charlie hebdo saldırılarından sonra, özellikle avrupa’da birçok şeyin eskisi gibi olmayacağı görülüyor. bu muhakkak ki, sadece ölü sayısı ya da saldırganların acımasızlığıyla değil, gerçekleştiği ülke ve bu ülkenin dünyadaki işbölümündeki yeriyle de ilişkili. her şeyden önce şunu hatırlatmak istiyorum; örgütlenmesi tıpatıp benzese –ki öyle olmadığını görüyoruz- ve tamamen aynı sonuçları verse bile bu saldırı 11 […]
charlie hebdo saldırılarından sonra, özellikle avrupa’da birçok şeyin eskisi gibi olmayacağı görülüyor. bu muhakkak ki, sadece ölü sayısı ya da saldırganların acımasızlığıyla değil, gerçekleştiği ülke ve bu ülkenin dünyadaki işbölümündeki yeriyle de ilişkili.
her şeyden önce şunu hatırlatmak istiyorum; örgütlenmesi tıpatıp benzese –ki öyle olmadığını görüyoruz- ve tamamen aynı sonuçları verse bile bu saldırı 11 eylül’le kıyaslanamaz çünkü dünya ticaret merkezi ve pentagon gibi iki suç örgütüyle bir mizah dergisi bir tutulamaz. bu saldırı, biz türkiyelilerin çok iyi tanıdığı sivas yangınına, turan dursun ve bahriye üçok’un katledilmesine, 1990’ların domuz bağıyla bağlayıp diri diri gömerek işlenen cinayetlerine benziyor; tıpkı onlar gibi sadece saldırılanları hedef almıyor, aynı zamanda gözdağı niteliği taşıyor. (arap ükelerinde islam’la ilgili yürüyen birçok tartışmanın türkiye’de hiç karşılık bulmamasında o domuz bağı cinayetlerinin çok etkisi var.) bu grupların, yine silahlı mücadeleye başvuran, örneğin halk kurtuluş hareketlerinden önemli bir farklı var, o hareketler, bir kitle hareketi de dahil olmak üzere politik bir hareketin parçası, bunların destekçileri varsa bile sessiz yığınlar.
kendinden olmayana dünyada yer olmadığına inanacak kadar güçlü yabancı düşmanlığı, türkiye’den de çok iyi tanıdığımız ve devletlerin yönetme ve sindirme amacıyla çok sık başvurdukları bir düşünce; eğitim, medya gibi, kimi devletin yönlendirdiği kimi “sivil” pek çok ideolojik araçla örgütleniyor. 1990’ların öncesini yaşayanlar, kürtlerin kuyruklarının bulunduğuna inanan birçok türkiyelinin de olduğunu hatırlayacaktır. bunun evrim teorisiyle falan açıklandığına bile şahit oldum.
gazze’nin dipnotları, filistin ve güvenli bölge gorazde adlı kitapları türkçe de yayınlanan çizer joe sacco, charlie hebdo’nun müslümanlara yönelik çizgilerini eleştiriyor. hebdo’yu savunanların bir kısmı, bu yayında hıristiyanlıkla da aynı şekilde dalga geçildiğini söylüyor. hiçbir şakanın, eleştirinin, hakaretin böyle bir saldırıyı haklı çıkarmadığını söylemeye gerek yok ama ülkenin egemen diniyle azınlıkların dini arasında bir simetri kurulamayacağı, ikisine yönelik şakaların farklı sonuçları olacağı ve çoğunluğun hıristiyan olduğu bir ülkede müslümanların peygamberiyle dalga geçmenin islamofobinin bir parçası olduğunu hatırlatmak için ölenlerin kırkının çıkmasını beklemeye gerek yok.
herkes kendi yabancı düşmanlığını temizlese…
nitekim, türkiye’nin islamcıları da, hırıstiyanlar için bir aziz olan noel babayı canavar olarak göstermeyi makul ama islam’a tek bir söz etmeyi büyük bir suç olarak görüyor. hırıstiyanlıkla ilgili ağır hakaretleri yüzünden kimsenin silahlı saldırıda bulunmadığı gazeteler, çeşitli yayınlar, twitter hesapları, kovuşturulma endişesi duymadan paris saldırısını övüyor; hem de freedirike geering’in terör örgütünü övdüğü gerekçesiyle gözaltına alınmasından birkaç gün sonra. islam bu mu? bilmiyorum ama islamcılığın bu olduğuna ilişkin çok kanıt var.
ama sadece charlie hebdo saldırısı ve benzerlerini değil, örneğin 6-7 eylül’ü de mümkün kılan, bazen ırkçılık bazen yabancı düşmanlığı olarak tezahür eden bu nefret ve ötekileştirme değil sadece. 6-7 eylül gibi olaylarda kışkırtılıp hoş görülmese, charlie hebdo gibi saldırılarda, ancak devletlerin gücünün yetebileceği bir destek görmese, bu fikir ve duyguları taşıyanlar berbat insanlar olarak yaşayıp göçerler. onları bu kadar güçlü saldırganlar haline getiren ama kendilerinin, ama bu son örnekte olduğu gibi, vatandaşı olmadıkları devletlerin desteği. benzer bir şeyi ışid için de söyleyebiliriz. körfez ülkelerinin desteği olmasa bugünkü savaşçılar, avrupa’da, arap ülkelerinde, türkiye’de “öfkeli” müslüman insanlar olarak yaşayıp gidecekti. onların katiller haline gelebilmeleri için mitsubishi kamyonetler, doçkalar ve diğer mühimmat gerekiyor.
bu öfke hep haksız mı?
türkiye’den söz edersek, bu soruya hiçbir şüphe duymadan, “evet,” derim, “haksız!” ama aynı şeyi fransa için söyleyebilir miyiz? paris, 2005-2007 arasında, banliyölerde, çoğunluğu göçmen ailelerin çocukları olan gençlerin isyanlarına şahit oldu. bunların müslüman olanları artık başta ışid olmak üzere, silahlı islamcı gruplarda yer alıyor; nitekim fransa avrupa’da ışid’e en fazla katılımın olduğu ülke. fransa yönetiminin, bu insanların banliyölerde araba yakacaklarına, uzak bir ülkede savaşmalarını tercih etmemesi için bir sebep yok. nitekim, hizbullah lideri nasrallah, paris saldırısıyla ilgili açıklamasında, “bu saldırganların, allah’ın resulü hazreti muhammed’i temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? zalim ve vahşice suçlar işleyen, ırak’tan yemen’e, afganistan’a geniş coğrafyalara yayılan bu teröristler, şimdi de kendilerini bize gönderen batı ülkelerine döndüler. bunun böyle olması şaşırtıcı değil,” demiş. fransa’nın suriye’ye müdahaleye en hevesli ülke olduğunu da hatırlatayım.
güvenlik devletine doğru
fransız polisi, koşer dükkânındaki rehineleri elinde tutan ve öldürülen coulibly’nin partneri hayat boumeddiene’in peşinde. genç kadının 2 ocak’ta türkiye’ye geldiği, buradan suriye’ye geçtiği iddiaları var. saldırı yeteneklerine bakarak askeri eğitimlerini savaş sırasında aldıklarını tahmin edebileceğimiz ama bir şehir içinde saklanıp hareket etmekte son derece başarısız olan kouachy kardeşler de “ölü ele geçirildi.” bu insanların sebep olduğu vahşet haklı olarak inançlarına mal ediliyor (haklı çünkü kendileri eylemlerinin gerekçesi olarak imanlarını gösteriyor) ama aynı koşer dükkânının, -yahudi olmaları çok muhtemel- altı müşterisini, elektriğini kestiği dipfrizde saklayan müslüman emekçisi lasana batili’nin adını aynı sıklıkta duyabilecek miyiz? kendi adıma, bu saldırıların faillerinin de öldürülen rehineler gibi kurban olduğunu düşünüyorum. çünkü kimse böyle bir hayatı, böyle büyük suçlar işlemeyi –hatta böyle günaha girmeyi- ve yargılanmadan, bu şekilde ölmeyi hak etmiyor. bu ölü ele geçirmelerin sorgulanıp sorgulanmayacağı, fransa’nın bir güvenlik devleti olma yolundaki adımlarının hızını gösterecek.
ama türkiye ile fransa’nın, almanya’nın, abd’nin farkı, nüfusları içindeki hâkim dinden değil, emperyalist sistem içindeki konumlarından da kaynaklanıyor. ama globalleşme, bu konumların bu ülkelerde yaşayan emekçilerin hayatına yaptığı etkiyi git gide azaltıyor.
elemanlarının çoğu abd’de yaşayan göçmenlerden oluşan politik müzik grubu kultur shock’un 2006 tarihli albümünün adı ironik: we came to take your jobs away (işlerinizi elinizden almaya geldik). bu yaz abd’deki gösterilerden birindeyse şöyle bir pankart vardı: “we came to take your jobs away but you don’t have any” (işlerinizi elinizden almaya geldik ama işsizsiniz). 1960’larda, türkiyeli işçilerin tren garlarında çiçeklerle karşılanmasından adım adım bu noktaya gelinmesinin baş sorumlusu tabii ki devlet politikaları ve uluslararası sermayenin çıkarları. hatırlatmaya bile gerek yok, fransa’da bu kadar çok müslüman kökenli olmasının sebebi de sömürgeci geçmiş.
almanya topraklarına ilk ayak basan türkiyelilerin, bugünün müslümanlarından daha fazla yadırganmış olması ihtimali yüksek çünkü geldikleri toplumla kendi kültürleri arasındaki uçurum çok daha büyüktü ama “kimsenin işini elinden almıyorlardı” ve böyle güçlü tepkiler yaşamadılar. (neonazi saldırıları da çok daha sonra gerçekleşti.) yabancı düşmanlığıyla ve tabii islamofobiyle mücadele, kaçıncı kuşaktan olursa olsun göçmenler için hayati öneme sahip ama bunun bütün sorumluluğunun taşıyıcılarında, yani çoğu emekçilerden oluşan halkta olduğunu var saymak görüngüyü gerçekliğin yerine koymak olmaz mı? aynı soruyu kendi ülkemiz için soralım. suriyeli mültecilere duyulan tepki sadece yabancı düşmanlığından mı kaynaklanıyor, bunda ülkenin sınırlı kaynaklarını paylaşmama arzusu yok mu? eğer ikincisinin en ufacık bir geçerliliği varsa, o kaynakların neden sınırlı olduğunu sormayan, daha önemlisi o insanları buraya sürükleyen rüzgârı sorgulamayan siyaseti düzen dışı/karşıtı saymamız mümkün mü?
sol, geçen yüzyıldaki tartışmayla bir kere daha karşı karşıya. olguyla, sonuçla mı ilgiliyiz yoksa onu ortaya çıkartan sebeplerle mi? fikirle mi ilgiliyiz maddi koşullarla mı? söylemi mi tahlil edeceğiz durumu mu? yani idealist miyiz yoksa materyalist mi?
bu ara çok sayıda, “kalem silahtan güçlüdür” çizimi gördüm. fikirlere kurşun işlemez, denir; doğru. ama bunun için maddi bir güç haline gelmeleri gerekiyor yoksa uçup giderler. karşımızdakilerin fikirleri nasıl maddi bir güç haline getirdiğini görüyoruz. bize gelince, aklıma ister istemez şu soru da geliyor. fransa’daki saldırıları el kaide ve ışid elemanları üstlendi, boko haram bir katliam yaptı ve bütün bunlara bizim vatandaşı olduğumuz devletin desteklediği yönünde veriler var; bu koşullar altında şu birkaç gün içinde islami şiddete karşı bir gösteri örgütleyemeyen solun bunca örgütü, platformu, birliği ne işe yarıyor? hdp ve bhh’nin seçimlere birlikte girmesi fikri değerlendirilirken, keşke iki “taraf”ın da ortaklaşabileceği bu noktada bir araya gelinebilseydi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.