TMO’nun tarihine bakınca çiftçinin Ak ya da Kara, hiçbir gün dostu olmadığı anlaşılmaktadır. Bırakalım “Efendiliği”, gelinen noktada küçük köylülük tam anlamıyla esaret yaşamaktadır
TMO’nun tarihine bakınca çiftçinin Ak ya da Kara, hiçbir gün dostu olmadığı anlaşılmaktadır. Bırakalım “Efendiliği”, gelinen noktada küçük köylülük tam anlamıyla esaret yaşamaktadır
Hemen her ülkede, tarımın gelişiminin bir döneminde, temel ihtiyaç olan tahıl başta olmak üzere, tarım ürünlerinin düzenlenmesi için çeşitli yapılar oluşturulmuştur. Özellikle savaş dönemleri başta olmak üzere, çeşitli olağanüstü durumlar ve felaketlerin getirdiği sıkıntılar; ülkeleri açlık ve kıtlığa karşı tedbir alarak tarım ürünlerin üretim, stoklama ve regülâsyonuna yöneltti.
1. Dünya Savaşı ve ülkenin emperyalist işgale karşı mücadelesinden sonra, tarımda yaşanan sorunlar, bu alanda dünyadaki gelişmelerle birlikte; Türkiye’de de devletin tarımsal üretimi planlanıp düzenlenmesi zaruret haline gelmiştir. 1920’lerde dünyada yaşanan bunalım, Türkiye tarımı üzerinde etkisini, tahıl fiyatlarının düşmesiyle göstermiş; 1929 yılına gelindiğinde tahıl fiyatlarındaki bu düşüşler küçük köylülük ve tarım işçilerini büyük bir iktisadi çöküşe götürmüştür.
Bu duruma çare arayan devlet, 1932 yılında Buğday Kanunu çıkartarak, Ziraat Bankası’nı buğday alımıyla görevlendirmiştir. Oluşacak zararların hazineden karşılanması kararı alınarak; silo yapımı ile depolama çalışmaları yürütülmüştür. Hemen arkasından 1934 yılında Buğday Koruma Karşılığı Kanunu çıkartılmış; bu kanunla kentsel yörelerde değirmende un öğüten herkes vergi vermeye mecbur edilmiştir. Böylece bu yasayla krizle oluşacak hazine zararı şehirde yaşayan işçi ve emekçiler yüklenmiştir. Büyük buğday üreticisi çiftçiyi, toprak ağasını korumanın yükü kent yoksullarının üzerine bildirilmiştir.
Bu nedenle, kuruluşundan hemen sonra, 1927 yılında Tarım Bakanlığı kurulmuş; 1932 yılında Ziraat Bankası buğday alımıyla görevlendirilmiş, ilerleyen yıllarda,1935’te Tarım Kredi Kooperatifleri; 1938’de ise Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) kurulmuştur.
13.07.1938 tarihli ve 3491 sayılı Kanunla kurulan Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) kurulduktan sonra, 08.06.1984 tarih, 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerine tabi, sermayesinin tamamı devlete ait, tüzel kişiliği ve faaliyetlerinde “özerkliğe sahip”, sorumluluğu sermayesi ile sınırlı, İktisadi Devlet Teşekkülü olarak tanımlanarak faaliyetlerini sürdürmüştür. Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) için kullanılan “özerklik” sözcüğü, gerçek manasına göre lafta kalan bir anlayıştır. Gösterilmek istendiği gibi işletmenin kararları ve yönetimi bakımından gerçekten halkın, ülkenin menfaatleri için özerkliğinden ziyade, sermayenin halkı sömürme özekliği olarak uygulanmaktadır.
TMO Ana Statüsü’nde yapılan değişiklikle; 6085 sayılı Kanun hükümlerine ve Sayıştay denetimi ile 3346 sayılı Kanun hükümlerine göre TBMM tarafından denetlenmektedir.
Bu denetimler tarihi boyunca; gerçek denetimler olmayıp, sömürü ve yolsuzlukları gizleme, meşrulaştırma denetimleri olmakla birlikte; AKP iktidarıyla denetimler tamamen ortadan kaldırılmış durumdadır.
TMO Tarihi Boyunca Çiftçinin Kara Gün Dostu Olmuş Mudur?
Kuruluş ve gelişmesinin birçok önemli detayını geçerek TMO’nun kuruluş ve faaliyet amacına bakacak olursak.
TMO’nun ana görevi; “Yurtta hububat fiyatlarının üreticiler yönünden normalin altına düşmesini ve tüketici halk aleyhine anormal derecede yükselmesini önlemek, bu ürünlerin piyasasını düzenleyici tedbirler almak ve gerektiğinde Bakanlar Kurulu Kararı ile hububat dışındaki diğer tarım ürünleri ile ilgili verilecek görevi yürütmek, afyon ve uyuşturucu maddelere konulan devlet tekelini işletmek, sivil halk ve Silahlı Kuvvetler için olağanüstü mal stoku bulundurmaktır.” (Sayıştay 2012 sf. XI)
Ana sözleşmesi ve Sayıştay raporlarında amacı yukarıda yazıldığı gibi hem üreticiyi, hem tüketiciyi korumak olarak gösterilen TMO; bu kadar masum ve halk için, küçük üreticiler ya da ‘olağanüstü haller’ de halkı korumak için piyasayı denetlemiyor. İlk kurulduğu yıllarda varlığı tarımsal üretimin gelişmesine bağlı olan devletin politikası gereği; üretimin gelişmesi için TMO eliyle bir takım uygulamalar yapılmış olmasına rağmen, bu uygulamalar yoksulları korumamıştır. Tahılı yüksek alış fiyatlarıyla alarak yoksul köylülüğün korunduğu, düşük satış fiyatıyla kent yoksullarının ihtiyaçlarının ucuza karşılandığı iddiası aşağıdaki örneklerde de belirttiğim gibi, hiçbir dönem doğru olmamıştır. Küçük köylülerin ellerinde satacakları tahıl miktarı sınırlı olduğu için, esas tahıl satıcıları zengin köylüler ve toprak ağaları oluyor. Dolayısıyla TMO düşük olan tahıl fiyatlarını yüksek destekleme alımlarıyla pahalıya aldığı zaman, zengin köylünün ürününü desteklemiş oluyor. Bu uygulamayla satacak yeterince tahılı olmayan küçük köylü kitlesinin desteklendiğini söylemek yoksulları aldatmaktan başka bir şey olmuyor. Aksine hazineden zengin çiftçiye para aktarılmış oluyor.
1950’li yıllardan sonra tarımda TMO eliyle desteklemeye harcanan paranın önemli bütçe açıkları oluşturması ve enflasyonist uygulamalarda etkili olduğu söylenen, yazılan ve konuşulan bir olgudur. Destek alımlarında kar eden, tahıl üretimi çok olan zengin çiftçi ve toprak ağaları olmasına rağmen, bu nedenle oluşan enflasyonun yükü ise işçi ve kent emekçilerin sırtına yüklenmiştir. Böylece TMO her dönemde küçük üreticilerden daha ziyade, sermaye sınıfını kollamış; onların uluslararası bağlantılarının tarım sektöründe etkili olmaları yönünde çalışmıştır. Bunun sonucunda küçük çiftçiler hem desteklemelerden yararlanmamış hem de enflasyonun yükünü çekmişlerdir.
“1970 tarım sayımı verilerine dayanarak yapılan hesaplar, 50 dekardan özelliklede 20 dekardan küçük işletmelerin buğday satıcısı olmadıkları (yaklaşık bir milyon kişi)… 50 -100 dekarlık işletmelerde pazarlama (satış) oranının yüzde 24 olmasına karşın, 100 dekardan büyük işletmelerde yüzde 40, 1000 dekarlık işletmelerde ise yüzde 75’i aşmaktadır” (Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar Dr. Necdet Oral sf.255)
Bu verilerde kimin satacak kadar buğday ürettiği ve destekleme alımlarından faydalandığını göstermektedir.
Yine aynı eserde, “…Türkiye’de 50 dekarın altında topraklı ailelerin oranı yüzde 70,6, işledikleri toprakların oranı yüzde 21,1 olmasına karşılık; 200 dekardan büyük topraklı hanelerin oranı yüzde 4,7, işledikleri toprakların oranı yüzde 40,7’dir… 200 dekardan büyük topraklı hanelerin oranı yüzde 6,7 işledikleri toprak oranı ise yüzde 50’ye yakındır ( a.g.e. sf. 256).
Burada da tarım nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan küçük köylüler toprakların ve tahılın çok az bir kısmına sahip olmalarına rağmen, nüfusun çok az kısmını oluşturan zengin köylüler toprakların ve tahılın büyük çoğunluğunun sahibi olmaktadırlar. Böylece hazine desteklerinden de yoksullar değil zenginlerin faydalandığı anlaşılmaktadır.
“…1998 yılını üretim ve destek verilerini temel alan bir araştırmaya göre (Aydoğmuş, 1999); toplam işletmelerin yüzde 58’ini oluşturan küçük işletmeler (50 dekardan daha küçük alana buğday ekenler) toplam desteğin yüzde 7,2’ sini almaktadır. Toplam işletmelerin yüzde 35’ ini oluşturan orta ölçekli işletmeler (50-199 dekar) toplam destekten yüzde 45, yüzde 7’sini oluşturan büyük işletmeler ise (200+ dekar) toplam destekten yüzde 48 oranında pay almaktadırlar (a.g.e. Sf 256).
Bütün bu veriler TMO’nun 1980’li yıllara kadar yaptığı destekleme alımlarının esas olarak zengin köylü ve toprak ağalarına hazineden kaynak aktarımı şeklinde yürüdüğü; nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan, gerçekten desteklenmesi gereken küçük köylü kitlesinin bu desteklerden pay alamadığını göstermektedir. İşin aslı, söylendiği gibi, TMO hiçbir zaman, küçük çiftçinin “Kara gün dostu” olmamıştır.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, emperyalizmin uluslararası işbölümünde, savaşta yıkılan Batı Avrupa’nın imarı için, Türkiye’den bir tarım ülkesi olarak faydalanılmak istenmesi sonucu; tarımda Osmanlı’dan sonraki ilk köklü değişimler meydana gelmiş; Amerika’nın yürüttüğü ‘Marshall Planı’ tarımın dönüşümünde etkili olmuştur. Tarımda traktör kullanımı ve makineleşme doğal olarak kapitalist üretim ilişkilerini yaygınlaştırmıştır. Bu politikalardan en çok büyük toprak sahipleri pay almakla birlikte, küçük üretici köylülük de çeşitli yeniliklerden faydalanmıştır.
60’lı yıllardan 80’e kadar uygulanan ithal ikameci sanayileşme stratejisi, kırsal kesimin en geniş pazar alanına dönüştürülmesi amacıyla, sanayi ürünlerine talebi arttıracak tarzda destekleyici politikalara yol açmıştı. Bu politikalar, tarımda küçük köylü üretiminin çözülmesini bir ölçüde ertelemişti. 12 Eylül’le birlikte, İhracata Yönelik Sanayileşme Stratejisi ile iç pazarı kısıtlanmak istenince, iç ticaret hadleri, cumhuriyet tarihinde ilk kez tarım aleyhine dönüşmüştür. Bu hususta ciddi bir milat olan 24 Ocak Kararları ve Özal iktidarlarıyla, ikmal-ikameci dönem kapanarak, serbest rekabetçi dönemine geçilmiştir.
Kemal Derviş yasaları ile şeker pancarı ve tütüne kota getirilmesi yaygın olarak biliniyor. Bu uygulamalarda Özal döneminde uygulanan neoliberal politikaların devamı niteliğindedir. AKP döneminde benzer bir durum da Dünya Bankası ve IMF talimatlarıyla fındık üretim alanlarının sınırlandırılmasıyla oluşmuştur. AKP, bu yaklaşımıyla şimdi de “zeytinliklere” göz dikmiş durumda, “dağı- taşı” tümden çoraklaştırmak pahasına tarımı yok etmeyi hedefliyor.
1990’lı yıllarda Türkiye’nin tarım politikaları ve TMO’nun işlevi, “ Yeni Dünya Düzeni” uygulamalarına tabi olmuş; IMF ve Dünya Bankası’nın yakın takibine alınmıştır. Kapitalizmin ‘yeni’ düzeni sömürüyü, tarımda geri kalmış ülkelerin tarımını yeniden dizayn etmek üzerinden sürdürmeyi hedeflemiştir. 1980-1990 yılları arasında IMF ve Dünya Bankası, Özal iktidarı eliyle Türkiye’yi tarım desteklerinin azaltılması konusunda sıkıştırmış; giderek bunların ortadan kaldırılmasını sağlamıştır. Bu yolla tarım ürünlerinin üretimi azaltmıştır. 2000 yıllara dair bu uygulamaların rakamları aşağıdadır.
1999 yılında 4,2 milyar dolar düzeyinde olan kamusal tarım desteği, 2002 yılında 1,8 milyar dolar düzeyine gerilemiştir.
İktidar kendi uyguladığı tarım kanununda var olan “Tarım desteklemelerine bütçeden ayrılacak kaynak GSMH’nin yüzde 1’inden az olamaz” denmesine rağmen, yukarıdaki tabloda bu desteğin taahhüt edilenin yarı bile olmadığı ve giderek azaltılmaya devam ettiği görülmektedir.
Bu politikaların sonucunda tarım üretimi artma yerine sürekli azalmaktadır. Ziraat Mühendisleri Odası’nın Tarım ve Mühendislik Dergisi’nin aktarımı ile TÜİK verilerinde 12 yılda hububat üretiminin ana ürünlerde azaldığını, artmış görünen tahılların ise geçen yıllar ve nüfus artışı göz önünde bulundurulunca yeterli olmadığı görülmektedir. Bu rakamlarla ülke ihtiyaçları ithalat yoluyla giderilmektedir. Özel sektörün tahıl ithalatı bir yana TMO’da ithalat yoluna gitmiştir.
Öteden beri devlete hâkim olan sermaye sınıflarının tarım üzerinden yürüttükleri bağımlı politikalar nedeniyle, geliştirilemeyen tarım ve sıkıntılı bir üretim yürüten köylülük var olan imkânlarını da kaybetmekle yüz yüze kaldılar. Başta Amerika olmak üzere, emperyalist sömürü sistemi önce ülkedeki mevcut üretim biçimlerinin dağıttılar. Sonra da metropollerinde geliştirdikleri, genetikleriyle oynanmış, son sistem teknoloji kullanarak düşük maliyetlerle üretilen tahılları Türkiye piyasalarına sürdüler.
Böylece geniş tarım arazileri, iklim çeşitlilikleri, verimli ovaları ve zengin bitki çeşitliliği ile ciddi bir tarım ülkesi olan Türkiye’nin bu potansiyelini boşa çıkartarak; yerine kendi ürünlerini satmaya başlamışlardır.
TMO sürekli düşen tahıl üretiminin gelişmesi için herhangi bir çaba sarf etmediği gibi, bu üretimin de ancak yüzde 20 civarında bir alım yapmaktadır. Küçük üreticiyi esnafın insafına terk ettikten sonra iktidarın; IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’ne verdiği taahhütler çerçevesinde; giderek artan miktarlarda tahıl ithalatı yapmaktadır.
AKP iktidarını her türlü çarpıtma ve veri karatma maksadı ile her şeyin üstünü din ve mezhep ayırımları ile örtme anlayışına rağmen zorlamalar, ekonomik gidişatın üstünü örtemiyor. Son on yılda AKP iktidarı eliyle; buğday ithalatına 6 milyar dolar, mısır ithalatına 1,7 milyar dolar, Çeltik ithalatına 1,2 milyon dolar, pamuk ithalatına da yıllık 1,5 milyar dolar ödenmiştir.
Aynı IMF ve Dünya Bankası 1990-2000 yılları arasında da, ekim alanları ve üretimin sınırlandırması politikasını uygulamış; Kemal Derviş (DSP-MHP) eliyle tütün ve şeker pancarı gibi endüstri bitkilerini üretimini kotalarla sınırlandırılmasını sağlamıştır.
TMO’nun faaliyet alanına girmemesine rağmen tütün başta olmak üzere, endüstri ürünlerindeki düşüşler tarımın durumunu açıkça ortaya koymaktadır. Yalnız endüstri ürünleri değil, özellikle buğday başta olmak üzere tüm tarım ürünlerinde planlı azalmalar yapılmıştır.
Tarım ürünlerinde TMO ve özel sermaye aracılığıyla geliştirilen ithalatla, ülke değerleri yerli ve yabancı sermayeye tepside sunulmasına rağmen, AKP tarımın her alanını sermaye ye kaynak aktarımı olarak kullanmayı hedefliyor. Yıllardır hububat alımlarını devlet bankaları ve hazine destekleriyle sürdüren TMO artık ticari kredilerle bu işleri yürüterek yerli ve yabancı finans sektörüne de kaynak aktarmayı programlamaktadır. Aşağıda Sayıştay’ın TMO’yu uyarısı ibret vericidir.
“Yapılan incelemelerde, kuruluşun önceki yıllarda ticari kredi kullanımı olmamakla birlikte, 2013 yılı revize finansman programında, alımların finansmanı için 300 milyon TL ticari kredi kullanımının söz konusu olabileceği, mısır alımlarının seyrine göre ise bu miktarın 500-600 milyon TL seviyesine çıkabileceğinin öngörüldüğü, görülmüştür. Nitekim 2014 yılı programında ise ticari kredi tutarının 2,2 milyar TL seviyelerine ulaşabileceği öngörülmektedir. Alım ve satış faaliyetleri sonucunda bu öngörülerin değişebileceği değerlendirilmekle birlikte, önceki yıllarda ticari kredi kullanımı olmayan kuruluşun, bu kullanımın gündeme gelmesi durumunda ciddi finansman yükleri ile karşı karşıya kalabileceği açıktır.” (Sayıştay 2012 sf.37)
TMO’nu işletme olarak kredi kaynaklarını değiştirmelerinin yanında; tarım üretimi yapan çiftçiler büyük çoğunluğunu ödeyemedikleri tarım kredilerinin kaynakları değişmeye başlamıştır. Yavaş yavaş devlet bankaları ve Tarım Kredi Kooperatifleri bu alanda çekilerek yerini AKP eliyle yerli ve yabancı sermayeye devretmektedir.
Kamu bankalarıyla olan ilişkilerini sonlandırarak; IMF ve Dünya Bankası ve AB uyumlamalarıyla finansmanını özel bankalardan sağlamaya başlamıştır. Üstteki tabloda görüldüğü gibi, çiftçiler her geçen gün daha çok borçlanmakta, borçlandıkça da üretememektedirler. Çiftçinin 42,5 milyarlık tarım kredisi yüklü bir borçtur. Bu sistem içerisinde tarım üretimi ve çiftçinin bu borcu kaldırması imkânsız gibi görünüyor. Türkiye’deki tarım bütçesinin 9-10 milyar TL olması nedeniyle, 4 katı bir borçlanma ile tarımın üretiminin bu şekilde ayakta durması mümkün görünmüyor.
Kuruluşun doğrudan ticari uluslararası bir anlaşması mevcut değildir. Bununla birlikte, hükümetlerce imzalanan çeşitli anlaşma hükümleri kuruluşu da dolaylı olarak etkilemekte, ayrıca üyeliğine dayanak oluşturmaktadır.
Kuruluşun uluslararası ilişkide bulunduğu kuruluşların başlıcaları;
“Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslararası Hububat Konseyi (IGC: International Grain
Counsil), Uluslararası Hububat ve Yem Ticaret Birliği (GAFTA: Grain and Feed
Trade Association), Uluslararası Bakliyat Ticaret ve Endüstri Konfederasyonu
(CICIL: International Pulse Trade & Industry Confederasyon) ve Dünya Bankası’dır.” (Sayıştay 2012 r. Sf.5)
Türkiye GAFTA, IGC ve CICIL’e Bakanlar Kurulu Kararı ile üyedir.
AB’ye uyum sürecinde TMO mevzuatı ve kurumsal yapılanma: “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı” ile yayımlanmıştır. Söz konusu programda,
“Bu hububat ve çeltik alım ve satış esaslarına ilişkin uygulama yönetmelikleri ile hububat ve çeltik alımlarında asgari miktarın altında mal alınmaması ve asgari miktarın AB’ye uyumlu şekilde kademeli olarak yükseltilmesi, alımların sadece üreticilerden ve kooperatiflerden değil, AB’deki gibi tüccar ve şirketlerden de yapılabilecek olması, hububat ve çeltik alım dönemi başlangıç tarihlerinin AB’ye uyumlu olacak şekilde kademeli olarak hasat döneminin sonuna doğru çekilmesi, alım ödemelerinin AB’de olduğu gibi teslimatı müteakip 35. güne kadar yapılması gibi esasların hayata geçirilmesi ile bir yandan AB uygulamalarına yaklaşılması diğer yandan da üretici ve özel sektöre fayda sağlanması amaçlanmıştır.” (Sayıştay 2012 sf.8)
AB, ülkede üretilen çeltiğin nasıl alınacağını AB uyumlu bir yönetmelikle almasını şart koşuyor. Çeltik alımlarını hasat döneminin sonunda bırakılmasını ve ödemelerinde 35 gün sonra yapılmasını istiyor. Buradaki amacının, acil ihtiyacı olan küçük üreticilerin satış için sezon sonunu ve satıştan sonrada ödeme için 35 gün bekleyemeyeceği için, ürünlerini tüccara sattıktan sonra TMO’nun alım yapmasını resmileştiriyor. Alımda küçük üretici korunmadığı gibi, tam tersine tahılın yalnız üreticiden ve kooperatiflerden değil, tüccar ve şirketlerden de alım yapılmasını resmileştiriyor. TMO’nun üretici ve tüketicilerin spekülatif faaliyetlerden korunması gayesiyle yapacağı alımlar, tüccar ve şirketlere kaynak aktarmaya aracına dönüşmüştür.
2012 yılında TMO’da ortalama 191 memur, 2.879 sözleşmeli personel ve 349 işçi personel istihdam edilmiştir. 2012 yılında 2.252 yüklenici işçi yani taşeron işçisi çalıştırılmıştır.
Görüldüğü gibi daha önce hiç taşeron uygulaması olmadan çalışan kurumda şimdi işlerin yarıya yakını taşeron eliyle yaptırılmaktadır. Yapılan sözleşmelerle kaynaklar yandaş taşeronlara aktarılırken, işçiler asgari ücretle, savunmasız, güvencesiz örgütsüz çalıştırılmaktadırlar. Buna rağmen işçi maliyetlerinden şikâyet edilirken;
“Kuruluşun 2012 yılında gerçekleşen giderlerinin… yüzde 15,5’ini personel giderleri, … yüzde 15,1’ini de finansman giderleri oluşturmuştur.” (Sayıştay sf 39)
İşçi giderleri, kuruluşun yerli ve yabancı bankalara kaynak aktararak aldığı kredilerin faizleri kadardır. Bu durumda işçi ücretlerinin azaltılması yerine, bankalara faiz yoluyla kaynak aktarımının engellenmesi gerekmez mi?
Yeni dünya düzeninde AKP versiyonunun daha iyi anlaşılması için, Sayıştay raporlarında konu edilen birkaç ilginç örnek verelim.
“2008/2009 kampanya dönemimde Edirne’de 85.243 ton çeltik yerinde emanet alıma tabi tutulmuş ve yüzde 4 oranında, 3.133 ton noksanlıkla karşılaşılmıştır. Samsun’da ise 30.720 ton çeltik yerinde emanet alıma tabi tutulmuş ve yüzde 31 oranında 9398 ton noksanlık gerçekleşmiştir… Ürünün yüzde 10 oranında 12.531 ton noksanlık olduğu görülmüştür”
Böylece TMO yaklaşık 10 milyon lira zarara uğratılmıştır. Aslında yerinde yapılan alımlarda oluşan bu eksiklikler büyük bir ustalıkla ayarlamış ve eksik olan çeltik çuvalları yerine, çeltiğin kavuzlarını aynı sayıda çuvallara doldurmuşlar. Çuvalları açılmazsa her şeyin yolunda olduğu görüntüsü vermişler. Bu eksiklikler Sayıştay tarafından fark edilmese ne olacaktı? TMO’nun Bölge müdürleri, memurları, müfettişleri bunu nasıl fark edememişler? Böylesi bir dolandırıcılık yapılması, TMO idari kadrolarının bilgisi dışında olması mümkün görünmüyor. Bu açık hırsızlık 6 yıl olmasına rağmen, müfettiş raporları, değerlendirmeler ve yargıya intikali ile devam etmektedir. Yıllar süren inceleme ve yargı süreçleri sonunda, olayda ‘kusuru’ bulunan personelin durumu zaman aşımıyla sonuçlanmaktadır. Küçük üreticini koruma konusunda oldukça cimri davranan TMO yönetimi, bu tür uygulama ve personel yolsuzlukların üstünü örtmekte, oldukça cömert davranabilmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın emri, Tarım Bakanlığı’nın TMO’yu görevlendirmesi ile büyük reklamlarla başlatılan ekmek israfı kampanyası henüz belleğimizde. Dönemin başbakanı R.T. Erdoğan günlerce görsel ve yazılı basında, israfın nasıl haram olduğunu, inançlarımızın bunu men ettiğini, anlatıp durduğunu hepimiz hatırlıyoruz. Bu kampanyanın durumu Sayıştay raporlarında söyle yer almıştır.
“Yapılan incelemede, TMO’da Ekmek İsrafını Önleme Kampanyası ile ilgili olarak 2012 ve 2013 yıllarında çeşitli harcamalar yapıldığı (afiş, kitap ve ilan bastırıldığı, çeşitli fuar ve toplantılar düzenlendiği), bu harcamaların toplam tutarının Temmuz 2013 itibariyle yaklaşık 590 bin TL düzeyine ulaştığı görülmüştür” (Sayıştay 2012 sf.43)
Söz konusu harcamalara ilişkin örneklere aşağıda yer verilmişti
Sayıştay bu kampanyanın karar alma yöntemi ve yapılan harcamaların hazine tarafından TMO’ya zarar kaydedememesini rapor etmesinin yanında, yapılan harcamaların uygunsuzluğunu da belirtmiştir.
“Kampanya kapsamında yapılan harcamalar değerlendirildiğinde, yukarıdaki tablodan da görüldüğü üzere, toplantı yiyecek içecek ikram işi, otel kongre ve sergi masrafları ile diğer tanıtım harcamalarının önemli bir yer teşkil ettiği görülmektedir. Bu nedenle, kampanya kapsamında harcama yapılırken, tasarruf ilkelerine azami özen gösterilmesi de, bir alanda israfın önlenmesi için çaba sarf edilirken, bir başka alanda israf yapılmasını engelleyecektir.”(Sayıştay 2012 sf.43)
Sayıştay bu konuda yoruma yer bırakmayacak şekilde konuyu açıklamıştır. Bu kampanyayı yürütenlerin rakamlarıyla bu kampanyadan 300 milyon TL ekmek israfı önlendiği iddia edilmesine rağmen, 580 milyon TL masraf edilmiştir. Yukarıdaki harcama kalemlerine baktığımızda durumun vahameti daha iyi anlaşılmaktadır. İsraf etmek bir yana, yemek için ekmek bulmakta güçlük çeken yoksulların paralarıyla, lüks otellerde birinci sınıf kâğıtlara basılmış tanıtım reklamları ve televizyonlara ödenen reklam ücretleriyle sözde ekmek israfı önlemeye çalışmışlardır. Dini ritüelleri de kullanarak yürüttüğü bu kampanyaların esasında iktidarın birilerine kaynak aktarmasından başka bir şey olmadığı gayet açıktır.
Sonuç olarak, TMO’nun tarihine bakınca çiftçinin Ak ya da Kara, hiçbir gün dostu olmadığı anlaşılmaktadır. TMO kamunun parasıyla, küçük köylülüğün yaşamlarını sürdürebilmeleri için ürünlerini daha iyi şartlarda değerlendirip, yoksulların da daha ucuza tahıl tüketebilmelerini sağlamak için piyasaları düzenlemesi gerekirken; tam tersini yapmıştır. Her dönem tarım desteklemeleri ve ürün alımlarıyla sermayeyi kollamış; yoksulların imkânlarını sermayeye kaynak olarak aktarmıştır.
“Milletin Efendisi” olarak adlandırılan köylü, hiçbir dönem, hiç kimsenin efendisi olmamış; aksine sefalet içinde yaşamaya mecbur edilmiştir. Şayet geçmiş dönemlerde bırakalım efendiliği normal bir köylü olsaydı, tarımın ve köylülüğün durumu şu an böyle olmazdı. Kırda küçük üreticinin yok edilmesinde, TMO aracılığıyla devletin uyguladığı politikaların öneminin büyüklüğü tartışılamayacak kadar açıktır. Bu gün gelinen noktada bu politikalar AKP iktidarıyla katmerlenerek uygulanmaktadır. AKP ülkemizde yaygın olan küçük köylü üreticinin varlığını tamamen ortadan kaldırmak; bunların etkin olduğu üretim alanlarını ve topraklarını yerli ve yabancı sermaye ye kaynak olarak aktarmak istemektedir. TMO’nun da tüm uygulamalarını buraya yönlendirmektedirler. Şimdi bırakalım “Efendiliği”, gelinen noktada küçük köylülük tam anlamıyla esaret yaşamaktadır. Esaretten kurtulmanın yegâne yolu ise örgütlenme ve mücadeledir. Gelecek günler yoksul köylülüğün bu esaretten kurtulması, nasıl örgütlenip ne kadar mücadele edeceğine bağlıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.