızda; biri, devlet tarafından örgütlenmiş psikopat katil ve diğeri ise sonra bu olayı kariyerinin ilk basamağı yapacak profesyonel katil; Haluk Kırcı ve Abdullah Çatlı. 7 genç boğazlanarak öldürülmüştü. Cinayetlerin işleniş biçimi, bu biçimin kararlılığı ve göze aldıkları; işte terör ne demek ben o zaman anladım. Boğazlanan gençler, öpmeye kıyamazsın, şiddetle hiç bir ilişkileri olmamış, bu kadersizlik olmasa muhtemelen ülkelerinin yetiştirdiği “pırlantalar” haline gelecek, üniversite öğrencileriydi. Dehşetle sarsıldık. “Bir nabız atımı” olarak cinayetler geride kalmış, bir cinai durum yaşanmaya başlanmıştı.
Haluk Kırcı yeni fail tipinin ilk örneğiydi. O, hem bir fail hem de bir kurban olarak yeni cinayetin temsilcisiydi. Devlet belki de ilk defa, bir psikopatın öldürme arzusunu örgütlemiş ve “yarar” sağlamıştı. Haluk Kırcı yakalandı ve hüküm giydi. Uzun yıllar hapis yattı ve sonra da “Türkiye seninle gurur duyuyor” bağırışları içinde tahliye olup aramıza karıştı.
Evet, Türkiye Haluk Kırcı’yla; psikopat katil tiplemesiyle gurur duyuyor ve bununla beraber yaşıyor.
“Paramparça aşklar ve köpekler” filminde bir hikâye var. Kahramanımız, sokak köpekleriyle paylaştığı evine, emekli edilmiş (vahşi bir dövüşü kaybettikten sonra artık bir ‘işe’ yaramayacağı için ölmeye bırakılmış) bir dövüş köpeğini getirir. Köpeğin yaralarının iyileşmesi günler sürer. İyi kötü gücünü topladığı ve evde diğer köpeklerle yalnız kaldığı bir anda hepsini boğazlar. Sahne içler acısıdır ama ortada bir suçlu yoktur. Kılıç-artığı dövüşçümüz bütün masumluğu ile bu kan gölünün, parçalanmış bedenlerin ortasında yeni sahibine kuyruğunu sallamaktadır. O, artık kahramanımızın tek yoldaşıdır.
Çağdaş Hukuk’un yargılayabilmek için bir önkabulü var; Özgür İrade ve yine yargılayabilmek için “bilim”in de onayına gereksinimi var. Eğer failin tıbbi-psikolojik normları tanımlanmış sınırlar içindeyse, bilim faili yargıya terk eder, yargı da teslim alır. Yok değilse, O artık, sevgili Nuh’un katili gibi, yargının değil tıbbın malıdır.
Özgür irade ancak belli bir idealist felsefe bloğunun varsayımıdır. Felsefi açıdan çok tartışmalı, insanın bedeninin, eskiden kalbinin şimdi ise kafasının, içinde karar verici bir başka kimlik, bir ruh barındırdığına dair bir önkabulle nihai olarak buluşmak zorundadır. Özgür ruh, yargı ve ceza mekanizmasının felsefi dayanağıdır.
Yargının nesnesi, varlığına inanmadığımız karar alan ve uygulayan irade, şu özgür ruh değilse kimdir ya da nedir?
Devletin, toplumun yargıladığı şey, her zaman, kendisinin bireydeki izdüşümü, karanlık gölgesidir. Bu asılsız yargılamalar sonucunda devlet-toplum her zaman bir faili, edilgen bireyi cezalandırırken, azmettirici, suçun kaynağı olarak kendisini aklar. Biz de her zaman olduğu gibi gerçek suçluyla baş başa kalırız.
Bu ve benzer nedenlerden dolayı mahkeme kapılarında adalet arayışı ya da suçluların ağır cezalara çarptırılması talebi her zaman yetersiz, hedefini şaşırmış bir hak arayışıdır. Bu alanda açığa kavuşturulması gereken tek hakikat suçlunun her zaman devlet ve bizim özel tarihimizde devlet şiddetinin simgesi haline gelmiş olan Tayyip Erdoğan olduğudur.
Nuh Köklü cinayetinin görünür failinin bir ruh hastası olması ortada bir suç olmadığının kanıtı değildir. Korkunç bir cinayet işlenmiştir. Bu yaşamın doğal akışı, bir “nabız atımı” değildir. Tam tersi bu akış korkunç, gaddarca bir etkileşimin sonucudur.
Nuh Köklü’nün katili, köpek-dövüşü organizatörü Erdoğan’dır. Evet görünür fail bir akıl hastasıdır. Yaşam dolu herkese, kıpırdayan her şeye karşı bir dövüş köpeği gibi gaddarca hislerle dolu olan bu hasta yaratık, tıpkı Erdoğan gibi bizim öznel tarihimizin hem kurbanı, hem de failidir.
Toplumumuzun başına bir suç şebekesi çökmüştür. Erdoğan’ın gittikçe kırılgan hale gelen iktidarı, bir toplumsal blok üstünde yükselmektedir. Ancak bu toplumsal blok, Erdoğan’ın kendisi de dahil olmak üzere, neokon ve onun Türkiye’deki işbirlikçilerine ait olan bir toplumsal mühendislik projesinin sonucudur, Türkiye denilen laboratuvarda gerçekleştirilmiş bir deneyin ürünüdür. 12 Eylül’ün toplumdaki ve bireydeki amacı ve sonucu, Erdoğan ve AKP’dir.
Bu mutluluk bilmez, neşeden anlamaz, tek haz kaynağı başkalarına ve kendine uyguladığı şiddet olan ve “şiddet”e yatırılmış toplumsal blok bütün sorunlarımızın kaynağıdır. Bu blok tıpkı filmimizdeki dövüş köpekliğinden emekli, masum canavarımız gibi, 30 yıldır süren iç savaşın kılıç artığıdır ve yine bir kan gölünün ortasında, kendisine yeni bir hedef göstermesi için sahibine kuyruk sallamaktadır.
Sokak köpeklerinin çok olduğu bir sanayi sitesinde yaşıyorum. Ustalar ve esnaf patronlar güçlü ve kavgacı köpeklere meraklı. Eskiden köpek dövüşleri organize edildiğine dair birkaç dedikodu duydum ama ben hiç rastlamadım. Burası aynı zamanda hem esnafın hem de kentten diğer insanların köpeklerini bırakıp kaçtıkları bir bölge, dolayısıyla sokak kedileri için çok zor bir yaşam alanı. Ben de 3 tane sokak köpeğine evimi açıp sağlık ve beslenme sorunlarına yardımcı olmaya çalışıyorum. 3’ü de yalnız kaldıkları zaman kedilere karşı acımasız. Yaklaşık 10-11 kedi de, kimisi daimi kimisi gerektiğinde, evin müdavimi. Evin içinde hiçbir sorun çıkmıyor ancak sokakta durum kediler için tehlikeli.
Özellikle bahar aylarında alt sokaklarda köpekler ve insanların kışkırtmaları nedeniyle bir yavru kedi katliamı gerçekleşiyor. Biz de ister istemez bütün gece kulaklarımız açık, en küçük bir kedi yavrusu sesinde sokağa fırlayarak bu duruma engel olmaya çalışıyoruz. Her yıl dışarıdaki bitmek bilmeyen katliamlardan kurtardığımız 3-4 yavru ev nüfusuna katılıyor. Yavru kediler o kadar korkmuş oluyor ki sığındıkları araba altlarından ve arabaların içine sığındıkları bölmelerden çıkmaya ikna edip eve götürmek saatler sürebiliyor. Ancak insanların hakkını da yemeyelim, bu mücadelede bize destek olan birçok esnaf var. Onlar aşağıda biz yukarda, elbirliğiyle hem bütün sokak kedilerini mümkün olduğunca takip etmeye çalışıyor hem de sağlık, beslenme ve barınma sorunlarını çözmeye çalışıyoruz.
Geçen yaz yine bir yavru kedi ağlamasıyla harekete geçtik. Sevgili komşularımızın da yardımıyla, nöbetleşe yavru kediyi ikna turlarına çıkıyoruz. Ancak saatler süren çabamıza rağmen bir sonuç alamadık ve eve döndük. Yaklaşık 2-3 saat sonra bir deneme daha yapmak için sokağa indim ama korkunç bir sahneyle karşılaştım. Evde baktığımız köpeklerden birinin, (Soya adlı çok sevdiğimiz -sanayinin en akıllı kızı unvanlı-, büyük olasılıkla sokağa atılmış, bir dişi donua kırmasıyla olan ilişkisi nedeniyle), bazen içgüveysi, bazen damat dediğimiz, kurt kırmasının ağzında bir kedi yavrusu var.
Ve ben öfkeyle, nefretle diyorum ki; o kedi yavrusunun katili Erdoğan’dır.
Damat’a gelince; biraz bağırdım, çağırdım sonra da alıp eve geldim. Şimdi bu yazıyı yazarken o koca gövdesiyle ayağımın dibinde yatıyor. Arada bir başını kaldırıp bana bakıyor ve göz göze geliyoruz, kuyruğu insiyaki, oynamaya başlıyor. Yanındaki kanepede ise pompiş, paçoz ve freşa huzur içinde uyuyorlar.
Diyeceğim o ki bu canavarı birimiz eve götürmek ve yaralarını sarmak durumunda. Ancak önce şu köpek dövüşü organizatöründen, yönettiklerinin kanından palazlanan diktatörden kurtulmalıyız. Sanırım bunun için de bu seçimde HDP’ye oy vermeliyiz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.