Faşizmin faz farkı ya da Türkiye’de rejim tartışmaları[1] Kavramsallaştırma Sorunu Günümüz Türkiye’sinin en aktüel, en kritik tartışmalarının başında gelen siyasal rejim konusundaki yaygın kanaat ve söylemlere ilişkin iki temel vurgu ile giriş yapmak yerinde olacaktır. Birincisi, son dönemde Türkiye’de sürekli bir “rejim değişikliği”nden söz ediliyor, kanımca bu saptama kavramsal olarak hatalıdır. Yaşanan bir “rejim değişikliği” […]
Faşizmin faz farkı ya da Türkiye’de rejim tartışmaları[1]
Kavramsallaştırma Sorunu
Günümüz Türkiye’sinin en aktüel, en kritik tartışmalarının başında gelen siyasal rejim konusundaki yaygın kanaat ve söylemlere ilişkin iki temel vurgu ile giriş yapmak yerinde olacaktır.
Birincisi, son dönemde Türkiye’de sürekli bir “rejim değişikliği”nden söz ediliyor, kanımca bu saptama kavramsal olarak hatalıdır. Yaşanan bir “rejim değişikliği” değil, bir “rejim dönüşümü”dür. Bu kritik bir kavramsal tercihtir, zira “rejim değişikliği” kavramı, sistem içi “radikal” bir değişimi ve buna uygun olarak sistem içi bir politik saflaştırmayı beraberinde getiriyor. Oysa emperyalist kapitalist sistemin içerisinde yer alan ülkelerde, siyasal rejimler, iç dinamikler kadar hatta çoğunlukla onlardan daha öncelikli olarak uluslararası kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarına ve küresel yönelimlerine uygun olarak biçimlenirler. Bu biçimlenişler (yeniden yapılanışlar) mevcut rejimin sürekliliği içinde dönüşümlerle gerçekleşir, kopuşlarla değil. Aksi yanlış ve abartılı bir vurgudur, sistem içi dönüşümü abartmak, sistem içi siyasal kutuplaşmayı da sertleştirmek için egemenlerin tercihidir. Sorunlara sistem dışından bakan, çözümü de sistem dışı bir kutuplaştırmada gören sosyalistlerin dili ve kavramları egemenlerinkiyle aynı olamaz. Bu açıdan içinden geçtiğimiz dönemi “rejim dönüşümü” olarak adlandırmak kavramsal olarak daha doğru olacaktır.
İkinci vurgu da ilkiyle bağlantılıdır. Türkiye’de rejim değişikliği tartışması 1990’lardan itibaren İkinci Cumhuriyet teziyle/tartışmasıyla gündeme geldi ama bu tez kavramsal olarak hatalı olmanın yanısıra tarihsel dönemselleştirme açısından da hatalıdır. İkinci Cumhuriyet tartışması, 1923’ten 2000 başlarına (kimisine göreyse 1980’lere) kadarki dönemi Birinci Cumhuriyet, içinden geçtiğimiz dönemi ise İkinci Cumhuriyet olarak ele alıyor. Dikkat edilirse bu tasnif tamamen sistem içi kıstaslara uygun olarak yapılan bir tasnif ve “rejim değişikliği” kavramlaştırmasına uygun bir dönemselleştirmedir. Oysa sorunu böyle değil de, emperyalist kapitalist sistemin dönemsel ihtiyaç ve stratejilerine göre ülkedeki sınıf kompozisyonunun farklılaşması ve buna bağlı olarak yönetenlerin yönetim ilişkilerinin farklılaşması olarak ele aldığımızda, Türkiye’deki mevcut rejim açısından üç dönemden bahsedebiliriz: 1) 1923: Kuruluş dönemi, 2) 1951: Emperyalizmle ilişkilenme dönemi (1946’da yönelim olarak gündeme girdi, 1951’de DP iktidarıyla dönüşüm başladı ve 1960 darbesiyle tadilata uğradı; 1971 darbesi ise esas olarak 1960’ın “aşırılıklarının” törpülenmesiydi), 3) 2007: Neoliberal dönem (1980’lerde Özal’la ilk yönelimler başladı, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP’nin kurucu unsur olarak iktidarı tam olarak ele geçirmesiyle gerçeklik kazandı).
Kuruluş dönemini takip eden dönüşüm evrelerine işaret eden tarihler Türkiye’de rejimin dönüşümünün başlangıç evrelerine tekabül eder ve içinden geçtiğimiz üçüncü evredir.
Her rejim dönüşümü üç düzeyde kritik farklılaşmayı beraberinde getiriyor. Birincisi, sermaye birikim rejimine ilişkin farklılaşma; yani içerde sömürü ve dışarıdaysa sömürgecilik ilişkilerinde farklılaşma. İkincisi, yönetim ilişkileri açısından yöneten-yönetilen ilişkileri ile yönetenlerin yönetim biçimlerinde farklılaşma. Üçüncüsü, egemenlerin/yönetenlerin kompozisyonunda farklılaşma. Bu üç kıstasın yan yana geldiği dönemlerde rejim dönüşümden bahsedebileceğimiz gibi, bu kıstasların eksik olduğu durumlarda bir rejim dönüşümü yaşandığından söz edilemez.
Aktüel Politik Düzey
Üçüncü, yani günümüzde yaşanan rejim dönüşümüne yönelik ilk hamleler 1980’lerde Özal’la başladı. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’na geçmesiyle birlikte zorlamalar had safhaya çıktı. Fakat o dönemde ordu Özal’ın önünü kesti. 1990’larda ulusalcılığın belkemiğini oluşturan ordu yönetim kadroları, o dönemin egemen bloğunun en güçlü aktörü olarak küreselleşmeyi genel olarak kabullenirken, iki noktadan sert itirazlar geliştirmekteydiler. Birinci itiraz, ABD’nin Irak (Ortadoğu) politikaları ve Kürt sorununa yönelik federasyon tezineydi. İkincisiyse, stratejik KİT’lerin (savunma sanayi vb.) özelleştirmesine yönelikti. O dönemin Genelkurmay Başkanlarının şiddetli itirazları, hatta Torumtay’ın istifası Türkiye’yi 1.Körfez Savaşına girmekten alıkoydu. 1990’lı yıllar içerisinde bu itirazlar, giderek Özal’ın tasfiyesi ve Özal’ın temsil ettiği güçlerin arka plana ittirilmesiyle sonuçlandı. Dolayısıyla 90’lı yıllar küreselleşmenin bazı boyutları açısından bir duraklama/yavaşlama dönemi oldu. Fakat 2000’li yıllarda ılımlı İslam projesi ve AKP iktidarıyla birlikte rejim dönüşümüne yönelik ortam tesisi sağlandı ve 2007’de AKP’nin Cumhurbaşkanlığı’nı ele geçirmesiyle gecikmeli de olsa rejim dönüşümü sağlandı. Orduda, yargıda, üniversitelerde, medyada, sermaye bloğu içinde tasfiye operasyonlarına girişildi, egemen blok yeniden yapılandırıldı. Yönetim ilişkileri totaliterleşti. İlkel sermaye birikimi (kentsel dönüşüm, kamunun talanı, büyük özelleştirmeler, vd.) en tepe noktaya çıktı.
Kısacası, AKP, Özal döneminde başlayan ama 1990’larda kesintiye uğrayan, gecikmiş ya da faz farkı yapmış bir rejim dönüşümünü sağladı. Ama henüz mevcut dönüşümü konsolide edemedi, pekiştiremedi. Çünkü dönüşüm, küresel ekonomik krize ve krizle birlikte yeni küresel ihtiyaçlara ve politikalara denk geldi ve dönüşümün kapsamı genişlerken, egemenler arasında yeni hesaplaşmalar gündeme girdi.
Özal’ın son yılları, 1990’lar küreselleşmenin genişleme evresiydi. Özal’ın arzuladığı türden bir rejim dönüşümü, o dönemlerde Türkiye’nin emsali olabilecek, mesela 1990 başlarında G.Afrika Cumhuriyeti, Hindistan ve daha sonra 2000 başlarında Brezilya gibi ülkelerde gerçekleşmişti. Ancak Türkiye’de 2007’ye kadar, yani yaklaşık 15-20 yıl ertelenen ihtiyaçlar, 2008 küresel krizi sonrasında çok daha genişledi. 1990’lı yıllarda gerçekleştirilemeyen rejim dönüşümü açısından, 2010’lu yıllarda bu sefer yeni bir uluslararası atmosferle karşılaşıldı. Kriz bütün dünyada sadece bir iktisadi kriz olmaktan çıktı, yapısal kriz giderek derin bir sosyal ve politik krize dönüştü. 90’lı yıllardaki yapay genişleme evresi bitti, demokrasi, özgürlük söylemleri sona erdi. Dolayısıyla, Dünya Bankası programlarına uyum sağlama, uluslararası sermaye düzlemine entegre olma, Ortadoğu’ya Kürt sorunu üzerinden müdahil olma eksenleri üzerinden biçimlendirilmesi hedeflenen 1990’lı yıllardaki rejim dönüşümü, günümüzde çok daha derin bir bütünleşme basıncı altına girdi. (2000’lerden başlayarak) ama esas olarak 2010’lu yıllarda sistematik hale gelerek, ilkel birikimin en yoğun biçimlerde uygulandığı çok daha gerici ve baskıcı, yeni bir düzlem çerçevesinde neoliberalizmin yeni bir evresine girildi. Bu evrede neoliberalizmin krizinin çözümü olarak “daha derin neoliberalizm” ileri sürülmekte. Uluslararası ölçekteki bu gelişmeler Türkiye’deki gecikmeli rejim dönüşümünü çok daha derin sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Türkiye’deki rejim dönüşümü artık sadece bir önceki dönemin ihtiyaçlarını değil, krizle birlikte gelen yeni dönemin ihtiyaçlarını da kapsayan çok daha geniş bir ajandaya sahip. O nedenle de 2007’den bu yana sürekli, bir yandan rejim dönüşümü semptomlarıyla, diğer yandan yeni ihtiyaçların karşılanmasını içeren bir dönüşüm basıncının gerilimleriyle karşı karşıya kalınıyor. İstikrarsızlık ve rejimi yeniden yapılandırmaya dönük hamleler bitmek bilmiyor.
Dünyada 2008 krizi sonrasında, bir süre dünya egemenleri, özellikle ABD bloğu, bir sarsıntı geçirip savunmaya çekildi. Hemen arkasından bir-iki yıl sonrasında, kendisini görece nefes alır gibi hissettiğinde, geçmiş dönemde neoliberalizm açısından tartışılan ama çok gündeme gelmeyen, “daha derin neoliberal uygulamaları” gündeme almaya başladı. “Daha derin neo-liberalizm” sadece bir ekonomik program değil. En az onun kadar derin bir sosyal ve politik programı da beraberinde getiriyor. Amerikan stratejisyenlerinden bazıları bu dönemi “yeni ortaçağlar” olarak adlandırıyor.
Neoliberalizmin ilk dönemi, yani 80’lerdeki kuruluş evresi ve 90’lardaki genişleme evresi, esas olarak sosyal devletin ve işçi sınıfı hareketinin 20. yüzyıl kazanımlarını geri almaya dönük bir programla ortaya çıkmıştı. Bunlar ağırlıkla proleter devrimlerin, işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarıydı. Şimdi gelinen noktada ise, “daha derin neoliberal” program, burjuva devrimleriyle hesaplaşan, 17-18-19. yüzyıldaki sınıf mücadeleleri içerisinde kazanılmış olan her şeyin (temsili demokrasi, yurttaşlık, herkese oy hakkı, vb.) yeniden sorgulandığı, birçoğunun geri alınmaya çalışıldığı derin bir saldırı programını içeriyor. 1990’lardan itibaren, her ne kadar ulus devlete ilişkin söylem onu ortadan kaldırmaya yönelik olsa da gerçekte bunun başarılmasının nesnel koşullarının oluşmadığı ve ulus devletin aşındırılmasıyla yetinildiği görüldü. 1990’larda sınıf politikalarının toplumlar içindeki öncelikli yerini kimlik politikaları almış ve o dönemin kimlik politikaları milliyetçilik ve mikro/etnik milliyetçilik üzerinden şekillendirilmişti ama bu politikaların yetersizliği neoliberalizm açısından açığa çıkmış durumdaydı. Mesela bu açıdan bir model durumunda olan AB projesinin ekonomik krizle birlikte krize girerek çatlamanın eşiğine gelmesi çıplak bir gerçekliğe dönüştü. Kısacası bir süredir, ulus devletin daha da aşındırılarak ulus ötesi bir düzlem oluşmasına yönelik yeni politika ihtiyaçları belirdi. “Daha derin neoliberalizm” bu açıdan çok daha derin bir saldırıyı hedefliyor. O nedenle yakın dönemde, yurttaşlığın yerini cemaat, tarikat, mezhep ilişkilerinin aldığı, kent/bölge eksenli “şirket devletlerinin” önünün açılmasına yönelindi. Bugün Ortadoğu ve Afrika’daki enerji savaşlarının büyük kısmının altında devletlerden ziyade şirket egemenliğine yönelik çatışmalar sürmektedir. Bunlar yüzeyde devletler arası çatışmalar gibi görünse de alttaki asıl mücadele şirket egemenliğine yöneliktir.
Balkanlaşma’dan Lübnanlaşma’ya
Bugün gelinen düzlemdeyse, bu yeni paradigma uyarınca, kimlik politikaları milliyetçilik/mikro milliyetçilik üzerinden değil, din, mezhep, tarikat kimlikleri üzerinden biçimlendiriliyor. Gündemdeki ilkel sermaye birikimi süreciyle birlikte daha otoriterleşen siyasal rejimler, rıza üretme mekanizmasını himaye ve dini inançların istismarı üzerinden yapılandırmaktadırlar. Günümüzdeki muazzam ilkel sermaye birikiminin, tarihte görülen en şiddetli yoksullaştırma, mülksüzleştirme ve en büyük proleterleştirme dalgasının yol açtığı isyan rüzgarlarına karşı geliştirilen bastırma, bölme ve kaos yaratma politikalarının temel unsuru olarak din/mezhep olguları devreye sokulmuş durumdadır. Buna bağlı olarak, yeni dönemin belirleyici aktörleri din/mezhep/tarikat çatışmaları ekseninde ortaya çıkarken; 1990’larda milliyetçilik, mikro milliyetçilik, etnisite üzerinden oluşmuş olan (milliyetçi, ulusalcı) aktörler kendilerini bu yeni paradigmaya uygun olarak yeniden konumlandırmak zorunda kalmaktadırlar. Ve eğer bu yeni neoliberal kimlik paradigması açısından model coğrafyalardan bahsetmek gerekirse, (nasıl ki, 1990’lı yılların model coğrafyası Balkanlar, özellikle de Yugoslavya idiyse), günümüzdeki model coğrafya (Büyük) Ortadoğu’dur. Ortadoğu’daki din, mezhep, tarikat çatışmalarında yer alan güçlerin başrol oynadığı bu çatışma düzlemi, bu dönemin karakteristik özelliklerinin tamamını en şiddetli biçimiyle yansıtmaktadır. Ortadoğu kimlik politikalarının nasıl biçimleneceğinin en çıplak görüldüğü coğrafya olarak algılanmalıdır. Diğer bir deyimle, “Balkanlaştırmanın” yerini günümüzde “Lübnanlaştırma” almıştır. Bu açıdan, Türkiye, artık esas olarak bir Ortadoğu ülkesi olması nedeniyle, bu yeni kimlik paradigmasındaki değişimin yapısal etkileriyle çok daha fazla yüzleşmek durumunda kalacaktır. Tabii bu sürecin Türkiye’de bir iç savaş biçiminde değil, öncelikle bir “sosyal çözülme” olarak yaşandığı/yaşanacağı anlaşılmaktadır. Burada da şirketler kritik roller üstlenmeye başlamış durumdadır. Soma’da yaşanan trajik kaza sonrası ortaya dökülen tablo, şirket/parti ile iç içe geçen mülki idare/tarikat-cemaat ilişkilerini ortaya dökerek böylesi bir gidişi çok çıplak olarak açığa çıkardı.
Bu gelişmeler ışığında, AKP’nin, 2007 sonrasında gecikmeli bir şekilde rejim dönüşümünü sağladığını fakat hemen arkadan gelen 2008 küresel krizi sonrasında ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar çerçevesinde sağlanan rejim dönüşümünün konsolide edilemediğini tekrar hatırlamak gerekir. Şimdi 2008 krizi ile beraber Ergenekon davalarıyla orduda, üniversitelerde, yargıda, medyada, sermaye içinde ve devletin bütün ana kurumlarında tasfiyeler sürdü. 2014’te bu kez Fethullahçılara karşı polis ve yargı başta olmak üzere yeni tasfiyeler ve onların yerini alan yeni kadrolaşmalar gündeme geldi. Ama egemen sınıflar arasında hâlâ bir mutabakat gerçekleşmedi. Halâ siyasal düzeyde bir istikrar sağlanamadı. Dönüşüm bir türlü konsolide edilemiyor, yani pekiştirilemiyor. Rejim dönüşümlerinin konsolidasyonu genellikle şöyle belirginleşmektedir: Yeni egemen bloğun duruma hakim olmasının ardından egemenler arasındaki asgari mutabakatı yansıtan yeni bir hukuki çerçeve oluşturulmakta ve bunun genel kabul görmesiyle görece bir istikrar tablosu oluşabilmektedir. Oysa günümüzde bu asgari mutabakat henüz sağlanabilmiş değil. Henüz sistem içinde istikrarlı bir hukuk da oturabilmiş değil. Sürekli oldu-bittilerle giden bir hukuksuzluk ve adeta hukuksuzluğun istikrarlılaşması sözkonusu. Oysa genellikle kabul gören yeni bir hukuki (anayasal) çerçeve istikrarın ve rejim dönüşümünün konsolidasyonunun en kritik göstergelerinden biridir. Günümüzde oldu bittiye getirilen anayasal düzenlemelerin de bu açıdan yeterli olmayacağı anlaşılmaktadır. Bu açıdan rejim kendisini konsolide edebilmiş, pekiştirebilmiş değildir. Bu pekiştirme sağlanmadığı sürece de, dönüşen rejimin istikrarı sağladığından, kendisini konsolide ettiğinden bahsedilemez.
Sürece tüm bu yönleriyle birlikte baktığımızda, yaşanan rejim dönüşümünü AKP’nin ana aktörlüğü ile sınırlamak gerekmez. İlerde Tayyip Erdoğan veya AKP’nin yerini alma ihtimali olabilecek güçlerin de yeni neoliberal paradigmanın dışında biçimlenmeyeceği görülmektedir. Ayrıca son dönemde belirginleşen kimi “şaşırtıcı” gelişmeleri, mesela CHP’nin Fethullahçılarla ve diğer dinci güçlerle flörtünü; İşçi Partisi’nin AKP’ye destek çıkan hamle ve açılımlarını; PKK’nin laisizme daha fazla vurgu yapmasını; Hüda-Par’ın devlet eliyle arkalanmasıyla Kürtlerin mezhep/tarikat eksenli kitlesel çatışma zeminlerine doğru ittirilme çabalarını, bu yeni paradigmanın yansımaları olarak değerlendirmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, sözü edilen rejim konsolidasyonu mevcut biçimiyle, yani Tayyip Erdoğan’la mı tamamlanacak, yoksa başka güçler tarafından mı, bunu tabii ki tarih gösterecektir. (1951’de DP ile başlayan rejim dönüşümü 1960’ta 27 Mayıs sonrasında konsolide edilebilmişti. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin ve ithal ikamecilik modelinin siyasal rejim düzeyinde yaşanan bu konsolidasyon süreciyle birlikte oturtulabildiğini unutmamak gerekir.)
Bu olgulardan ve tarihsel örneklerden (DP-27 Mayıs) yola çıkarak, rejim dönüşümünün tek bir güç aracılığıyla ve tek bir batında sağlanacağını öngörmek doğru olmayabilir. Rejim konsolidasyonun genellikle uzun ve kendi içinde kırılmalı süreçler sonunda sağlandığı ortadadır. Dolayısıyla konsolidasyonu sağlayacak tek biçim ve tek güç olarak Tayyip Erdoğan’lı AKP’yi mutlaklaştırmak doğru değildir. Tayyip Erdoğan’lı AKP’nin önümüzdeki dönemde, iktisadi, sosyal ve siyasi alanlarda ama özellikle de uluslararası planda, son derece büyük zorluklar (bunlara bağlı olarak belki önemli iç kırılmalar) yaşayacağı görülüyor.
Bu durumu sadece içsel gelişmeler ışığında değil, aynı zamanda dünyadaki yapısal ekonomik, sosyal ve siyasal krizin etkilerine bağlı olarak da analiz etmek gerekir. En son olarak Avrupa’da yaşanan iki önemli gelişme de Ortadoğu’daki tablonun Avrupa düzeyindeki yansımaları olarak algılanmalıdır. Paris’teki Charlie Hebdo saldırısı ve Almanya’da yükselen “PEGİDA” hareketi din eksenli kutuplaşma siyasetinin (ırkçılık, otoriterleşme/faşizm olgularının din ekseninde harmanlanması) Avrupa’nın iki büyük ülkesinde ne denli mesafe kat ettiğinin/edeceğinin göstergeleridir. Bu sürecin Avrupa’da (güney Avrupa dışında) yeni bir muhafazakarlık dalgası yükseltmesi; AB’nin krizinin bu eksende (yeni bir çerçevede) aşılmaya zorlanması; AB’nin Rusya ile denge politikasından geri adım atarak yeniden Atlantik Paktı’na yanaşması gibi gelişmeler içererek yaşanması olasıdır. ABD’de de Cumhuriyetçilerin iktidarı ele geçirmeleri (ya da Cumhuriyetçilerin politikalarının iyice ağırlık kazanması) bu sürecin belki de en kritik halkasını oluşturmaya adaydır. Bu olası tablo Ortadoğu’da yeni bir çerçeveye sokulmakta olan İsrail-Suudi Arabistan ekseninin güçlenmesi, Tayyip Erdoğan’ın AKP’sinin ise iyice sıkışması anlamına gelecektir. Önümüzdeki 1-2 yıllık süreçte bu gelişmelerin sonuçları çok daha belirginleşecektir. Fethullahçıların Tayyip Erdoğan AKP’sinin İran ve BRIC ittifakına yanaşacağına yönelik propagandaları ile Doğu Perinçek – İşçi Partisi – bir kısım Ulusalcının da Fethullahçıların bu öngörüleriyle aynı noktada buluşmaları, (ve tabii tam tersi politikalarla) AKP’nin içinde Rusya-İran hattına yaklaşacak (millici) güçlerin varolduğunu savunmaları ve onlara göz kırpma çabalarını sürecin yeni fay hatlarının oluşması olarak okumak gerekir. Türkiye’de rejim konsolidasyonu sürecinin kaderi, yaşanan küresel krizin doğuracağı bu yeni sınavların içerisinde belirginleşecektir.
Karşı Dirençler
Elbette günümüzdeki “daha derin neoliberal program” karşısında önemli direnç noktaları bulmaktadır. 1990’ların “tek kutuplu dünya” tezi çökmüştür. ABD’nin hegemonik güç olma özelliği her geçen gün aşınmaktadır. 2000’ler sonrasında “çok kutuplu” bir dünya ile karşı karşıyayız. BRIC ülkeleri uluslararası düzeyde, Rusya ve İran ise Ortadoğu’daki enerji havzaları etrafında biçimlenen din/mezhep çatışmalarında etkili karşı aktörler durumundadır.
Suriye’de Esad etrafında birleşen geleneksel güçler, bu karşı aktörlerin (Rusya, İran) desteğiyle ciddi bir direnç mevzisi örebilmişlerdir. Bu geleneksel güçlerin, halk güçleriyle birlikte gerçekleştirdikleri direnişler içinde dönüşümler geçirdiği de gözlemlenmektedir.
Ortadoğu’da yeni neoliberal programın karşısında irili ufaklı birçok aktör bulunmaktadır. Örneğin din temelli bir hareket olan Lübnan Hizbullahı birleşik bir Lübnan savunusuyla yeni neoliberal programın karşısında yer almaktadır.
PKK gibi bağımsız aktörler de yeni paradigmaya yönelik pozisyon almak durumunda kalacaktır. Kürtler günümüzde bir uluslaşma süreci yaşamaktadırlar ve yaşadıkları uluslaşma sürecinin genel doğası Ortadoğu’da yaşanan din/mezhep eksenli kimlik politikalarının yarattığı çatışma düzlemiyle çelişmektedir. 1990’lardaki milliyetçilik eksenli kimlik politikaları Kürt hareketlerinin neoliberalizmle uzlaşabilmelerine olanak sağladıysa da bundan sonrası için aynı atmosferden söz edilemez. Kürt uluslaşmasını (günümüzde bu süreç mutlaka ulus devletle sonuçlanmak zorunda değildir) sürdürmekte kararlı hareketler -mesela PKK- şimdiden bu gerilimi yaşamaya başlamış ve içinden birçok unsur laisizm doğrultusunda tavırlar geliştirmeye başlamıştır. Öte yandan, örneğin Barzani’nin bu süreçte nasıl tavır alacağı meçhuldür? (Ayrıca Barzani’nin Kürt uluslaşmasının ana aktörü olma şansını kaybettiği durumda, “neden bir şirket devlete yönelmesin?” sorusu da akla gelmektedir.)
Bunun yanısıra, her batında daha şiddetlenen isyan rüzgarları yaşanan sosyal çöküntülerin, yoksullaşmanın, proleterleşme dalgasının kaçınılmaz sonuçlarıdır ve bu dalgalar giderek artan büyüklükte siyasi sonuçlar doğuruyorlar. Yaşanan isyan dalgaları, oluşmakta olan yeni bir işçi hareketinin doğum sancıları olarak da nitelenebilir.
Sonuç olarak, önümüzdeki sürecin biçimlenişi “daha derin neoliberalizm”i savunan emperyal güçlerle diğerleri arasındaki mücadelelerle belirlenecektir. BRIC ülkelerinin “daha derin neoliberalizm” politikaları karşısında nasıl bir politika geliştirecekleri henüz belirginleşmiş sayılmaz ama kolayca uyum sağlayacakları kuşkuludur. Ayrıca dünyanın birçok ülkesinde 17.-18.-19. yüzyıllardaki burjuva devrimlerinin ve 20. yüzyıldaki proleter devrimlerin kazanımlarını içselleştirmiş geniş kitleler bulunmaktadır. Neoliberalizmin bundan sonraki akıbetinin nasıl oluşacağı sorusu, uluslararası bloklaşmaların arasındaki rekabet ve hesaplaşmaların yanısıra solun dünya çapında yeni bir işçi hareketinin oluşma sürecini geniş kitlelerin bu süreçteki siyasal tepkilerini kapsayıcı bir program ve tarzla örgütlenip örgütlenemeyeceği ile yakınen bağlantılıdır.
Bu sürecin ülkemizde siyasal arenada büyük bir yeniden yapılanmaya yol açacağı da öngörülebilir. Ülkemizdeki iktidar ve muhalefet güçlerinin tümü (sol parti ve hareketler de dahil) daha sert bir alabora olma gerçeğiyle karşı karşıyadır. Tüm politik güçler daha şimdiden bu yeni dönemin politik ve programatik ihtiyaçlarına bağlı olarak şiddetli iç sarsıntı sinyalleri vermektedir. Kısacası önümüzdeki dönem (seçimlerden sonraki birkaç yıl içinde) siyasal arenanın çok büyük ölçüde yenileneceği hissediliyor.
Türkiye’de Devletin ve Siyasal Rejimin Niteliği Üzerine Kısa Bir Değinme
Türkiye’nin 1950’li yıllarda emperyalist kampla, NATO ve yeni-sömürgecilik ilişkileri üzerinden bağ kurmasının ardından, devlet yapısında önemli yapısal değişimler geçirdi. Kontrgerilla aygıtı siyaset düzenlemesinin ana manivelası oldu. Aşağıdan yukarı faşist ve gerici hareketler geliştirildi. Çok partili rejim göstermelik bir işlev gördü. Askeri darbeler düzenleyici rol oynadı. Ve Türkiye solunun ana akımları bu gelişmeleri 1960’lı yılların sonlarından itibaren, burjuva demokrasilerinden farkını ortaya koyarak genel olarak “faşizm” diye nitelendirdi. 1960’larda “Filipin tipi demokrasi”, özellikle 1970’lerden itibaren ise “sömürge tipi faşizm” tanımlaması oldukça yaygın kabul gördü. Bu kavramsal tartışma özellikle 1970’lerdeki anti-faşist mücadele düzleminde büyük önem taşıdı. Ve devrimci güçler anti-faşist mücadele içerisinde çok çeşitli mücadele biçimlerini yaratıcı biçimde iç içe kullandılar.
Neoliberal dönemde de, yani halâ Türkiye’de yeni-sömürgecilik ilişkileri ve emperyalizme bağımlılık (elbette yeni biçimler kazanarak) sürekliliğini korumuştur. Üstelik siyasal rejim neoliberal dönemde giderek daha otoriterleşmiş, baskıcılaşmıştır. Bu artan baskıcılığın ardına kitlesel destek sağlanabilmiştir. Yani “faşizm” analizi her zamankinden daha doğru bir niteleme durumundadır ve tüm gelişmeleri izah edebilme kapasitesine sahip olduğu gibi, mücadele biçimlerinin çeşitliliğine de uygun bir özellik taşımaktadır. Oysa kitleler içinde, yaşadıkları büyük deneyimlerin sonucu olarak, yerleşikleşmiş olan bu kavramsal çerçevenin bazı sol ve akademik camialarda yetersiz ve kaba bulunduğu anlaşılmaktadır. Yaşanan süreç “otoriterleşme”, “otoriter demokrasi”, “Bonapartizm”, “diktatörlük”, “güçlendirilmiş yürütme”, “fiili başkanlık” gibi betimleyici ve analiz gücü zayıf kavramlarla açıklanmaya çalışılmaktadır. Halbuki, solda ve kitleler arasında böylesine yerleşikleşmiş, çeşitli badirelerle sınanmış ve işlevsel özellikler kazanmış bir kavramlaştırmanın bazı “hassas akademik” tartışmalar uğruna bir kenara atılmasının yararlı olacağı kanısında değilim. Aksine “faşizm” kavramının içeriğinin zenginleştirilerek, güncelleştirilerek derinleştirilmesinin doğru tutum olacağını düşünüyorum.
[1] Bu yazı Praksis dergisinin Şubat 2015 tarihli “Rejimin Dönüşümü” başlıklı 37. sayısındaki forum bölümü kapsamında dile getirdiğim görüşlerimin bütünlüklü halidir. Konuyla ilgilenenlerin, rejim tartışmaları açısından zengin bir kapsama sahip olan bu dergiye bakmasını öneririm.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.