Artık iyice belirginleşti, dolaylı ya da dolaysız bundan sonraki her siyasi adım seçim hesapları düşünülerek atılacak. Önümüzdeki dört ay ülke siyaseti olağan seyrinden çıkıp seçim gününe odaklanmış bir “olağanüstülük” yaşayacak. Kuşkusuz bu dönemin en inisiyatifli ve deneyimli siyasi gücü AKP. Tayyip Erdoğan’ın AKP’si şimdiden iç hazırlıklarını büyük ölçüde tamamlamış durumda. İzleyeceği taktiğin köşe taşlarını da […]
Artık iyice belirginleşti, dolaylı ya da dolaysız bundan sonraki her siyasi adım seçim hesapları düşünülerek atılacak. Önümüzdeki dört ay ülke siyaseti olağan seyrinden çıkıp seçim gününe odaklanmış bir “olağanüstülük” yaşayacak.
Kuşkusuz bu dönemin en inisiyatifli ve deneyimli siyasi gücü AKP. Tayyip Erdoğan’ın AKP’si şimdiden iç hazırlıklarını büyük ölçüde tamamlamış durumda. İzleyeceği taktiğin köşe taşlarını da şu anki icraatlarına bakarak kestirebilmek mümkün. Bakanlar Kurulu’nun Kaç-Ak Saray’da toplanması, Erdoğan’ın ipleri sürekli elinde tutacağının göstergesi. Yedek (gölge) kabineyi de oluşturup faaliyete geçirerek bu dönemin tek belirleyeni olma pozisyonunu perçinledi. Afrika turunun neredeyse tek amacının Cemaat’in okullarını kapattırma operasyonu oluşu, seçime kadar Cemaat’e nefes aldırmayacağının kanıtı. Geçtiğimiz süreçten ders çıkarılmış olacak ki yeni milletvekillerinin de artık çok daha “kemik” kadrolardan seçileceği kesin. Erdoğan’a kulluklarını kanıtlamış olanlar en öndeki sıralarda yer alacak.
Ve Davutoğlu… Çok kişinin yerinde gözü olduğunun farkında olan Davutoğlu için bu süreç aynı zamanda önemli bir sınav olacak. Kaybedilecek birkaç puanın faturasının ona kesilmesi çok mümkün. Bunun farkında ve pragmatizmde sınır tanımıyor. Bir tarafta Kürtlere, diğer tarafta Syriza’ya selam gönderiyor.1 (Kendisine “Biji serok Davutoğlu” denmesinden çok hoşlanıyormuş.) Arapça ve İngilizceye ek olarak yakında Kürtçeyi ve Yunancayı da söker.
Gerisi AKP’nin bildik taktikleri olacak. Seçim yaklaştıkça halka rüşvet dağıtmak, sandıklarda üçkağıt tezgahlamak ve elbette ki kendisine yönelen her muhalif eylemi zor ve şiddetle bastırmaya çalışmak… Ve dini gerici söyleminin dozunu sürekli arttırmak, özellikle de kadın düşmanlığı konusunda…
Ancak kontrolü elinde tutmaya ne kadar çalışırsa çalışsın bu dönem boyunca, yolsuzluğa, hırsızlığa, sömürüye ve talana dayanan iktidarı, ufak bir kıvılcımla dahi her an tökezleyebilir, hesap edemediği bir siyasal yıkımla karşı karşıya kalabilir.
Bu biçimde AKP’yi tökezleten en önemli örneklerden biri Kobanê oldu. Kobanê direnişi, AKP’nin Ortadoğu’da sürdürdüğü kirli, ikiyüzlü siyaset tarzının halkın bağımsız çıkarlarını esas alan militan bir mücadeleyle tersine çevrilebileceğinin somut örneğidir. İktidar dış politikada olduğu gibi her alanda kriz içindedir. Bu krizin AKP’nin aleyhine, halkın lehine derinleşmesi ancak Kobanê’de olduğu gibi halkın devrimci müdahalesiyle mümkündür.
Meclis’in ana muhalefet partisi ise hala bildik planlar yapmakla meşgul. “AKP ile başa çıkmanın yolunun” AKP muhaliflerini, hiçbir politik, ideolojik kriter olmaksızın CHP’ye toplamak olduğunu varsayıyor. (Daha önce Yaşar Nuri idi, şimdi Mehmet Bekaroğlu.) Böyle bir “oy kaygısıyla” hareket edilince soldan, sağdan, sermayeden birçok şahsiyet CHP listelerinde kendisine yer bulabilecek. Sadece oy yüzdesine endekslenmiş bir CHP’den de (her zaman olduğu gibi) tutarlı bir politik çizgi ve kararlı bir pratik tutum beklenemez. Bu taktikle sağlanabilecek “kısmi başarı” bile seçim sonrasında kırılgan bir örgüt yapısını ve ana omurgası olmayan bir politik söylem karmaşasını getirecek. Birazcık köşeli her yönelim ise (son örneği ulusalcılarda görüldüğü gibi) yeni krizleri yeni ayrışmaları getirecek.
Bununla birlikte kendi içinden (her türlü sağcı ya da ulusalcı çizgi çıkabilir ama) sol bir çizginin çıkmasını önlemek için her türlü önlemi almak bir CHP karakteristiğidir. Sol ile kurulan ilişki; gönül bağı, umut vaadidir. Yerel seçimlerde Haziran isyancılarını, onların taleplerini değil, Haziran rüzgarını arkasına almaya çalışmıştı, şimdi de Syriza’yı. Onlar yaptıysa CHP niçin yapamasın (mış)?
Yunanistan’da Syriza’nın yüzde 36,3 ile seçimden birinci parti çıkması ve iki milletvekili eksiğine rağmen hükümet kuracak olması elbette çok önemli. Bunu önemli kılan asıl faktör ise neoliberalizme karşı mücadelenin “siyasallaşmış” bir biçim kazanarak sandıkta halkın büyük çoğunluğunun desteğini almış olması. Syriza, Avrupa kapitalizmine (bir biçimde de olsa) karşı çıkmanın kendisi için asıl belirleyen olduğunu, bu eksende (IMF’nin kemer sıkma programına muhalefet eden) sağcı bir partiyle (Yunanistan Komünist Partisi ile değil) koalisyon kurarak da gösteriyor. Syriza’nın başarısı neoliberalizme karşı mücadelenin bir sonucu olmakla birlikte asıl etkisini Avrupa sınırları içindeki benzer ülkelerde gösterecek. Bu noktadaki kritik gelişme Mayıs ayında İspanya’da yapılacak olan seçimlerde (Podemos ile Syriza arasında bire bir eşleştirme doğru olmasa da) daha belirgin hale gelecektir.
Syriza örneğine bakarak Türkiye’ye ilişkin ne tür sonuçlar çıkarılabilir? Bu konuda daha sıcağı sıcağına indirgemeci birtakım benzerlikler kurulmaya başladı bile. Bir kesim Syriza’yı HDP’ye bir kesim ise ‘Birleşik’lere benzetti vs. Ama “ne yazık ki” Türkiye Yunanistan değil! Ve Türkiye’de geliştirilecek siyasal muhalefet de Yunanistan’daki kadar “basit” değil!2 Türkiye’de de neoliberal bir program uygulanıyor olmasına rağmen bu toprakları farklı kılan üç temel özellik mevcut: Kürt sorunu, savaş sorunu ve toplumun dini kültürel özelliklerini suistimal eden İslamcı gerici bir partinin uzun zamandır iktidarda olması “sorunu”. Bu nedenlerle, bu topraklar kendine ait (özgün) bir siyasal muhalefet kanalı, biçimi ve temsiliyeti yaratmak zorundadır. Neoliberalizme karşı mücadele aynı zamanda bu üç sorun alanının ortak keseni olarak sürdürülmek zorunda olduğu kadar, bu sorunların her birinde kendi mecralarına uygun siyasal muhalefet çizgileri de yaratılmak zorunda. Ancak bu çok başlıklı, kapsamlı direniş eksenleri siyasallaştırılabildiğinde Türkiye’de sol, iktidar alternatifi olabilir.
Bir zamanlar Latin Amerika’daki yasallaşma süreçlerini kopyalayarak, bu ülkede solun yasallaşmasını meşrulaştırmaya çalışanlar şimdi de gözünü Yunanistan’a dikmiş durumda olabilir. Neoliberalizme karşı mücadeleyi gerçek anlamda sürdürmeden, halkın kendiliğinden eyleminin içinde dahi olmayı gözetmeden, siyasallaşma kavramını basitçe yasal parti (aday) desteğine, sandık tercihine indirgeyen zihniyetler toplumsal muhalefeti ilerletmek yerine onu eski dar kalıplarına ve edilgenliğe sürükleyecektir.
Tersten bir durum Kürt hareketi için de geçerlidir. Toplumun tüm kesimlerinin sorunlarını eşdeğer bir biçimde değerlendirmeyen, bunları sadece söylemde bir araya getiren propaganda tarzının da bir sınırı vardır. Yine “ne yazık ki” Türkiye halklarının tüm sorunları tek bir kesimin ve tek bir sorunun çözümü merkeze konularak siyasal alternatif haline gelinemez. Bu durum, özellikle HDP’nin yüzde 10 barajını geçme hedefinin gerçekçi olabilmesi için hızla (az süre kalmış olmasına rağmen) bir Türkiye yelpazesine dönüşmesini, Türkiye halklarının sorunları için kapsayıcı bir mücadele programı oluşturmasını zorunlu kılmaktadır. Bu yapılmadığında ise kurulacak ilişkinin içeriği sadece “mağdurun/ezilenin desteklenmesi”ne veya bugün AKP milletvekili sayısında simgeleşen biçimde “ortak düşmanın sayısının azaltılması”na indirgenecektir. Bu durum ise seçim günü ne yaşanırsa yaşansın 8 Haziran’dan itibaren yola ayrı ayrı devam etmeyi kendiliğinden doğuracaktır.
Burjuva siyasetçiler için değil ama toplumsal muhalefetin sol güçleri açısından bugün öngörülen, sürdürülen mücadele seçimin ertesi gününde yani 8 Haziran’da başlayacak “yeni dönemi” programlandırmadan verilemez. Her şeyini sandığa bağlamış bir siyaset hedefinin basiretsizliğini (‘oy hedefini tutturamadık’ diyerek özeleştiri vermek tarihsel olguları ortadan kaldırmıyor) öngörmek için tarih yeterince örnekle dolu.
Kocaman bir sandık dururken, kocaman siyasetçilerimizin küçümseme tarzlarına aldırmadan toplumsal muhalefetin kendisini var edebileceği, büyütebileceği ve siyasallaştırabileceği yeri “bir kez daha” işaret etmekte yarar var. Neredeyse artık her gün sokak muhalefetinin yeni bir örneği önümüzde duruyor. Kâh Ankara Batıkent’te, Edirne’de ulaşım sorunlarına, kâh Antalya’da, İzmir Gültepe’de elektrik soygununa, Kocaeli’nde su, Samsun’da ekmek zammına karşı direniş olarak, kâh Fatsa’da siyanürlü madenciliğe kâh Maltepe Hastanesi’nde taşerona karşı mücadelede, MESS dayatmasına karşı metal işçilerinin grevinde… Ve kadınların emeğine, bedenine, söz ve karar hakkına sahip çıkarak yaşamın her alanında ‘Eşitiz, biz varız! diyerek gericiliğe karşı yükselttikleri isyanda…
Nasıl birleşilmesi, nasıl birlikte mücadele edilmesi gerektiğini ve bu mücadelelerin nereden siyasallaşacağını öğreterek, göstererek…
Dipnotlar:
1 Bu arada selam gönderdiği bir başka kesim ise Hizbullah. Hizbullah’ın Diyarbakır’da Charlie Hebdo karşıtı gösteriye on binlerce kişinin katılması bu selamı hem gönüllü hem zorunlu hale getiriyor elbette.
2 Eğer ille bir benzeştirme yapılacaksa, Türkiye’deki muhalefet süreci Avrupa’dakilerden daha çok Kuzey Afrika’daki süreçlerle daha fazla benzerlik içermektedir. Gerek emperyalist-kapitalist sistemin işleyiş ve ilişki kurma biçimi açısından gerekse de faşist yönetim tarzı açısından. Yani Tahrir, Taksim’e Atina’dan daha yakındır.