Burjuvazinin, devletin dinsellikten arındırılması yönündeki politik eylemleri, burjuva iktidarının kurumlaşması, yerleşmesi için gereken adımlardan oluşmuştur. Burjuva iktidarlar yerleştikten sonra ise din yeniden devlete döner; burjuva devlet, dini kapitalizmin örgütlenmesinin ve işçi sınıfını egemenlik altında tutmanın bir aracı olarak kuruluşuna dahil eder. İşte bu noktada “politik özgürleşmenin dinle ilişkisi sorunu bizim için politik özgürleşmenin insani özgürleşmeyle […]
Burjuvazinin, devletin dinsellikten arındırılması yönündeki politik eylemleri, burjuva iktidarının kurumlaşması, yerleşmesi için gereken adımlardan oluşmuştur. Burjuva iktidarlar yerleştikten sonra ise din yeniden devlete döner; burjuva devlet, dini kapitalizmin örgütlenmesinin ve işçi sınıfını egemenlik altında tutmanın bir aracı olarak kuruluşuna dahil eder. İşte bu noktada “politik özgürleşmenin dinle ilişkisi sorunu bizim için politik özgürleşmenin insani özgürleşmeyle ilişkisi sorunu durumuna gelir.”[1]
Türkiye’de burjuva cumhuriyetinin belirli bir sağlamlık kazanmasını, Türkiye’nin emperyalist kampa katılması ve devletin yeni sömürgecilik ve komünizm karşıtlığı temelinde yeniden örgütlenmesi izledi. Sünni İslam’ın devlet himayesine sokulması ve siyasallaşması, sömürge faşizmine kitle temeli yaratmanın, anti komünist sivil saldırı güçlerinin oluşturulmasının aracı oldu. Böylece Siyasal İslam Türkiye’deki sömürge faşizminin “meşru” bir gücü haline geldi.
Neoliberal yeni sömürgecilik programına ve bölgesel emperyalist stratejiye en etkin uyarlanan siyasi seçenek Siyasi İslam oldu. Oligarşi ve emperyalizmin desteğiyle on yıllık bir süreç sonunda devletin din üzerindeki himayesi, dinin devleti himayesine dönüştürüldü. Sadece zor aygıtının değil; sosyal politikaların, başta eğitim olmak üzere kamu hizmetlerinin, emek denetimi mekanizmalarının, kültür ve iletişim ortamının neoliberal dönüşümüne de dinselleştirme damgasını vurdu.
Bugün Türkiye halklarının eşitlik ve özgürlük mücadelesinin temel çatışma alanı neoliberal yeni sömürgeciliğe karşı halkın hak mücadeleleri ve Kürt hareketi ile tanımlanıyor.
Neoliberalizme karşı mücadelenin stratejik politik hedefi faşizmin yıkılmasıdır. Yürürlükteki faşizmin Sünni İslamın siyasi istismarına dayanan “mezhepçi-faşist” karakteri nedeniyle, faşizme karşı mücadelenin temel bir bileşeninin devletin “dinsel kimliği”nin ortadan kaldırılması olduğu açıktır. Ancak “mezhepçi faşizm”, yalnızca politik zor aygıtının resmi ideolojisi değil; aynı zamanda, Sünni İslam’ın en gerici, ırkçı yorumu temelinde dinselleştirilmiş bir kamusal alanın, kent ve doğa talanının, yoksulluk yönetimi sisteminin, emek denetimi mekanizmalarınin ve toplumsal sağduyunun imal edilmesinde de merkezi bir konumda bulunuyor.
Örneğin eğitimin dinselleştirilmesi, eğitimin piyasalaştırılmasının, ortalama emekçinin islami-korporatizme uygunlaştırılmasının, kent ve doğanın yağmasının kitlesel desteğinin inşaa edilmesinin, toplumun kadın düşmanlığı, homofobi, sünni olmayana nefret temelinde kutuplaştırılarak yönetilmesinin ortak aracıdır. Dolayısıyla parasız eğitim hakkı, güvenceli çalışma hakkı, eşitlikçi-özgürlükçü-ekolojik bir mekanda yaşama hakkı, doğuştan gelen niteliklere, kültürel aidiyetlere ve yaşam anlayışı seçimlerine saygı talepleri ile gelişen tüm halk hareketleri, eğitimin dinselleştirilmesine karşı mücadeleyi içermek zorundadır.
Örneğin, yeniden bölüşüm mekanizmalarının dinselleştirilmesi, dilencileştirici-bağımlılaştırıcı yoksulluk yönetimi sistemi, emek örgütlerinin devlet ve sermayece güdümlenmesi, kadının eve kapatılması gibi bileşenleriyle sermayenin emek piyasasına hakimiyetinin temel bir aracıdır. İşçi sınıfının önüne dikilen bu yapılanmaların karşısına, çalışma hakkıyla bütünleşen sosyal haklar, devlet ve sermayeden bağımsız örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakkı, çocuk bakımı ve ev işlerinin sosyalleştirilmesi talepleriyle çıkış, aynı zamanda dinin, toplumun ortak hayatını düzenlemesine karşı çıkışı da içerir.
Devletin ve sivil toplumun neoliberal dinselleştirilmesi, yeni bir feodal ruhban sınıfına değil, neoliberal sömürge kapitalizminin ön plana çıkardığı bir sermaye fraksiyonuna dayanmaktadır. Bu yeni “din devleti”, halifeler, şeyhülislamlar ve imamlar tarafından değil, neoliberal tekelci sermaye egemenliğinin organik aydınlarını oluşturan şeriatçı politikacılar, gazeteciler, sanatçılar, akademisyenlerden oluşan bir “islami elit” ile işletilmekte; köylülüğün aristokratik bağımlılığı temelinde değil, artık toplumun büyük çoğunluğu haline gelmiş olan işçi sınıfının sermayenin istediği gibi oynayabildiği bir “serbest emek piyasası” aracılığıyla sermayeye bağımlılığı temelinde yönetmektedir.
Bu koşullar altında, Türkiye’de neoliberal yeni sömürgeciliğe karşı halkın eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, (şiddet ve hizmet örgütlenmesinin toplamı olarak) devletin dinselleştirilmesine karşı mücadelenin yanında, üretim ve yeniden üretim alanının örgütlenmesinin dini vesayet altına sokulmasına, halklar arasındaki ilişkilerin dini referanslara dayandırılmasına karşı mücadeleyi de içine alarak gelişeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Bugünün işçi sınıfı neoliberalizme karşı mücadelesinde devletin dinden arındırılmasını yani laikliği elbette seçkin bayraklarından biri yapacaktır. Ama bugünün işçi sınıfı dini yalnızca devletten söküp atmakla yetinemez, eşitlik ve özgürlük için dini insanın üretken varlığından da uzaklaştırmak zorundadır.
[1] K. Marks, Yahudi Sorunu
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.