Aile… Okul… İş… Savaş… Kriz… Dil… Aşk… Anlatmaya kalksak heybemiz doludur, devlet-erkek ikilemi kıskacında yaşanan onca taciz, tecavüz, katliam ile bezenmiş “kadın/kadınlık hikayelerimiz” ile. Hem de, iktidar dilinden çokça nasibini almış, gazetelerin 3. sayfa haberlerine sıkıştırılmış, uzundur alışıldık ve görülmeyen/gösterilmeyen “hikayelerimiz”den daha çıplak daha soğuk halleri ile… Mağduruz evet, hiç olmadığı, hiçbir canlının ve zümrenin […]
Aile… Okul… İş… Savaş… Kriz… Dil… Aşk…
Anlatmaya kalksak heybemiz doludur, devlet-erkek ikilemi kıskacında yaşanan onca taciz, tecavüz, katliam ile bezenmiş “kadın/kadınlık hikayelerimiz” ile. Hem de, iktidar dilinden çokça nasibini almış, gazetelerin 3. sayfa haberlerine sıkıştırılmış, uzundur alışıldık ve görülmeyen/gösterilmeyen “hikayelerimiz”den daha çıplak daha soğuk halleri ile…
Mağduruz evet, hiç olmadığı, hiçbir canlının ve zümrenin tatmadığı kadar… Lakin korkmayın “mağdur siyaseti” yapmayacağım ve evet şimdi korkabilirsiniz çünkü size gücümüzü anlatacağım, kadınların cüretini… Hem de öyle ajitasyon olsun diye de değil ha, bundan gayrı başınıza geleceklerden haberdar olasınız diye!
Sahi, her şey “birdenbire” mi olmuştu?
Özgecan Aslan cinayeti ile beraber kadınlar bulundukları yerlerden akın akın sokaklara aktı, sanki Gezi’den sonra hiç evlerine dönmemişlercesine… Belki de katliamın kendisinden çok, medyada ya da insanlar arasında en çok bu soruldu, “Neydi bu “birdenbire” kadınları isyana sürükleyen şey?”
Bu soruya Gezi isyanında da aşina olmuşluğumuz var aslında, Haziran’da tüm ülke geneline yayılan Gezi eylemliklerinde “ani bir patlama”, herkesi şaşkına çeviren “birdenbire” başlayan bir kalkışma/ayaklanma yorumlarına sıkça rastlamış ve sormuştuk. Sahi her şey “birdenbire” mi olmuştu?
Kadınlar için, Gezi ayaklanması bir milattı evet, sokaklara dökülen kitlelerin çoğunluğunun kadın olması, meydanları, sokakları, barikatları terk etmeyişleri, hem de geceli gündüzlü, kızlı erkekli…
Gezi’de ayaklanan kadınları “en can alıcı yerlerinden” vurmak istemişlerdi zira, “kutsal annelik” lakırdılarıyla kadınları olması gerektiği yere, yani evlerine kocalarının, babalarının dizinin dibine geri dönmeyi buyurmuşlardı.
E “kadınlar mağdur”, “kadınlar kırılgan”, “kadınlar masumdu” ya hani, o “çapulcuları” da meydanlardan çekecek, iktidarın emniyet sibobu olacak olan kadınlar olacaktı hesapta… Lakin gel gör ki hesaplar tutmadı…
İktidar sözcüleri, hemen annelere seslenip “çocuklarınızı parklardan çekin” demiş ve o “kutsal anneler” ise çatışmada polisin kafasına atmak için terliklerini, direnirken terleyen çocuğunun sırtına koymak için havlularını kapıp meydanlara inivermişlerdi, hamile kadınların yaptığı eylemler de cabası…
Aileye, eve mahkûm edilmek istenen kadınlar meydanları ne de güzel zapt edivermişlerdi. Her kesimden, yaştan, kimlikten kadınlar artık hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak şekilde sokakla kucaklaşmış, direnişin, cüretin adı oluvermişti… Direniş, kadınları ne de güzelleştirirmiş meğer…
Gezi’den Kobane’ye uzanan kadın direnişi
Lakin, hiçbir şey öncesiz ya da sonrasız değildi.
Kendini “ecdad” belleyenlerin karnımızdan sıpayı, sırtımızdan sopayı eksik etmek istemedikleri, yetinmeyip tecavüzcümüzle evlenmemizi buyurdukları, tecavüzcüsüne karşı koyanlarınsa asla cezasız kalmayacağı, kadın katillerinin sırtının sıvazlandığı, kürtajın fiilen yasaklandığı, sevişip, koklaşmamız şöyle dursun kahkahamıza bile tahammül gösterilmediği, doğurganlığımız dışında beş para etmediğimiz, tepemizde sürekli “üç çocuk, üç çocuk” diye bağrınan ne idüğü belirsiz bir kadın düşmanıyla “yine ne yumurtlayacak acaba” diye hop oturup hop kalktığımız, akıllara zarar bir döngüden söz ediyorum… Patriyarkal sistemin değirmenine su taşıyan, kadın bedeninden, kadın emeğinden beslenen bir döngüden… Azılı bir güç konseptinden, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini her an yeniden ören erkeklik döngüsünden…
Ve Gezi’de kadınlar “mağdur ve muktedir” kategorisini reddedip, eril tahakküm zincirinin halkalarını aşındırdılar.
Elbette, hiçbir şey birdenbire olmamıştı. Biriken ve bilenen öfkemizin patlayışı idi direniş saflarında en önlerde yer alışımızın, sokakları ve geceleri terk etmeyişimizin ve Haziran ruhunu tattıktan sonra sürekli hareket halinde oluşumuzun Türkçe meali…
Klişe değildi çünkü, Gezi isyanında herkes birbirine değip dokunmuş, inancımıza bilincimize ruhumuza akan başka bir şey ile, “yeni bir toplum” tahayyülünün nüveleriyle tanışmış, kadınlar da elbet o ruha bulanmış, yüzlerini birbirine dönmüş, kendi gücü ile, cüret etmenin güveni ve neşesiyle hemhal olmuştu…
Gezi isyanından, Kobane’ye uzanan kadın direnişleri, kadınların bilincine adeta bir işaret fişeği göndermişti… Bir kadın devrimi olarak öne çıkan Rojava Devrimi ile, tarihin karanlık sayfalarına gömülmek istenen kadınlar, kendi tarihlerini yeniden yazmaya başlamıştı. Rojava artık ne uzak bir ülkede idi, ne de kadınlar “güçlü erkeklerinin” arkasında…
Kobane’de, o “küçük kasabada” IŞİD vahşetine ve muktedirlerin ceberut katliamcı/tasfiyeci politikalarına karşı, elde silah savaşın en ön saflarında çarpışan kadın gerillalar cüretin ve iradenin simgesi olarak öne çıktılar.
Kırmızlı, siyahlı, sapanlı kadınların Gezi isyanının simgeleri olması tesadüf değildi…
Kobane direnişinde, Arin Mirkan, Sibel Bulut, Kader Ortakaya kimliklerinin direnişin ve iradenin adı olmaları tesadüf değildi… Onlar, direncin tohumlarını yeşertmişlerdi… Kadın iradesinin ve öncülüğünün fişeğini ateşlemişlerdi…
Erkekliğinizin camını çerçevesini indireceğiz!
Evet, hiçbir şey birdenbire ya da tesadüfi değildi…
Tecavüzcülerin ve kadın katillerinin gökten zembille inmediği gibi…
Özgecan Aslan erkin/iktidarın katlettiği ne ilk kadındı ne de son, gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş taciz, tecavüz ve katliam tablosunda…
Lakin, Özgecan bardağı taşıran son damla misali, her gün istatistiki grafiklerde yerini alan kadın katliamlarının sıradanlaşması ahvaline kadınların kitlesel bir cevabı oldu.
Özgecan’ın katledilmesi ardına başlayan kadın eylemlikleri, iktidarın Gezi ve Kobane ile yediği tokatı üçe katladı…
Ve şimdi, yeni bir dönemin kapısı aralandı kadınlar için… Israrla, inatla, ilmek ilmek kadınların öz örgütlülüğünün inşa edilmesi gereken bir dönem…
En güçlü silahımız; örgütlenmek
Öfkeden delirmek yetmez, öfkemizi örgütlemeye mecburuz!
Erkin, iktidarın burnunu sürtmek yetmez, burunlarından fitil fitil getirmeye niyetlenmeye mecburuz.
Erkekliği öldürmek yetmez, erk’e/iktidara göbek bağıyla bağlanmış tüm hücrelerin kökünü kurutmaya mecburuz!
Erkeklik/iktidar tüm argümanları ile örgütlü ve kadınları öldüren bir hakikat olarak ürüyor yanı başımızda, sokakta, iş yerinde, okulda, evimizde, yatağımızda…
Ama şimdi, hava bizden yana dönmüşken, cin şişeden çıkmışken örgütlü kadınlara çok iş düşüyor. Şimdi kadınların öfkesini, cüretini örgütlü bir güce dönüştürme zamanı…
Öz savunma örgütlülüğümüzden geçiyor.
***
Erkeklere ise söyleyecek tek sözümüz var; “gölge etmeyin, başka ihsan istemez…”
Ha bir de, “kadınlar bir çiçektir” diyenlere iki kelam etmek gerek; tavsiyemdir, karanfilden, laleden, gülden ziyade, başka çiçek türlerine de biraz daha yakından bakınız, mesela kaktüslere…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.