Syriza’nın Yunanistan’daki seçim zaferinin üzerinden bir saat geçmemişti ve arkadaşlarım facebook üzerinden birbirleriyle çoktan atışmaya, kronik memnuniyetsizliklerini dillendirmeye başlamışlardı bile. Yok niye sevinmiştik, alt tarafı ne olmuştu ki? Syriza’nın iktidara gelmesi neyi değiştirecekti, öyle çok sevinmeseydik. Hele bizim solcular kendilerine de düşer felan diye hiç sevinmeselerdi. Ama ne yalan söyleyeyim, ben hakkaten sevindim. Kendini solda tanımlayan (radikal!) bir partinin yüzde 30’dan fazla oy alması şu an yaşadığım memleket olan Almanya’da imkansız gibi, Türkiye’de ise imkansızın henüz keşfedilmemiş bir pekiştirmesiydi.
Syriza’nın seçim programına (http://www.birgun.net/news/view/syriza-ne-istiyor/12552) hepimiz bakmıştık tabii, söz verdikleri öyle dünya barışı, devleti yıkmak, ne bileyim komünizm ya da para işine son verme filan değildi. İşte kemer sıkma politikasına son verilsin, aylık asgari ücret 750 Euro olsun, kamu harcamaları artırılsın ve işsizlik azaltılsın gibi makul, mütevazi isteklerdi. Son yıllarda, özellikle 2008 krizinden sonra borç batağından çıkamayan ve bununla birlikte dayatılan kemer sıkma politikalarıyla bile borç faizi ödemekten öteye geçemeyen icraatsızlığıyla biliniyordu Yunanistan. Dayatılan borç ve kemer sıkma politikalarıyla işsizliğin geometrik bir hızla arttığı (genç nesilde yüzde 50’nin üzerinde) ve insanların yaşam standartlarının gözle görülür bir derecede düştüğü bir Avrupa ülkesi için talep edilmesi makul olan şeyler değil miydi? Fakat öyle yüksek umutlara sahip ve aptal olmamalıydık. Bu türden planlar Avrupa Birliği’ni ve Avrupa Merkez Bankası’nı, dahası IMF ve WTO gibi ve binimum başka zorba örgütleri kızdıran şeylerdi ve hemen tepemize binebilirlerdi. Örneğin önce bir sermaye kaçışı olabilirdi ve bunu bankaların iflası izleyebilirdi. Bu türden yumuşak yöntemler yeterince korkutmazsa Altın Şafak (Yunanistan’ın militan neo-nazi partisi) sokaklara indirilir, bu da ordunun müdahale etmesi için bahane olur ve böylelikle Batı menşeli bir darbe peydahlanabilirdi.
Sahiden, belki yirmi otuz sene önce kolaylıkla dile getirilen herkesin tok kalma, barınma hakkı ve herkese ücretsiz sağlık hizmeti gibi insanca yaşayabilme adına öne sürülen ve sol için genelgeçer sayılan mütevazi talepler ne ara radikal, ‘imkansız’ olmuşlardı? İsteyenin bir yüzüyse, istemeyenin iki, engelleyenin ise her yüzü kara değil miydi? Syriza hükümetinin başına dert açacağını bildiğimiz kara sermaye koruyucuları ve onun zorba temsilcileri ne hakla geleceğimizi elimizden alıyorlardı, ve nasıl oluyor da buna izin veriyorduk?
İşte biraz böyle şeyler düşünmeye dalmıştım yine. Sonra romanıma döndüm. Okuduğum romandaki Borderline hastası sanılan karakter Pinochet’ye takmıştı. Kendimi ileride onun gibi Erdoğan’a takmış olarak tahayyül ettim bi an, irkildim. Tabii tek sorunumuzun Erdoğan olduğuna hiçbir zaman ikna olmamıştım. Şimdi bir psikiyatra gitsem, muhtemelen benim de problemimin küçükken gördüğüm ölü bir kedi olduğuna ya da babama aşık olduğuma filan kanaat getirip, bir iki anksiyolitik ya da antidepresan yazıp evime yollardı. Zira Tayyip sendromu ya da kapitalizm alerjisi gibi hastalıklar henüz psikiyatrların DSM gibi kutsal kitaplarında listelenmemişti. Ha, karşıt olma – aksi gelme bozukluğu (http://en.wikipedia.org/wiki/Oppositional_defiant_disorder) gibi uyduruk sendromlar çoktan aynı kitaptaki tanımlarını bulmuşlardı oysa.
Oysa birçoğumuzun sıkıntısı o kadar açık ki. Artık beş altı ayda bir gittiğim İstanbul’da bakıyorum, neredeyse tüm arkadaşlarım daha mutsuz ve umutsuz. Çoğu aylardır işsiz, işi olan güvencesiz ya da esnek çalışma saatleri adı altında özel sektör işkencesine maruz kalıyor. Aldıkları maaşlarla kiralarını ödemeye zorlandıkları gibi, çoğu ailesinden aldığı yardım olmasa yılda birkaç günlüğüne tatile çıkamayacak. Bunun dışında tatil nedir bilmeyen milyon nicelerinden söz edebiliriz. Bir kısmı yalnızca var olan özgürlüklerinin elinden alınmasına, hükümettekilerin seksist ve diğer provokatif söylemlerine ya da hızla üreyen imam hatip okullarına kilitlenirken; diğer tarafta taşeronlaşma zirve yapıyor, mesleklerimizde daha çok hak gasplarına uğruyor ve güvencesiz iş koşulları altında öldürülüyorduk. Zira yüzde bir ve onun yüzde birde kalma hakkını koruyan, topu ve böylelikle istediğini oynatmama hakkını elinde bulunduran şu yukarıda saydığım uluslararası terör saçan kuruluşlar hepimizi esir almıştı. İstedikleri hükümetler göreve geldiğinde işbirliği içinde hepimiz soyuyor, işlerine gelmeyen hükümetleri seçmeye yeltendiğimizde aba altından sopa gösteriyorlardı. Yanisi, iki dakika Syriza zaferi için sevinecekken bile bu abilerin hatırlatılmasıyla sevincimiz gırtlağımıza tıkılıyordu. Üstelik seçildikten sonra da sorunlar bitmemişti, zira Yunanistan’ın KKE gibi sekter tavırlarıyla bilinen partileri Syriza ile koalisyonu reddedip bu sorumluluğu sağ burjuva bir partiye bırakmışlardı. Şimdi de bununla eleştiriliyorduk biz, Syriza için sevinen bizler. Syriza böyle bir şeyi nasıl yapardı ve hemen ne kadar kaypak olduklarını yüzlerine çarpmalıydık. Gezi zamanı sokaklara yazılan kalp kalp Syriza’yı gördüğünde ne kadar duygulandığını anlatan parti lideri Tsipras’ın en azından manevi destek beklediği bizler. (https://pbs.twimg.com/media/B8NSiRBCAAI9ugH.jpg:large)
Çünkü daha önceden de anlamıştım ki bazıları sadece muhalif olmak ve muhalefette kalmak, politika yapmak değil sadece konuşmak istiyordu, ne de olsa eleştirecek şey olmazsa Facebook’ta vakit geçmeyecekti.
Merak etmeyin, ne biz, ne de Syriza sandığınız kadar salak değiliz. Syriza önündeki engellerin farkında, ve seçim kazanmanın tüm gücü ele geçirmek olmadığını İspanya’da şu an Syriza gibi zafere oynayan sol parti Podemos’un lideri Iglasias dile getirmiş, atılması gereken adımlara dair Syriza’yı uyarmıştı (https://www.jacobinmag.com/2015/01/pablo-iglesias-speech-syriza/)
Syriza seçileli dört gün oldu ve bu dört gün içinde minimum ücreti 750 Euro olarak yürürlüğe koydu. Diğer Avrupa ülkelerine kaçan mültecilerin yakalanıp transit ülke olduğu için geri yollandığı Yunanistan şu an, topraklarında büyüyen mülteci çocuklara vatandaşlık verecek. Ha bir de daha şimdiden ekonomisinde büyük paya sahip olan limanların özelleştirmesini durdurdu. Aynı zamanda bir de Rusya’ya yaptırımlar uygulamak isteyen ve faşist Ukrayna hükümetini destekleyen Avrupa Parlamentosu’na biz bu işte yokuz dedi. Üstüne üstlük dün Troyka’yla artık görüşmeyeceğini belirtip adamlara posta koydu!
Evet, farkındayız, işimiz daha çok. Evet, farkındayız, ve her zaman olduğu gibi örgütlenmekten başka çaremiz yok. Syriza en çok da temizlikçi kadınların direnişini sahiplenmesi, desteklemesi ve büyütmesiyle işçi sınıfının gözdesi haline gelmişti. Yani Syriza bir umudu, kalpsiz bir dünyanın kalp arayışını temsil ediyor, kurtuluşu şu an için değil. Kurtuluşa giden yol çok zor ve çok uzun bir yol, ama en azından gerçek ve hepimizin hayatına dokunacak bir umut yaratma ve bu umudu toplumun geniş kesimlerine yayma konusunda Syriza’dan öğrenecek daha çok şeyimiz var.