“Başkanlık sistemi” istediğini söylese de, hepimiz iyi biliyoruz, Erdoğan öyle “sisteme” falan gelemez; O, hiçbir şekilde denetlenmeyen kayıtsız şartsız bir “Diktatör” olmak istiyor. Diktatör, finans kapitalin oligarşik egemenlik sisteminin zirvesine yerleşecek, sermayenin hareketinin şimdikinden daha hızlı ve rahat olabileceği bir pürüzsüz toplumsal zemin oluşturabilmek için halkla savaşacak. CHP’li Derviş’in altyapısını hazırladığı ve AKP iktidarının ilk […]
“Başkanlık sistemi” istediğini söylese de, hepimiz iyi biliyoruz, Erdoğan öyle “sisteme” falan gelemez; O, hiçbir şekilde denetlenmeyen kayıtsız şartsız bir “Diktatör” olmak istiyor.
Diktatör, finans kapitalin oligarşik egemenlik sisteminin zirvesine yerleşecek, sermayenin hareketinin şimdikinden daha hızlı ve rahat olabileceği bir pürüzsüz toplumsal zemin oluşturabilmek için halkla savaşacak.
CHP’li Derviş’in altyapısını hazırladığı ve AKP iktidarının ilk günlerinden itibaren uygulanan neoliberal soygun ve yoksullaştırma politikalarının şimdiye dek yaptığı tahribat yetmemiş olacak ki; toplumun daha fazla alanına yayılan, daha derin ve yıkıcı sonuçlar yaratacak yeni bir saldırıya hazırlanıyorlar. Böyle bir topyekun saldırı dalgası için yapılması gerekenleri, hiçbir denetime takılmadan en hızlı biçimde yapabilmek istiyorlar.
Bunca soyguna ve yoksullaştırılmaya karşı halkın biriken öfkesinin kendilerine ve sermayeye yönelmesini engelleyebilmek için de, diktatörlüğü “İslami” bir sosla süsleyecek, o sos yetmeyince “milliyetçi-ırkçı” eğilimleri kışkırtarak yol almaya çalışacaklar.
Erdoğan’ın “Başkanlık sistemi”, bilinen “Başkanlık” uygulamalarından farklı ve tamamen kendi kafasına göre oluşturduğu bir “Faşist” rejim içine yerleşiyor.
Şimdi, MİT ve Emniyet teşkilatından Yargı sistemine, Bakanlıklardan Meclis’e esas ögelerini (Ordu haricinde) ele geçirdiği mevcut egemenlik sistemini, giderek organikleşen bir ilişkiler alanı içine yerleştirerek, tümüyle kendine bağlamış durumda. İktidarının ittifak gücü Cemaat’i düşmanlaştırıp darbelerken, kendi partisi AKP’de Arınç ve Gül gibi farklı nüansları hızla itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
Entrika, o konuda dünya tarihi içinde özel olarak sivrilen Bizans’tan ve devamı Osmanlı saraylarından devralınarak iktidarın vazgeçilmez silahı haline geldi.
Başta anayasa olmak üzere, kendi yasalarına uymak, gereksiz bir külfet gibi görülerek, yasa dışılık günlük rutin haline getirilip normalleştirildi. Adeta bir “suç örgütü” tarzıyla hükümet ediliyor.
Bu yolda yürürken, Gezi’de patlayıp isyan eden özgürlükçü toplumsal güçlerin üstüne devlet şiddetiyle giderek cinayet işlemekten çekinmediler. Gezi’de patlayan halk hareketine yoğun şiddetle saldırı anını, AKP iktidarı için bir “kırılma” momenti olarak saptayabiliriz.
Cinayet işleyerek siyaset yapma tarzını, “Çözüm Sürecinin” akışında da kullanıyorlar. Hedef, Kürt halkını çözüp teslim almak.
Kürt halkı ise, tam tersi yönde hareket ediyor ve “Çözüm Sürecini” kendi özgürlük yürüyüşüne hizmet edecek bir zemine oturtabilmek için, sokaklara egemen olan gücünü silahsız ve meşru gösteriler yaparak kullanıyor. Bu gösteriler, en son Cizre’de görüldüğü gibi seri cinayetlerle engellenmeye çalışılıyor.
AKP ve Erdoğan, telaş içinde.
Ordu’nun oligarşi içindeki özgün ve güçlü konumunu tasfiye ederek egemenlik alanının zirvesini tümüyle ele geçirebilmek için kendilerini “maşa” olarak kullanan yerel ve küresel sermaye güçleri tarafından “kenara süpürüleceklerini” anlayınca, ne pahasına olursa olsun iktidarlarını sürdürebilmenin telaşına düştüler.
Üstelik, sadece siyasal önlemler almakla yetinmiyorlar. Aynı zamanda, tümüyle kendi kanatları altında ve kendi rejimine bağlı olan bazı sermaye gruplarının olabileceğinden çok daha hızla güçlenmesini sağlamaya çalışıyorlar.
Başta kamu ihaleleri ve “özelleştirmeler” olmak üzere devletin bütün imkanları “yandaş” sermaye gruplarına peşkeş çekilirken, birikimin hızını ve yayılımını arttırabilmek için her türden yolsuzluk mümkün olan en büyük boyutlarda ve gözü dönmüş bir pervasızlıkla uygulanıyor.
“Her yerde ve sürekli yolsuzluk” ana sloganları oldu.
“Sonradan görmeliğin” yarattığı bir baş dönmesi, doymak bilmez bir iştah ve görgüsüzlük, iktidar alanı ve yakın çevresini bütünüyle sarmış durumda. Batağa öylesine bütünüyle ve hep birlikte batmış durumdalar ki, ne durumda olduklarını görebilme yeteneklerinin de kalmamış olduğu anlaşılıyor.
İşte, yolsuzluk da, tıpkı yasalara uymamak ya da cinayet işlemek gibi süreklileştirildi ve “Erdoğan tarzının” normalleri arasına yerleşti.
Öyle oldu ki; o kadar fazla suça bulaşıldı, o kadar çok cinayet işlendi, öyle yaygınlıkta ve çapta yolsuzluklar yapıldı ki; sanki bir “suç makinesiyle” karşı karşıyayız.
Ve üstelik, karşıtlarını o kadar katı biçimde düşmanlaştırdılar, ittifaklarından koparak öyle yalnızlaştılar ki; haklı olarak kendilerini düşmanlarla sarılmış olarak görüyor, hırçınlaşıyor, denge sağlamakta epey zorlanıyorlar.
Geri dönüş eşikleri çoktan aşıldı. Hükümetten ayrılınca bir “muhalefet” konumuna yerleşme ve yeniden iktidara hazırlanma olasılığı yok edildi. AKP ve Erdoğan, artık iktidara mahkum; o zirvenin bir kerte dahi altına düşseler, farklı mahkemeler tarafından yargılanıp hapse atılmaları kaçınılmaz.
Evet; suçlular, ittifak güçlerinden koptukları için yalnızlar ve üstelik, sistem içi muhaliflerini bile intikam almaya yeminli düşmanlar yaptılar. Kendi iç nüanslarını itibarsız hale soktukları için esneme yeteneklerini de kaybettiler. Sert, ama dar bir alanda sıkışmış durumdalar. Devletin ana kurumlarını kendilerine bağladıkları için sürekli artan güçleriyle beraber, kırılganlıkları da sürekli çoğalıyor ve çatlaklar iktidar alanının tümüne yayılıyor.
Seçimi kazanmaya, iktidarlarını sürdürüp neoliberal soygunu daha şiddetli uygulayarak sermayenin yeniden gözüne girmeye, halkta oluşan tepkileri bastırabilmek için devlet şiddetini yoğunlaştırmaya mecburlar. “Daha fazla suç, sürekli yolsuzluk” ana yönelimleri olarak sürekli güç kazanıyor.
İşte, seçimlerdeki olası “galibiyet”, bu tarzın bütün engellerden kurtularak alabildiğine uygulanmasının önünü açacak. “İç güvenlik yasa taslağı”, seçim sonrasında nelerin olabileceğini en ahmak bilinçlere bile gösterebilecek açıklıkta.
Gelinen aşamada, nefes nefese, telaşla ve korkuyla faşizme doğru sürüklenip, yol alıyorlar. Seçim sürecini faşist dönüşümün bir basamağı olarak kullanmak isteyeceklerdir.
Sokakları kendilerine bağlı sivil saldırganlarla doldurmanın hazırlıkları ve ilk hamleleri yapılıyor.
2-Halkın gücü ve zaafları
Gezi isyanının ine çıka sürüp gelen toplumsal enerjisi ve sonrasında Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) Kobane zaferinde zirveleşen Rojava hamlesi, seçime doğru hamle yapan halk güçlerine moral ve enerji veriyor.
Her ne kadar onları yok edebilecek çapta zaaflarla dolu olsalar da, sokakları dolduran halk hareketlerinin bir sonucu olarak şekillenen Yunanistan ve İspanya’daki sol güçlerin toplumsal ve siyasal başarıları da, bu durumu güçlendiriyor.
Tam da seçim yaklaşırken, bizim coğrafyamızda da, yıllardan sonra ilk defa özgürlükçü toplumsal güçlerin kendilerine güvenlerini tazelediklerini, yeni ve genç güçlerle saflarını güçlendirmeye başladıklarını, sokaklarda sıkça haklarını aradıklarını görüyoruz.
Ordunun Kemalist ya da AKP’nin “İslami” görünümüyle, biçimsel olarak farklı olsalar da yapısal olarak ikisi de oligarşik ve totaliter olan rejimler yerine; onların tümünü karşısına alan demokratik bir cumhuriyet için mücadelenin toplumsal meşruiyeti güçleniyor.
Siyasal ve toplumsal süreç, faşist saldırılara rağmen kendisini var eden ve kalıcılaştıkça güçlenen halkçı ve özgürlükçü ortamı arkalarına alan devrimci-demokratik güçlere destek oluyor. Aralarında “kayıkçı dövüşü” yapsalar da sermayeye hizmette ortaklaşan oligarşik egemenliğin bütün fraksiyonları, sokaklarda hareket halinde olan halk güçleri tarafından sorgulanıyor, sarsılıyor, dengeleri bozuluyor.
Finans kapitalin alışageldiğimiz oligarşik egemenlik tarzı, varlığının tehlikeye düştüğü her seferinde olduğu gibi şimdi de faşizme yöneliyor. “Derin devlet”, iyi bildiği tutumları yeniden üretiyor; gizli örgütlerini ve katliam çetelerini sokağa salmaya, işkence odalarını yeniden devreye sokmaya hazırlanıyor.
Ancak, baltalarını bu sefer taşlara- kayalara vurma ihtimalleri epey yüksek.
Gezi isyanında çiçekler gibi rengarenk açan ve sokaklarda hareket edip nefes aldıkça güçlenen özgürlükçü halk güçleri, son dönemde hareketlenen sanayi işçileri ve kendi varlığını dost düşman herkese kabul ettiren KÖH; egemenlerin faşizm yönelimlerinin tam karşısında konumlanıyor. Bu konumlanışın farklı güçleri, özgün biçimlerde ortaklaşmaya, rejimin “dışında”, meşru ve fiili bir “özgür” alanda “bağımsız” bir var oluşa kavuşarak “kendisi” olmaya çalışıyor.
İşte, şimdi yeniden sahneye çıkan özgürlükçü halk güçleri, ancak kendi dağınık güçlerini toplayıp ortaklaştırabilirse, ancak kendi bağımsız-özgür alanında konumlanıp, ancak kendi bağımsız-devrimci hedefine/hedeflerine yönelebilirse kalıcı olabilir.
Hepsi kendi alanında kendi başına ileri doğru tarihsel bir hamle yapmaya çalışan bütün halk güçleri ortaklaşabilirse, bu ortaklık bağımsız bir kendilik olarak kendisini var ederek dost düşman herkese kendisini dayatabilirse, içinde bulunduğumuz somut tarihsel dönemin ortaya çıkardığı yeni ve özgün tarihsel fırsatlar değerlendirebilir.
Seçim mi sokak mı?
Seçimler halk güçleri açısından elbette belirleyici değil. Sokaklarda hareketli bir yapısal duruş, onun özgür, devrimci-demokratik var oluşunun gerçek zeminidir. Ama, o yolda yürünürken, seçimler de önemli kavşaklardan biri değil midir?
Seçimleri anlamsızlaştıran düzeyde bir canlılık içinde olan ve devrime yönelen güçte bir toplumsal hareketlilik yaşamadığımıza göre, şimdiki durumda, seçimleri öyle bir yüksek noktaya sıçramanın araçlarından biri olarak görmek gerekmez mi?
Daha açık konuşalım, bugünün somut şartlarında, “seçim değil sokak” demek, parlak laflarla güncel bir görevin üstünden atlamak anlamına gelmez mi?
Evet, elbette ki, yürüdükçe yolunu da yapan, hayatın her alanına yayılan fiili-meşru mücadelelerle, kapitalist sistemin kendisinde ya da onun AKP-Erdoğan merkezli yeni rejiminde çatlaklar ve yarıklar açıp oralara yerleşen, kendi gücüne ve hareketine dayanarak alan kazanıp sürekli genişleten bir duruş inşa etmek gerekiyor.
O duruş da, bir kez var olduktan sonra (ki şimdi yaratıcı-doğurgan bir bahar yeli gibi kendisini hissettiriyor) varlığını kalıcılaştırabilmek için, sistemden ve onun politik rejimlerinden bağımsız bir zemine, harekete ve hedefe de sahip olmalı.
Asgari hedef bellidir, demokratik bir cumhuriyet.
Peki, o hedefe doğru yürüyen halk hareketinin şimdiki güncel varlığının hemen şimdi yerleşeceği devrimci bir pratik zemin ve hedefe doğru yürüyüşün somutlaşmış hali olan şimdiki güncel hareketleri nasıl yaşam bulacak?
Günün somut güç dengelerinin ve çatışmalarının içinden geçilecek, onlar tarafından “belirlenerek” ve şayet becerebilirse kendisi de onları hedefine ulaşabileceği bir yönde dönüştürecek biçimde “belirleyerek” yol alınacak.
Aksi, her türlü “belirlenimin” dışında kalmak, hangi güzel laflarla süslenirse süslensin, keyfi, boşlukta ve hayali bir duruşa yönelmek ve sonuçta gerçek yaşamın içinde var olamamak, dolayısıyla da hedefe doğru yürüyememek anlamına gelmez mi?
Güncel ortam ve koşullar içinde keyfince koşturma özgürlüğüne sahip değiliz.
Günün somut dengeleri ve akışı bizim hareketimizi de bir biçimde etkiler; bazı turnikelerden geçmek, bazı bedelleri ödemek, bazı biçimlere bürünmek zorundayız.
Seçimler de, şayet onu aşan bir toplumsal hareketlilik içinde değilseniz, geçmeniz gereken turnikelerden biridir ve o noktada doğru yönelim, sizin bağımsız-devrimci duruşunuzun inşasına önemli katkı sunar.
“Seçim mi sokak mı” sorusu, yanlış bir sorudur ya da farklı konumların içinden farklı biçimlerle cevaplanabilir.
Evet, devrimciler hedeflerine sokaklardaki halk hareketi üzerinden yürürler; ama başka birçok güncel olgu gibi seçimler de, o sokaklardaki halk hareketlerine güncel anlam ve elle tutulur bir sahicilik kazandıracaktır. Tıpkı, grevler, hak direnişleri, ekolojik savunma eylemleri ya da kadın cinayetlerine karşı hareketler gibi.
Ve elbette, o sahici ve gerçek ya da somut-tarihsel güncel duruş, ne kadar güçlü olursa olsun, sadece kendisi olmakla sınırlanmadığı ve ancak tarihsel bir derinlik/paradigma içine yerleştirilebildiği oranda, tarihsel hedefe doğru yürüyüşün adımlarından biri olabilir.
İşte, devrimin sokaklarda kazanılacağı genel doğrusunun arkasına saklanarak, hele bugünün Türkiye’sinin somut şartları içinde özel bir anlam kazanan genel seçimlerde tavırsız kalmak; devrime doğru uzanan tarihsel yolun şimdi içinde olduğumuz güncel momentinin seçimler kertesinin zorunlu görevleri karşısında zayıflık ve kaçıştan başka bir şey olmaz. Boşlukta yürümeye başlarsınız, ama güzel sözlerle kendinizi kandırma özgürlüğünüz vardır.
Laiklik üzerinden CHP kuyrukçuluğu
Başka bazı dost güçler de, yeni dönemde, gene o bir türlü vazgeçemedikleri “eski sevdalarının” peşindeler ve artık epey bayatlamış “eski şarkılarını” söylüyorlar.
Bitmeyen CHP aşkı, üstelik karşılıksız kalmasına, sürekli olarak küçümseyici bir üstten bakmayla cevaplanmasına ve daha kötüsü, uzun on yıllardır olduğu gibi şimdi de, halkın devrimci hareketlerde biriken devrimci enerjisinin sistem ve rejim içine çekilmesinin bir “aracı” olarak kullanılmasına rağmen, seçimlere giderken yine öne çıktı.
CHP, tarihsel olarak süresi dolmuş bir politik duruşu temsil ettiği için, finans kapitalin onca şişirip ittirmesine ve AKP’nin kurduğu yeni rejimin ana yönelimlerini tümüyle kabullenmesine rağmen, “bitmeyen bir can çekişme” tutumundan öteye sıçrayamıyor.
Dayanıp güç aldığı Ordu merkezli eski Kemalist rejim tarihin tozlu raflarında yerini aldı. Ek olarak, söylem düzeyinde de olsa özenip içine girmek istediği 20. yüzyıla ait sosyal demokrasi geleneği de, Yunanistan’da PASOK ve İspanya’da Sosyalist Parti’nin çöküşünde iyice belirginleşen bir biçimde tarihsel olarak kaybetti. İşte, bu iki gerçeklik; CHP’yi sıkıştırıyor, boğuyor ve iç bütünlüğünü bozarak parçalanmaya itiyor.
O, çoktandır, yaşayan bir ölü. Varlığı ve siyaset yapma tarzıyla, AKP’nin iktidarını sürdürebilmesinin en büyük yardımcısı. Hak ettiği tutum, ölümüne yardımcı olmak. Bağımsız bir devrimci politik zeminin kurulabilmesinin en büyük engellerinden biri yok olacaksa yok olsun. PASOK ne idi ne oldu, görülmüyor mu?
Bugünkü CHP yerel yöneticilerinin pek çoğu da eskinin devrimcileri ve onların bir kısmı da “CHP’yi kullanma”/”CHP’den güç devşirme” taşra kurnazlığıyla o bataklığa gitmişlerdi. Ama, tam tersine kendileri “devşirildiler”, CHP’ye ve onun temsilcisi olduğu oligarşik iktidar alanına hizmet etmekten başka bir şey yapamadılar. Şimdi artık eski hayatiyeti bile kalmamış CHP’den ne bekleniyor? Devrimciler ne zaman bağımsız durmayı göze alacaklar?
Ama, öyle görünüyor ki, yüzeyden böyle görünen sorun aslında daha derin bir zeminden güç alıyor.
Evet, bu ısrarlı “CHP kuyrukçusu” güçlerin kendileri de, her ne kadar “sosyalist”, “komünist” ya da “devrimci” bir siyasal kimliği öne çıkarsalar da, günümüzün somut-tarihsel akışı içinde, kendi zaaflarında ısrar ettikçe, gittikçe daha fazla CHP ile ortaklaşabildikleri bir “Batıcı-Modernleşmeci” zemine yerleşiyorlar.
Bugünün koşullarında hala “CHP kuyrukçuluğunda” ısrar etmek, kuyrukçuları, aslında ikisi de burjuvaziyle birlikte tarih sahnesine çıkan “laik-modernist” kimlikle sınırlı bir “sistem içi sol” konuma sürüklüyor. Üstelik, her iki duruş ta, bu coğrafyanın özgün Kemalist duruşunun darlığı ve kısırlığıyla paranteze alınıp sıkıştırılmış “ucube” halleriyle devredeler.
Hızla akan ve olağanüstü süreçlerin iç içe geçtiği günümüzün somut-tarihselliğinde, onca karmaşa içinde “çıkış” için “laiklik” konusunun seçilmesi ve daha önemlisi laiklik sorununun ortaya konuluş tarzı hiç de rastlantı değil.
AKP’nin “ılımlı İslam” inşası sürecinde, özgürlükçü ve demokratik bir laiklik konumunun bu gerici inşa sürecine dayatılması gerektiği açık. Ve zaten, siyasal ve toplumsal bir hareketlilik içinde ve fiili-meşru zeminde inşa edilecek özgürlükçü-demokratik bir laik konum, “Demokratik Cumhuriyetin” temelinin önemli bir yapı taşının inşası anlamına da geliyor.
Ancak, bazı sorularımız var:
İlkin, neden onca sorun içinde öncelikle laiklik üzerinden “çıkış” yapılmaya çalışılıyor?
Yoksul bir işsizin, enformel sektörde çalışan bir işçinin, neo-liberal vahşet karşısında yoksullaştırılan ve üstelik en güvendiği sendikası tarafından bile yalnız bırakılan bir metal ya da tekstil işçisinin, sokaklarda ve dağlarda özgürlük peşinde koşturan milyonlarca Kürdün, ekolojik yıkıma karşı direnen yoksul köylülerin, sağlık, eğitim, ulaşım ve barınma hakları her gün daha fazla gasp edilen emekçilerin içinde konumlanabilmek için, özellikle sivriltilmesi gereken sorun “laiklik” midir?
Yoksa, çok açık bir tercih yapılıyor ve bilincinde Kemalizmin egemenliği halen sürdüğü için AKP’ye tepkisini esas olarak “ Kemalist laiklik” üzerinden dillendiren “şehirli” “modern” ve “laik” toplumsal kesimler mi, konumlanılacak ana zemin olarak seçiliyor? Toplumun diğer sınıf ve zümrelerinin somut ve güncel ihtiyaçlarının arkaya itilmesi, bir rastlantı mı yoksa bilinçli bir tercih ve “kimin ihtiyaçlarının sözcüsü” olunacağı hakkındaki ana yönelimden mi kaynaklanıyor?
Geçmişte var olan ayrıcalıklarını kaybederek işçileşmeye zorlanan şehirli ve modern yaşam içindeki emekçilerin de içinde bulunduğu bu toplumsal güçlerin AKP’nin topluma dayattığı gericiliğe karşı tepkileri, “laikçi teyzelerin” ki de dahil, anlaşılır ve haklı endişelere dayanıyor.
Ancak, bu tepkilerin alışılagelen Kemalist zeminden kurtulmasının tam da zamanı değil mi?
Özgürlük arayışındaki bu kesimlerin “bulanık bilinçlerinin”, Kemalizm’in kısırlığından kurtularak özgürlükçü ve demokratik bir zemine yerleşmesine öncülük yapmak gerekmez mi? Böylesi bir özgürleşme, hem laikliği özgürlükçü-demokratik bir zeminde kavramalarından hem de toplumun bütün emekçi-halkçı kesimlerinin güncel ve yakıcı sorunlarıyla kendi sorunlarını bütünleştirmelerinden geçmez mi?
İkincisi, bu süreç, neden oligarşik ve totaliter eski rejimin/Kemalist cumhuriyetin sözümona “kazanımlarını koruma” ya da “geliştirme” zeminine yerleştiriliyor?
“Biz”, kendi evrensel değerlerimize yaslanarak Kemalizm’den bağımsız bir laik duruş yaratamaz mıyız? Geçmişte şayet halkı özgürleştiren bir “laiklik” varsa, Aleviler üzerindeki onca baskı nereden geliyordu ya da şimdiki gerici siyasal-toplumsal egemenlik nereden çıkıp geldi? “Biz” mi Kemalizm’in uyduruk, bayağı ve “makyaj” yüzeyselliğindeki “laiklik” tutumunu koruyup geliştireceğiz? Kendi bağımsız, özgürlükçü ve demokratik laiklik konumumuzu inşa edecek güce ve kapasiteye sahip değil miyiz?
Üçüncüsü, “Bizim” özgürlükçü-demokratik laiklik duruşumuz, yola çıkışını “İslamı” karşısına alarak veya aşağılayarak ya da yok sayarak mı yapacak? O duruşun demokratik ve özgürlükçü dokusu, ilk sınavını şimdi mevcut olan inançlarla ilişkisi üzerinden vermeyecek mi?
Batılı aydınların İslam’ı aşağılayıcı “oryantalist” bakışını yüzeysel bir tutumla benimseyenler, bunun üstlerinde epey eğreti durduğunu göremiyorlar mı? Daha da acısı, emperyalizmin “Medeniyetler Çatışması” paradigmasının yerel “araçları” haline sürüklendiklerini de mi göremiyorlar? “Eskinin” hataları, evet eskiden de devrimci harekete hasar veriyordu; ama günümüzün koşullarında “hasar verme” nin çok ötesinde sonuçlar yaratıyor, anlaşılamıyor mu?
Toplumun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu coğrafyamızda, Kemalizmin ahmakça reflekslerini aynen sürdürenler, o tarihin ürettiğinden başka bir sonuç yaratamayacaklarını göremiyorlar mı? İslam’ın farklı yorumlara açık bir tarihsel-toplumsal kategori olduğunu, farklı çıkarlara sahip farklı toplumsal sınıfların İslam’ı farklı yorumlayabileceklerini, emekçilerin inançlarının/İslam’ı kavrayışlarının “demokratik” ve “özgürlükçü” bir zemine yerleşmesine yardımcı olmanın da, öncünün görevleri arasında olduğunu göremiyorlar mı?
Kürt halk hareketinin “Demokratik İslam” arayışı, Kemalizm’in uzun on yıllar süren egemenliğinin bilinçlere vurduğu damgayla değerlendiriliyor. Ve elbette, bu damgayla çarpılmış değerlendirmeler, ya tipik bir “pozivist-modernist” burjuva aydınının küçümsemesi ya da “işte, bunlar da gerici” bönlüğü ve anlayışsızlığının ürettiği suçlamalarla sonuçlanıyor.
Peki, bu pek “snop” arkadaşlarımıza soralım; milyonlarca inançlı Kürdün mücadele içindeki aktif yerinde veya Kürt kadınının tarihsel atılımında, siyasal öznenin/öncünün esnek ve kavrayıcı yaklaşımının payını anlamamakta daha ne kadar ısrar edeceksiniz?
Dördüncüsü, İslam’ın tarihsel çıkışında, ilkel komünal toplumsal geleneklerin tefeci-bezirgan egemenliğine karşı var olma/kendini sürdürme çabası, o çabanın diğer bütün “barbar” tepkiler gibi, egemenler tarafından “içerden” fethedilerek çürütülmesi ..vd. gibi tarihsel olgular, “pozitivist” bakışla sınırlı bilinçlerce hiç mi kavranmıyor?
Şayet, proletarya “Medeni” tarihi kapatıp insanlığa yeni bir “Tarih” açacaksa, geçmişin toplumsal birikimleri ve özellikle de “direnme” eğilimleri ve “komünal-ortaklaşmacı” duruşlar, “yok” mu sayılacak? Sadece uygarlığın kapitalist aşamasının ürünü “modernizmin” kazanımları mı “benimsenip aşılacak?” Ya, ilkel komünal toplumun hala bile yeryüzünün farklı coğrafyalarında süre duran değerleri, onlar ne olacak?
Beşincisi, AKP ile güncel çatışma, laiklik/ilericilik-İslam/gericilik üzerinden kurulunca, bu eksenin hızla bu ülkenin egemenleri arasındaki kısır ve gerici tarihsel çatışmanın çekim gücünün etkisi altına gireceği belli değil mi?
Bir kez o çekim alanının etkisine girilince, Ordu-CHP merkezli güç alanına hizmet edip güç vermekten başka bir sonuç alınamayacağı açık değil mi? “Sol’un” tarihi boyunca defalarca yaşanan bu “sürüklenmenin” her seferinde bağımsız-devrimci bir duruşun önünü kestiği ve egemenlere hizmet ettiği hala görülemiyor mu?
Üstelik, şimdiki güncel koşullarda, onca suça bulaşmış, neoliberal soygunla ve hak gasplarıyla bütünleşmiş, Ortadoğu’da batağa batmış ve Kürt halkıyla düşmanlaşmış bir AKP’ye karşı, bu eksen üzerinden yürütülecek bir muhalefet tarzı, onu geleneksel tabanıyla daha da bütünleştirmez mi?
Evet, öyle oluyor ki, günün somut-tarihsel koşulları demokratik bir halk devriminin zeminini oluşturur ve halk güçlerine demokratik bir cumhuriyet için pratik hamle yapma görevini dayatırken, hala “CHP kuyrukçuluğunda” ısrar edenler, sadece “zaaflı” bir konumda bulunmuyorlar; tehlikeli bir sürüklenişle, günün yakıcı sorunlarından ve emekçi-halkçı güçlerin ortak alanından ve pratiğinden “kopma” ve sistem içine “sürüklenme” eğik düzlemi içindeler.
Kuruluş aşamalarında 30’lu yılların Kadrocu ve 60’lı yılların Yöncü “ilericiliğinin” özgün “Kemalist” damgasını kısmen yiyen ve bir önemli zaaf olarak bu damgayı sürekli taşıyan bu sol güçler; şimdi, ya bu zaaflarından tümüyle kopuşacaklar veya onlarla bütünleşerek sistemin içine yuvarlanacaklar. Ya da, gerçek güçlerin gerçek mücadelesinin dışında “etkisiz ve renksiz” bir duruma düşerek sönümlenecekler.
Bu güçler, şayet CHP kuyrukçuluğunda ısrarlı olurlarsa; egemen oligarşinin içindeki Ordu/CHP alanına itibar ve güç kazandırmış ve o alanın çözülüp dağılma sürecini yavaşlatmış olurlar. Üstelik, içinde yaşadığımız güncellik içinde, varlığı CHP’nin varlığına bağlı olan, o alanın zaaflarından ve güçsüzlüğünden faydalanarak iktidarda kalabilen AKP’nin güç alanına da “dolaylı” yoldan katkıda bulunmuş olacaklar. Bu zemini Perinçek’e bırakmanın zamanı hala gelmedi mi, onunla bu alanda yarışamayacaklarını görmüyorlar mı?
Kürtlerle mi, asla!
Evet, aynen öyle, bazı sol geleneklerimiz için Kürtler, sadece şimdiki seçimlerde değil, hiçbir zaman ve asla yan yana gelinemeyecek kalıcı zaaflarla yüklüdürler. En başta da, emperyalizm konusunda “işbirlikçi” olmaya yazgılıdırlar. Üstelik “gerici” olmaya ve “modern ulus devlete” karşı “feodal değerleri” taşımaya da eğilimleri oldukça güçlüdür.
Açıktır ki, tıpkı laiklik ve İslam konusunda olduğu gibi, Kürtler konusunda da, Kemalist totalitarizmin bilinçlerde kurduğu egemenliğin ve yarattığı çarpıklığın sıçrayıp sola bulaşmış izleriyle karşı karşıyayız.
Evet, Kemalizm’in çıplak egemenliği günümüzde hasar alıp geriye düşmüş olsa da, etkisi hala sürüyor.
Uzun on yıllar boyunca öylesine yoğun ve tek yönlü bir propaganda altında kalındı ki, halklar arasında öylesine derin uçurumlar açıldı ve düşmanlıklar yaratıldı ki, o şiddetli totaliter zorlamanın etki alanı her yere ve herkese “sıçradı”. Tıpkı sermayenin şiddetli ve sürekli neoliberal saldırı yaparak kendi çıkarlarının taleplerini küresel düzeyde “normal ve doğal olan” haline sokabilmesi gibi; Kemalizm de, kendi totaliter ön kabullerini bütün topluma “normal ve doğal olan” yanılsaması yaratarak kabul ettirebildi.
“Sıçrayıp bulaşma”, elbette bütün toplumsal alanlarda aynen değil, ama farklı biçimlere bürünerek ve değişik güce sahip olarak kendisini var etti, ediyor. O egemenliğin içinde oluşan bütün toplumsal ve siyasal özneler, sol-sosyalist güçler de dahil olmak üzere, bu “sıçramanın” izlerini farklı derinlikte taşıyorlar.
Öyle oldu, diktatörlük öyle derinlere nüfuz edebildi ki, kendisine muhalefet eden “sol-sosyalist” toplumsal ve siyasal öznelerde bile oldukça güçlü etki alanı yaratabildi. 1930’larda Kadro ve 1960’larda Yön dergisi tarafından açıkça savunulan bu “sol” görüşler, şimdi Perinçek tarafından en çıplak ve “kirletilmiş” haliyle savunulsa da, temelleri 60’larda atılan farklı devrimci güçler tarafından da incelmiş ya da seyreltilmiş halleriyle taşınmaya devam ediliyor.
Bu totaliter ön kabullerin “laiklik” konusuyla birlikte en öne çıkanlarından biri de, Kürt halkına ilişkin olandı.
Hepimiz bu ön kabullerin en kaba hallerini iyi biliyoruz; Kürtler, kendi kimliklerine sahip çıkar ve özgürleşme yönünde hamle yaparlarsa, mutlaka “emperyalist bir oyunun kendilerine düşen rolünü oynarlar.” Ya da, Kürtler, TC ulus-devletinin “sömüge” statüsünü usluca kabullenmezse, sadece ve ancak “modern ulus-devlete karşı gerici feodal ağaların peşine düşer”, değil mi?
Peki, bu Kemalist ön kabullerin incelmiş ve seyrelmiş hallerini bilincinin derinliklerinde hala taşıyan bazı dostlarımıza, biz bir soru soralım;
Eğer bir halk “sömürge” statüsü altında eziliyorsa, “isyan etmek” en doğal hakkı değil midir?
İşte, Kürtler de hep isyan etti. En başta ve tartışmasız olarak, bu isyancı tutumun doğal ve meşru olduğunu kabul etmek gerekmiyor mu?
Ama, sizin sol bilinciniz, sürekli çalışan devletin ideolojik aygıtlarının şiddetle desteklenen baskısı altında ezilmiş ve Kemalizm’in kendine özgü kısırlığıyla belirlenen “laik-modernist” bir paranteze alınarak çarpıtılmışsa; sözgelimi, “ulus-devlet” fetiş nesnesi olarak kutsallaştırılır ve o devlete isyan eden de, isterse “sömürge” statüsü altında ezilen bir yoksul halk olsun, hemen “gerici” damgasını yer.
İki görüş, sol bilinçleri baskılayıp çarpıyor.
İlkin, bir “modern” siyasal örgüt olan ve Türkiye’de Kemalizm’in ideolojik önderliğinde ve Ordu’nun gücüyle inşa edilen Türk ulus-devleti, kutsanıp dokunulmaz kılınıyor. Oysa, Anadolu’da yaşayanlar ona mecbur değil ve daha da ötesinde, halkçı ve demokratik bir cumhuriyet, ancak bambaşka bir zeminde kurulabilir ve kurulmalıdır.
Türk ulus-devleti, kapitalizmin en gerici döneminde, emperyalizm çağında inşa edildi. O inşa sürecinde güçlü bir halkçı siyasal özne inisiyatif alamadı. Aday olanlar, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katlinden başlayarak Anadolu burjuvazisinin siyasal öncülüğüne aday olan Kemalist inisiyatif tarafından terörle tasfiye edildi.
Yeryüzüne emperyalist bir hiyerarşik düzen dayatan metropollerdeki kapitalist ülkeler ise, dağılmış Osmanlı imparatorluğundan boşta kalan coğrafyaları leş kargaları gibi talan ederken, arta kalan Anadolu’daki “direnç” karşısında taviz verirken, o toprakların kadim gerici egemeni tefeci-bezirganlarla ittifak halinde TC’nin kuruluşuna destek oldu. Kapıdan kovulanlar bacadan giriverdiler!
O kadim egemenlerin en irileri zayıf Anadolu burjuvaziyle kaynaşarak İş Bankası’nın çatısı altında “finans-kapital” olmaya sıçradı. Finans-kapital, emperyalist sistemin dayattığı statükoyu içselleştiren “yerli ortak” olarak “devletçiliğimizin fideliklerinde” “el bebek gül bebek” beslenip semirtildi. Geri kalan kadim sermaye güçleri de, finans kapitalle ittifak halinde kapitalizmin Anadolu’ya yayılımında “işbirlikçilik-bayilik” yaptı.
Kurucu inisiyatifi, emperyalist güçler, yerli finans kapital ve kadim tefeci bezirganlar tarafından güdülenip kontrole alınan TC, yarım kalmış-tamamlanmamış bir burjuva devriminin asla “demokrasi” ile tanışmayan, oligarşik ve totaliter bir cumhuriyeti olarak kendi kimliğini edindi.
Üstelik, Bizans’tan Osmanlı’ya akıp gelen despotik devlet geleneği de, böylesi bir cumhuriyetin kurulabilmesi için gerekli “dönüşüme” çok uygun bir yapıdaydı.
Halk güçleri tarafından demokratik bir yönde zorlanmayan bu hepsi birbirinden “gerici” toplumsal güçlerden başka ne beklenebilirdi ki? Kuruluş sürecinin önündeki “kişi” olan Mustafa Kemal’i bile Ankara’da kuşatıp yalnızlaştıran bu maddi- toplumsal gerçekliktir. O malum “içkili gecelerin”, “keyiften” mi yoksa “efkardan” mı olduğunu kim bilebilir?
Bu cumhuriyeti mi kutsamamız isteniyor? KÖH “gerici” de, bu cumhuriyet mi “ilerici”?
Ve ikincisi, dünyadaki bütün halklarla “dayanışma” yapılırken yanı başımızdaki Kürtlerden “uzak durma” tutumu, uzun yıllardır ısrarla sürdürüldüğüne göre, oldukça güçlü bir derinliğe sahip olmalıdır.
Bu “tepeden bakma”, “bulaşmama”, “küçümseme”, “uzak durma” tutumları, acaba hangi zeminden güç alıyor? Öyle bazı sol-sosyalist güçler var ki, neredeyse Kürt siyasal güçlerine “sen kimsin ki bana ittifak öneriyorsun” diyecekler. Bu tutumun derinliğinin, itinayla inşa edilen egemen ulus bilinciyle bir bağlantısı olabilir mi?
Modern Türk ulus-devletinin kuruluşunda, katliama uğratılan Ermeniler, sürgüne gönderilen Rumlar ve Yahudilerden ayrı olarak bir de Kürt halk gerçekliği vardı. Diğerlerinden farklı olarak, Kürtler, “sömürge” statüsü altında yaşamaya ve süreç içinde asimile olarak Türkleşmeye mahkum edildiler.
Ancak, bazı “önlemler” çıkabilecek olası “sorunlara” karşı bir “savunma” tedbiri olarak devreye sokuldu.
Sözgelimi, Kürdistan’da feodal-gerici düzenin ağaları “işbirlikçi” olma konumuna sokulurken, “sömürgeci statükoya” karşı beklenen isyan girişimlerinde Kürt halkını yalnızlaştırma amacıyla, halklar arasında dayanışmanın önünü kesen toplumsal uçurumlar oluşturuldu ve karşılıklı olarak güvensizlik tohumları atılırken, ötekileştirip düşmanlaştırma kışkırtılıp güçlendirildi.
O ötekileştirmenin en önemli ön kabulleri ise, Kürtlerin “gerici ve emperyalizmin işbirlikçisi” olduğu yönünde inşa edildi. Eh, Kürtler “işbirlikçi” ve “gerici” olduğuna göre; demek ki, finans kapital ve tefeci bezirganlığın Kemalist kimlikli Osmanlı ordusu subayları öncülüğünde kurduğu bu düzen ve onun ulus devleti “ilerici” ve emperyalizmin vurucu gücü NATO içinde konumlananlar da “yurtsever”, öyle mi?
Evet, bazı gerçekleri kabullenme zamanı hala gelmedi mi?
Türk ulus-devleti/TC, başka halkları ve inançları ötekileştirip dışlayan bir Türkleştirme/Sünnileştirme dayatmasının ürünü olarak kurulan “insan-toplum yapımı” somut-tarihsel/”olumsal” bir olgudur. Tarihsel akışın ürünü olarak kendiliğinden oluvermemiştir ve herhangi bir “doğallık” ya da “dokunulmazlık” taşımıyor. O Türkleştirme ve Sünnileştirme süreci ise, epey “kanlı” bir yol izleyerek kendisini gerçekleştirebildi.
Bu gerçekler, üstleri hangi mistifikasyonla örtülürse örtülsün ve on yıllar boyunca totaliter söylemle zehirlenen bilinçlerce kabullenilmesi ne denli zor olursa olsun, gerçektir; ve, kendi üstlerinden atladığını zannedenlerin ayaklarına sıkça takılır. Eh, emperyalizm çağında ve finans kapital egemenliği altında yürütülen bir siyasal “kuruluş” sürecinden başka hangi sonuç beklenebilirdi ki?
Şimdi, şayet bir demokratik cumhuriyet kurulacaksa, ilk adımını, bu coğrafyada yaşayan bütün etnik kimliklere ve farklı inançlara “kör” olarak atmalı ve aynı zamanda bütün etnik kimliklere ve inançlara kendilerini ifade edebilme özgürlüğünü tanımalıdır.
Medeniyetlerin birçoğunun gelip geçtiği bu coğrafyada, demokratik bir cumhuriyetin “etnik” kökeni ya da “resmi inancı” olamaz. Mao’nun o güzel sözündeki gibi, bırakalım “Yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın!”. Yeter ki, halklar ve inançlar arasında düşmanlık yapılmasın!
Farklılıklar, uzun yüzyılların sonucudur ve “özgürleşme” süreci bir tarihsel dönem içinde inişli-çıkışlı, virajlı-dolambaçlı yollardan geçerek kendisini gerçekleştirebilir.
Halkın demokratik cumhuriyeti ancak böyle olursa, herhangi bir etnik dayatma ya da ötekileştirmeyi içinde yaşatmazsa, “kendisi” olabilir. Ve, siz, şayet bilinciniz Kemalist dogmaların etki alanında değilse, şimdi HDP’nin tam da bunu savunduğunu rahatça görebilirsiniz.
Peki, Kürtler, her türlü zaaftan arınmış bir halk mıdır? Kimin böyle bir iddiası olabilir ki?
Bırakalım geçmişin “isyanlarını; onların sonuncusu olan ve emekçi-halkçı güçlerin devrimci önderliğinde yürütülen günümüzün “Kürt isyanında” bile, birçok zaaf güçlü biçimde konumlanıyor. En başta, bir ulusal ittifak alanı olan KÖH’de burjuva güçlerin de konumlanıyor olması bir gerçeklik.
Bu güçler, Ankara-Barzani ekseninden gözlerini ayırmıyor, petro-dolarların hayallerini kuruyor ve KÖH içindeki etki alanlarını güçlendirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Aynı kanaldan, emperyalist güçlerin de hareket edeceği ve ettiği de açık bir gerçeklik.
Ancak, görmek isteyen her göz, KÖH içinde an be an yaşanan iç gerilimi rahatça görebilir. Emekçi-halkçı önderlikle, şimdilik bu önderliğin hegemonyasını kabullenen burjuva güçler, son yıllarda gittikçe daha açık biçimde kendi hamlelerini yapıyorlar.
Tercih sizin; ya emekçi-halkçı önderliğin elini güçlendirecek bir tutum geliştirirsiniz ya da şayet bilinciniz Kemalist ön kabuller tarafından çarpıtılmışsa, burjuva güçlerin tutumlarını öne çıkarıp kendinize kalkan yaparak, kendi “egemen ulus devletinizin etki alanından çıkamama” zaafınızı sürdürürsünüz.
Son olarak, bir öneri yapalım.
Bu sol güçlerin günlük politik mücadeleyi “rahatça” yürütebilmeleri için, belki de, Müslümanların ve Kürtlerin olmadığı bir coğrafyaya “taşınmaları” gerekiyor.
Ama, o yer de, Türkiye gibi geç kapitalistleşen “çevre” ülkelerden biri olmamalı. Oralarda da kendilerine özgü çözülmemiş “demokrasi” problemleri olacak ve günlük politikada kendi çözümlerini arama gerilimiyle yüklenmiş olarak gezinerek “rahatsızlık” yaratacaktır.
Bu tür “demokratikleşme” sorunlarının uzun iç savaşlar içinde kısmen çözüldüğü “metropol” ülkelerde ise, aynı eğilimler, kapitalizmin güncel işleyişinin yarattığı başka “güncel” sorunlarla karşılaşacaklar ve kendi dogmatik tutumlarını kendilerine kalkan yaparak gene günlük mücadeleden “kaçmanın” yollarını bulacaklardır.
Başka her zaman susup da, Paris katliamı sonrasında “ulusal birlik” çağrısı yaparak kendi egemenlerinin peşine dizilen FKP ya da kendi coğrafyasının güncel sorunları karşısında apışıp kalışını kızıl bayraklarla saklamaya çalışan YKP/KKE güncel örnekler olarak sivriliyorlar.
Öyle anlaşılıyor ki, sorunun bir “çözümü” yok! Her yerde ve her zaman, kendi zaaflarının ağırlığıyla kıpırdayamayan ya da karşı çıktığı sistemin içine savrulan sol-sosyalist güçlerin olması kaçınılmaz.
3-Seçimlerde ortaklaşma
Şimdi, seçimlere, Gezi isyanında ve KÖH’de somutça kendisini ortaya koyan halk güçlerinin ortaklaştığı bağımsız ve devrimci-demokratik bir duruşla girmenin tam zamanıdır.
AKP’nin yıkılışı, seçimlerden yeni güçler ve moralle çıkacak halk hareketinin, kendi taleplerinin peşinde sürekli hareket halinde olacağı bir dönemin ardından çıkıp gelecektir.
Seçimler, solun kendisi olarak var olup bağımsız bir politik seçenek yaratmasının tarihsel engellerinden biri olan CHP’den ve “CHP kuyrukçuluğundan” meşru ve kalıcı bir toplumsal “kopuş” için iyi bir güncel fırsat.
İçinde bulunduğumuz tarihsel moment, bu türden “kırılma”, “kopuş” ve “doğuş” momentlerini yaratma potansiyelini taşıyor ve yaratıyor da; ama onların “kendiliğinden” varlığı, başka gerilimlerin zorlamasına dayanamayarak kaybolup gitmeye yazgılıdır. Bu momentlerin, onların içinde devrimci-demokratik olan fırsatları görecek, içine yerleşerek öncülüğünü yapacak, uygun ittifaklarla doğru hedeflere hareket ettirecek “öncüye” ihtiyacı var.
Gezi güçlerinin ve Kürt Özgürlük Hareketinin ortaklaşması için, seçimlerde yürütülecek ortak kampanyalar katkıda bulunacaktır.
Seçim sürecinin kampanya dönemi, demokratik bir cumhuriyet hedefinin ve daha ötesinde, anti-kapitalist toplumsal hareketlerin toplumsallaşması ve sosyalizm hedefinin propagandası için bolca imkanlar sunuyor.
Seçim sonuçlarında kazanılacak başarı ise, bu kampanyanın kazanımlarının kalıcılaşması ve sıçrayarak güçlenmesine katkıda bulunacaktır.
Sonuç olarak, seçimler, her ikisi de gerçek bir güç alanına dayanan iki ana yönelimin birbiriyle hesaplaşma momenti olacak.
AKP’nin suç ve yolsuzlukla kirlenmiş iktidarının faşizme yönelişi ve karşısındaki emekçi halk güçlerinin özgürlük, demokrasi ve sosyalizm yönelimi birbirleriyle karşılaşacak. Yaşanacak itiş kakış arasında her iki taraf da güç dengelerini kendi lehine bozup yeni durumlar yaratarak, seçim sonrasında devam edip sürecek olan kapışmaya daha güçlü girmeye çalışacaktır.
Öyle gözüküyor ki, seçim ve sonrasında, bu iki ana yönelimin kendi var oluşunu bir biçimde sürdürdüğü, kendisini karşıtına sürekli dayattığı özel bir tarihsel momentin içinde olacağız.
Halk güçlerinin, aralarındaki farklılıklara rağmen, ortak düşmana karşı ortaklaşmayı becerebilmeleri halinde; bir sıkışma ve çözümsüzlük içine doğru sürüklenen mevcut egemenlik sistemine karşı demokratik bir cumhuriyet hedefine yürüyüşün pratik bir güncellik haline gelebileceği bir özel tarihsel dönemin içindeyiz.
O tarihsel yürüyüşle uyumlu toplumsal ve politik hareketler ve kurumlaşmaların yaratılıp-yaşatılması ya da bu hamlelerin görülemeyip-becerilememesi, önümüzdeki dönemin hangi yöne doğru akacağında belirleyici olacak.
Halk güçlerinin fiili ve meşru bir zeminde sistemden ve rejimden koparıp alacakları alanlarda kalıcı biçimde konumlanarak, sürekli değişen güç dengeleri üzerinden kendilerini egemenlere sürekli ve farklı biçimlerde dayatacakları bir tarihsel akışın içine giriyoruz.
Sürecin yeniliğini, özgünlüğünü, tarihsel derinliğini ve kalıcılığını göremeyen tutumlar, talep ettiği yeni tutumları ve örgüt ve hareket biçimlerini üretemeyenler, geçmişte ve şimdi hangi güce sahip olursa olsunlar, sürecin akışı içinde savrulmaya ya da inisiyatif kaybetmeye mahkumdur.
Toplumsal ve politik düzeyde, egemenlerin ve emekçi halk güçlerinin aynı anda kendi bağımsız var oluşlarını ve iktidarlarını inşa ettikleri bir döneme girdik. Evet, sermayenin egemenliği sürüyor, ama halk güçlerinin de kendi bağımsız iktidar alanlarını, şimdi altta ve zayıf olsa da sürekli olarak inşa ettikleri, inşa etmeye çalıştıkları açık değil mi?
Henüz yolun başındayız ve bu alışık olmadığımız özgün tarihsel sürece geçmişin alışkanlıklarından kopamayarak eski konumlarının içinden bakan ve eski alışkanlıklarıyla refleks üretenler, yeninin özgün akışını ve taleplerini göremeyerek “boşluğa” doğru sürüklenmeye yazgılılar.
“Yeni Yaşam” ya da Demokratik Cumhuriyet
Halk güçlerinin güncel mücadelesinin en önemli “sorunlarından” biri, onun en büyük gücünün Kürt halkının özgürlük arayışı olması ve ilk akla gelen haliyle, bu gücün de kendisini belli bir etnik aidiyet ve onun somut sorunlarıyla sınırlama, başka etnik kimliklere ve sorunlara yabancı olma ve daha ötesinde onları dışlama potansiyelini taşımasıdır.
Ancak, Kürt halk hareketinin öncülüğünün emekçi-yoksul Kürtlerin hegemonyasında olması, “ilk akla gelen” sonucun gerçekleşmesini engelliyor.
Aynı zamanda bir “ulusal ittifak” alanı olan Kürt Özgürlük Hareketindeki burjuva güçler “dar milliyetçi” bir tutumu sürekli olarak egemen kılmaya çalışsa da, hareketin emekçi önderliği, sadece Türkiye’de değil bütün Ortadoğu’da diğer halklarla “kader birliğini” ve devrimci-demokrasi mücadelesinin iç içe geçmişliği gerçekliğini hep öne çıkardı. Sürekli yaşanan ve halen de süren bir iç gerilim ekseninde, “dar milliyetçi” tutumların etki alanı baskı altına alınarak daraltılıyor.
Tam da bu yüzdendir ki, KÖH’ün bu gerçekliğini bilmeyenleri biraz da şaşırtan bir Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası yürütüldü.
İşte, şimdiki seçim kampanyası da, öncekinin daha sistematik, yaygın ve güçlüsü olacağı bir tarzda yürütülmelidir.
Bizans ve Osmanlı’dan devralınıp, kapitalizmin güncel taleplerine uyumlaştığı bir dönüşüm geçirdiği TC eliyle günümüze dek yaşatılan despotik “devlet” geleneği, üstünde oluşturulan her türlü güncel “rejimi” de damgalıyor. Bu gerçeklik, yaşadığımız coğrafyadaki her türden demokratik, halkçı ya da devrimci gelişmenin önündeki en büyük engel olarak duruyor.
Günümüzün egemeni finans oligarşisi de, kendi yapısına uyumlu hale dönüşen bu “antika-gericilikle” damgalanmış devletle günümüzün “modern gericisi” olarak oldukça mutlu bir “evlilik” ilişkisini yürütüyor. Birbirlerinden ayrılamayacakları bir iç içe geçmişlik içindeler.
Günümüzün acil görevi, bu antika-modern kırması gerici yapıyı tasfiye ederek, o tasfiye sürecinde yer alan “yıkıcı” halk güçlerinin “kurucu” olacağı bir “Demokratik Cumhuriyet” inşasıdır.
Demokratik bir cumhuriyetin omurgası, halkın örgütlü gücünün, halkın çıkarları için kendi kendini yönetmesi olarak biçim kazanacaktır. Bunun için, mevcut devletin valilik ve kaymakamlık gibi “saltanat makamlarının” tasfiye edilmesi iyi bir başlangıç olacaktır.
Bütün yetkiler halkın seçtiği meclislere verilmeli, o meclisler de önceden düzenlenmiş kurallar doğrultusunda halk tarafından sürekli denetlenmeli, üyeleri gerekirse görevden alınabilmelidir. Polis ve mahkemeler yerel meclislere bağlı olarak örgütlenmelidir.
Bütün etnik kimlikler ve farklı inançlar, anayasal güvence içinde kendilerini özgürce örgütleyebilmeli ve ifade edebilmelidir. Ana dilde konuşmak ve eğitim almak dokunulmaz bir haktır.
Özgürlükçü ve demokratik bir laiklik toplumun bütün alanlarında inşa edilmelidir.
Kadınların üstündeki her türden cinsiyetçi baskı suç olmalı, erkek egemenliğinin tasfiyesi yönünde bütün önlemler alınmalı ve kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
Asgari ücret, insanca bir yaşam olanağını sağlayacak seviyede olmalıdır. Halkın sağlık, eğitim, barınma ve ulaşım hakları güvence altına alınmalıdır. Vergi sistemi dolaysız vergi üzerine kurulmalı, artan oranlı servet vergisi uygulanmalıdır.
Sermayenin doğayı talanı önlenmeli, toplumun her düzeydeki hareketinde ekolojik tahribatın engellenmesi örgütlenmelidir. Toplu ulaşım ve kırda yaşam teşvik edilmelidir. Tüketim fetişizmini sönümlenmesi desteklenmelidir.
Dış borçlar iptal edilmelidir.
NATO, IMF benzeri emperyalist kurumlarla bağlar koparılmalıdır.
Evet, kendini merkeze yerleştirip halka buyuran, o buyruklarla egemenlerin sömürüsünü örgütleyip koruyan oligarşik-totaliter cumhuriyet yerine, demokratik bir cumhuriyetin inşasının zamanıdır. Seçim kampanyası da, o inşanın tuğlalarından biri olmalıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.