Sol gettolaşmayı yok edecek politikalar geliştirmediği sürece gerici saldırıları göğüslemesi imkansızdır
Gettolaşmaya devletler arası politika demek daha doğru olur. Özellikle Müslüman kökenli işçilerin gettolaşması cami temelinde organize oldu ve bu noktada Avrupalı emperyalist devletler ile Türkiye, Mısır, S.Arabistan gibi devletler ortaklaşa çalıştılar
1950’lerden sonra emperyalist ülkeler yoğun bir işçi göçüne sahne oldu. Özellikle Avrupa’ya gelen göçün önemli bir kısmı Türkiye, Cezayir, Mısır, Tunus vb başta olmak üzere İslam coğrafyasından gerçekleşti. Öyle ki 60 sene sonra Avrupa’daki Müslüman kökenli göçmen sayısının 20 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Felaket senaryosuna karşı…
Ucuz işgücü sorununu çözmek için getirilmiş bu göçmenler, belki kapitalistlerin kârlarını büyük oranda artırıyorlardı, ama aynı zamanda emperyalistler için oldukça ciddi bir tehdit unsuru olma potansiyeli de taşıyorlardı. Eğer yerli işçiler ile diğer inanç ve uluslardan işçiler, mücadele içersinde, yani sendikalarda, grevlerde vb birleşirlerse, Avrupa işçi sınıfını ve komünist partileri oldukça güçlendirebilirler, kapitalizm için oldukça büyük bir tehdit haline gelebilirlerdi. Dahası iki dil bilmenin ve Avrupalı yerli işçilerle mücadelede bütünleşmenin avantajını taşıyacak olan bu işçiler, Avrupa işçi sınıfı ile geldikleri ülkelerin işçi sınıfı arasında bir köprü olabilir, değişik ülkelerden işçi sınıflarının enternasyonal dayanışmasında oldukça önemli roller üstlenebilirdi. Bir de o yılların sosyalizmin prestijinin oldukça yüksek olduğu 1950’li 1960’lı yıllar olduğunu düşünürseniz, bu ihtimallerin Avrupa kapitalizmi için felaket senaryosu olduğunu görebilirsiniz. Bu noktada emperyalistler bu tehlikeyi yok etmek için, bu göçmen işçilerin gettolaşmasını hedeflediler.
Başlangıçta bu işler biraz el yordamı ile yürümüştü. Almanya özelinde konuşacak olursak, kapitalistler işçileri geçici olarak getiriyor, işçi yurtlarında tutuyor ve bir süre sonra geri dönmelerini planlıyordu. Ama bu işçilerin misafir değil kalıcı olduğu anlaşılınca, gettolaşma bilinçli bir devlet politikası olarak yürütülmeye başlandı. Aslında gettolaşmaya devletler arası politika demek daha doğru olur. Özellikle Müslüman kökenli işçilerin gettolaşması cami temelinde organize oldu ve bu noktada Avrupalı emperyalist devletler ile Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan gibi devletler, bu politikayı ortaklaşa yürüttüler. Bu politika için gereken para genellikle emperyalist merkezlerden ve Suudi Arabistan gibi petrol zengini gerici ülkelerden karşılanırken, bu projenin kadro ayağı ise Türkiye, Mısır, Cezayir gibi ülkelerdeki devletlerin yardımı ile, gerici, faşist, İslamcı tarikatlardan karşılandı. Bunların en öne çıkanları Türkiye’den Milli Görüş, Mısır’dan ise İhvan gibi örgütlerdi.
Çok-kültürlülük
Bu gettolaşma programının pratik adımı camiler ve ulusal, dinsel vb temelde atılan derneklerle atıldı. Gettolaşma ideolojik olarak ise çok-kültürlülük politikası üzerinde yükseldi. Bu durum gettolaşmanın neden sadece İslamcılarla sınırlı kalmadığını, giderek sol da içinde olmak üzere, hemen tüm göçmenleri kapsadığını açıklar. Gettolaşma politikası emperyalistlerin emekçilere yönelik politikaları arasında en başarılı olanlarından birisidir.
Solda propagandası temel olarak sol liberaller tarafından yapılan çok-kültürlülük, bir politika olarak 1960’larda ortaya çıktı ve hızla emperyalistlerin resmi politikalarından birisi haline geldi. Bir kavram olarak çok-kültürlülük aslında iyi bir şeydir ve en iyi örnekleri eski sosyalist ülkelerde, mesela SSCB ya da Yugoslavya gibi çok uluslu ve dinli sosyalist ülkelerde bulunabilir. Emekçiler tek kimlikli değildir, her bir emekçi birçok kimliği bünyesinde taşır. Mesela bir emekçi Müslüman, Hıristiyan ya da dinsiz olabilir; aynı emekçi Türk, Kürt vb olabilir; aynı emekçi aynı zamanda kadın ya da erkek olabilir; vejeteryan ya da et obur olabilir; gay ya da heteroseksüel, sağlıklı ya da bazı hastalık ya da sakatlıklara sahip olabilir… Aynı emekçi genç ya da yaşlı olmanın getirdiği bir kimliğe sahip olabilir… Ayrıca her bir emekçinin kendi yaşamından, tecrübelerinden, eğitiminden vb kaynaklanan kendine özgün kültürel bir kimliği vardır. Din dil ayrımı yapmadan tüm emekçileri ortak paydada buluşturan tek kimlikleri onların sınıf kimlikleridir. Yani emekçi zaten kendi içinde çok-kültürlüdür. Yani ne kadar emekçi varsa, o kadar farklı kültür ve kimliğin olduğundan bahsetmek yanlış olmaz. Bu noktada sosyalist bir çok-kültürlülük politikası bir yandan her bireysel emekçinin her türlü kültürel kimliğinin gelişmesini hedeflerken, diğer yandan da farklı dinsel, ulusal vb kültürel grupların barış içinde ve bir arada yaşamalarını hedefler. Bu tarz bir çok-kültürlülük her emekçinin kendisini bir birey olarak doğrudan geliştirebileceği, yaşayabileceği özgür bir ortam sunar.
Emperyalizmin çok-kültürlülüğü
Emperyalist ülkelerdeki çok-kültürlülük ise bunun tam tersi hedeflere sahipti. Emekçilerin kendi kültürlerini geliştirmesinden öte bu emekçilerin kültürlerini bastırmak, onun birey olarak çok-kültürlü kimliğini yok etmek hedeflendi. Emekçilerin birçok kimliği içinden, din ya da ulus gibi en geri olanlar vurgulanarak, emekçilerin diğer tüm kültürel ve sınıfsal kimlikleri, ama en başta da emekçi kimliği yok sayıldı. Bu noktada emekçiler tektipleştirildi, kültürel zenginlikleri yok edildi, bütün kimlikleri Müslüman olmaya ya da Müslüman Türk olmaya, Arap olmaya vb indirgendi. Sonuçta tek kimlikli, kültürel olarak oldukça ilkel, genellikle camiler çevresinde örgütlenmiş, birkaç kuşaktır içinde yaşadığı toplumun dilini, kültürünü bile bilmekten anlamaktan aciz, faşist hareketler için oldukça elverişli tek boyutlu ilkel bir insan tipi yaratıldı. Vurgulanan kimlik din ya da millet olduğu için, bu insan tipi için kendi dininden ya da milliyetinden olmayan insanlar en azından öteki, en kötüsünden ise düşman haline geldi.
Solun gettolaşmaya dahil olması ise asıl olarak iki kanaldan oldu. Birincisi 1970’ler sonrası sol liberal düşünce sol saflarda hızla yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu düşüncenin ana damarını kimlikler politikası oluşturur. Bu düşünceye göre kapitalizmi yenmek mümkün değildi, zaten yenilse de kurulan antikapitalist ülkeler özgür değil aksine totaliter ülkelerdi. Bu noktada solcular kapitalizmi yıkmak için değil ama onu içinden reforme etmek için mücadele etmeliydiler. Bu mücadele ise din, çevre, milliyet gibi sorunlar çevresinde örülmeli idi. İşçi sınıfı diye bir şey yoktu, daha doğrusu Marx’ın anladığı anlamda işçi sınıfı artık yok olmuştu, ama kimlikler çevresinde yeni mücadele alanları doğmuştu ve bu alanlar kullanılarak kapitalizmi daha iyi bir hale getirmek mümkündü.
Yenilgi psikolojisinin “makul”leştirdikleri
Bu düşünce dünyayı ve gelişimini oldukça mekanik ele alan bir görüştü. Ortaya çıktığı ve güçlendiği yıllar, yani 60’lı ve 70’li ve 80’li yıllar, Avrupa’da sınıf mücadelesinin en yoğun olduğu yıllardı. Ama yine de işçi sınıfının öldüğünü iddia edebiliyorlardı. Ancak bu yıllar aynı zamanda dünyada devrimci hareketlerin gerilediği yıllardı, biz ise Türkiye’de 12 Eylül yenilgisini yaşamıştık. Sonuçta bu politik koşullarda bu politikalar sol için sadece Türkiye’de değil ama Avrupa’daki devrimci örgütlere de ”makul” geldi. Ve sol bir jargonla bu politikalara angaje olundu.
Ayrıca bu durum bir yönü ile sol örgütlerin oldukça işine de geldi. Emperyalizmin gettolaştırma politikası çerçevesinde, devletler değişik kurumlar eli ile, kendi politikalarına karşı çıkılmamak kaydı ile bir sürü paralar dağıtıyordu. Tek istedikleri parayı alan kurumların İslamcı ya da solcu fark etmez, onların kimlik politikasını yürütmeleri gerekiyordu. İnsanlar istedikleri kadar soldan sosyalizmden bahsedebilirlerdi ama yapmaları gereken tek şey çevrelerindeki sol işçileri Türkiye solu adına örgütlemeleri idi. Çünkü İngiliz işçi sınıfından ayrı olarak örgütlenmiş bu yapıların, hızla gettoların sol kanadını oluşturacağı açıktı. Sol örgütler ise yabancı bir iklimde, kendi kitlesini bırakın İngiliz işçi sınıfından ayırmayı diğer sol gruplardan bile ayıracak olan böyle bir projeyi hemen sahiplendi. Sonuçta hem sosyalizmi savunuyorlar hem de Türkiye’deki örgütlere yardımcı oluyorlardı. Üstelik bunun için bir de devlet kurumlarından para alıyorlardı. Yalnız sınıfsal temellerinden koparılmış bir ırkçılık karşıtı mücadelenin sadece gettolaşmayı geliştireceğini kimse hesap edememişti. Bu dernekler giderek azalan kitleleri ile göçmen gettolarının solunu oluşturdular. Bu derneklerin ana kitlesi zaman içinde ya tamamı ile ya da kısmen ya Alevi derneklerine kaydı ya da giderek apolitikleşerek sosyalist soldan koptular.
Emperyalistler gettolaşma politikasını oldukça incelikli bir şekilde yürüttüler, bunu ideolojik olara çok-kültürlülük ve göçmenlerin kültürel haklarını korumak olarak pazarladılar ve bu politikaya karşı birazcık olsun şüphe duyan herkesi ırkçılıkla suçladılar. Avrupa’daki Türkiye solu ise, Avrupa’daki işçileri örgütleme derdinden çok “memlekete nasıl yardım yaparız?” kaygısı içindeydi. Zaten ideolojik olarak kimlikler politikası solda hızla yayılmaya başlamıştı, alınan devlet yardımlarının da etkisi ile sol hızla emperyalistlerin kimlikler politikasına sol bir söylemle angaje oldu.
İstanbul’un varoşlarından beter
Şu an durum öyle kötü ki: Göçmen işçiler, özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçmen işçiler, Avrupa işçi sınıfının en yoksul kesimini oluştururlar. Paris’in Londra’nın çevresinde bunlardan oluşan mahalleler, varoşlar oluşmuştur ve bu varoşlardaki yaşam bazen mesela İstanbul’un varoşlarındaki yaşamdan daha kötüdür. Özellikle 1980’ler sonrası sanayinin emek-gücünün ucuz olduğu ülkelere kaymasından sonra bu işçiler genellikle iş güvencesinin olmadığı her iki üç ayda bir işlerini kaybettikleri, ücretlerin açlık sınırında gezdiği hizmet sektörlerinde çalışırlar. Gençler arasında işsizlik oranı oldukça fazladır. Emperyalist devletler bu göçmen çocuklarının eğitimini bilinçli olarak baltaladığı için, bunların birçoğunun eğitimi mesela babalarından daha kötüdür, aralarında okuma yazma bilmeyen sayısı oldukça fazladır. (İngiliz hükümetinin bazı raporlarına göre yüzde 20’lerden fazla.) Ben babası anası ilkokul mezunu ve gazete okuyan ama çocukları kendi adını yazmaktan aciz aileler gördüm.
Bu çocuklar ne anadilinde ne de içinde yaşadıkları ülkenin dilinde kendilerini ifade edebildikleri için çeteleşme eğilimi çok büyüktür. İşsizlik ve yoksulluk yüzünden bu çeteler hızla mafyalaşmakta, uyuşturucu, hırsızlık vb işlerine girmektedirler. Mesela Fransa’da 2008 yılında tüm mahkûmların yüzde 60-70’i Müslümanlardan oluşmakta idi. Şu an durum daha da kötü olmalı. Diğer ülkelerde de durum farklı değildir.
Bu göçmenler özellikle Müslümanlar arasında büyük oranda cami ve ulusal dernekler çevresinde ya da az miktarda sol dernekler çevresinde sosyalleşmektedir. Son yıllarda artan yoksulluğun da etkisi ile bu kesimler hızla radikalleşmekte, ama gettolaşma nedeni ile kendileri gibi hızla yoksullaşan diğer emekçilerle birleşme yerine, hızla camiler çevresinde örgütlenmektedir. Bu noktada genellikle devletin denetimi ve yardımı ile kurulan camiler ve sağcı örgütlenmeler bu gençlerin muhalefetini kontrol altına almada ve faşist gerici kanallara aktarmada oldukça büyük bir işlev görmektedir.
‘Haydi gençler cihada!’
Ama bu camilerin bir başka işlevi daha vardır. Emperyalistler önceki yazıda bahsettiğim gibi iktisadi krizden ve yoksulluktan dolayı oldukça radikalleşen ve kendisi için bir tehdit oluşturan bu kesimleri, yine kendisinin bağlantıda bulunduğu bazı radikal İslamcılar aracılığı ile kendi savaşlarına göndermektedir. Son 20 yılda binlerce genç bu camiler aracılığı ile cihada katılmış, Bosna’da, Çeçenistan’da, Libya’da ve şimdi de Suriye’de hesapta İslam için ama gerçekte emperyalistler için savaşmıştır. Sadece Müslüman gençler değil, onların yanı sıra Müslüman olmayan ailelerden gelen birçok genç, sisteme olan muhalefetleri nedeni ile Müslüman olup cihatçılara katılmıştır. Mesela geçen yıl Londra’da bir askerin kafası kesenler, ya da Kanada’da parlamentoyu basanlar Hıristiyan olarak büyüyen ama sonradan Müslüman olan gençlerdendir.
Bu gençlerin geçmiş yaşantılarına bakınız, hemen hepsi uyuşturucu ve diğer bazı yasa işlerden sabıkası olan kimselerdir. Gettolaşma politikası öyle ki sonuçta uyuşturucu da satabilecek, kadın da satabilecek, cihat da katılabilecek lümpen bir insan tipi yaratmayı başarmıştır. Bu insanlar bazen emperyalistler ile aralarındaki çelişkiden kaynaklı olarak emperyalist ülkelerde de silahlı eylem yapmaktadırlar. Son Charlie Hebdo eylemi bunlardan birisidir. Ama yine son Charlie Hebdo eyleminin gösterdiği gibi, bunlar sürekli olarak ya solcuları ya da sivil halkı hedef olarak seçmektedirler. 10 yıl kadar önce bazı fanatikler kendilerini Londra’da havaya uçurmuşlar ve beraberlerinde o saatte metroda ve otobüste olmak dışında suçları olmayan 50’den fazla insanı öldürmüşlerdi. Keza yine Paris’te tek suçları Yahudi olmak olan bazı siviller bu İslamcı katiller tarafından öldürüldüler.
Devlet cihatçılardan razı
Ara sıra kendilerini de vurmasına rağmen, emperyalist ülkelerin, İslamcıları hala korumaya çalışmasının temel nedeni bu İslamcı örgütlerin emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda çalışmasıdır. Bu cihatçılar emekçileri kontrol altında tutmak için en ideal araçlardan birisidir ve dinciler ara sıra arıza çıkarıyor diye emperyalistlerin bu aracı ellerinden çıkarmaya hiç niyetleri yoktur. Ayrıca zaten dinciler ya emperyalistlerin de nefret ettiği bazı solcu yazar gazeteci vb’yi hedeflemekte ya da sivillere karşı katliam yapmaktadırlar. Bu haliyle sürekli Türkiye Devleti tarafından baskı altında olduklarını iddia eden ama iş eyleme gelince devlet ile beraber ya da kendi inisiyatifi ile sadece solcu ya da sıradan sivil insanları öldüren Türkiyeli İslamcılara çok benzemektedirler.
Dincilerin bu eylem politikası emperyalist devlet ve kurumlara hiçbir zarar vermemekte, aksine bu eylemler emperyalist devletlerin halk muhalefetine karşı baskı yasalarını çıkarmasını kolaylaştırmaktadır. Son katliamdan sonra Fransa hızla orduyu sokaklara sürmüştür; bu ordunun emekçilerin ya da solcuların mücadelesine karşı kullanılacağı açıktır. Keza İngiliz hükümeti uzun süredir çıkarmaya çalıştığı ve kendisine istediği herhangi bir vatandaşının tüm telefon internet vb konuşmalarını dinleme ve kontrol yetkisi verecek olan yasayı çıkarmak için bu katliamı kullanmaktadır. Yani bu katliamlar belki emperyalist devletler tarafından planlanmamaktadır ama (burada sadece belki dediğimi vurgulamam gerekir, bazı eylemlerin arkasında doğrudan emperyalist gizli servisler çıkarsa hiç şaşırmam) bu eylemlerin emperyalist devletlerin işine yaradığı, onların devletleri daha baskıcı ve faşist hale getirmesine yardımcı olduğu bir gerçektir.
Emperyalist ülkelerin çok-kültürlülük politikası emekçilerin, dolayısı ile solun da ayağına vurulmuş bir prangadır. Avrupa solu, buna Avrupa’daki Türkiye solu da dahildir, bu prangayı kıracak, gettolaşmayı yok edecek politikalar geliştirmediği sürece bu gerici saldırıları göğüslemesi imkansızdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.