Arkasına bakmadan bölgeyi terk eden ABD ordusu, Hava Kuvvetleri kanalıyla bölgeye geri döndü. “Zaten hiç çıkmamıştı ki” derseniz, elbette haksız sayılmazsınız. Evet, bu terör devleti, lanetli ve uğursuz bir şeytan olarak, bölgeden hiç ayrılmadı. Bin bir biçime bürünerek bölgede hep var oldu. Kirli ve kanlı ellerini bölgeden hiç çekmedi. ABD, bölgenin doğal zenginliklerini, pazarını, ucuz […]
Arkasına bakmadan bölgeyi terk eden ABD ordusu, Hava Kuvvetleri kanalıyla bölgeye geri döndü.
“Zaten hiç çıkmamıştı ki” derseniz, elbette haksız sayılmazsınız.
Evet, bu terör devleti, lanetli ve uğursuz bir şeytan olarak, bölgeden hiç ayrılmadı. Bin bir biçime bürünerek bölgede hep var oldu. Kirli ve kanlı ellerini bölgeden hiç çekmedi.
ABD, bölgenin doğal zenginliklerini, pazarını, ucuz iş gücünü, dünya dengelerindeki jeo-stratejik değerini hep kolladı ve kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Hiçbir zaman tam bir egemenlik kuramasa da, ağırlığını hep hissettirdi.
O “ağırlık”, olabilen en kirli hallerden en sofistike biçimlere dek bölgeye yayıldı, halen de yayılıyor.
Özellikle kimi aşiret ve tarikat ağaları kullanılarak kurulan ve tarihsel derinliğe sahip / muhtemelen İngiliz devletiyle ortaklaşılan ajan ağı, geçmişin uzantısı olarak halen de sürüyor. Ama, elbette sadece tarihin bu kirli uzantıları günümüzün karmaşık ve hızlı akan dünyasına yeterli cevap üretemez.
Taşeronluk görevi verilen yerel devletler, gizli işkence ve tutuklama merkezleri, küresel bir ağ içine çekilip kontrole alınarak CIA’ye bağlanan yerel istihbarat ve emniyet örgütleri, NATO kanalıyla içine sızılan yerel ordular, tüketim bataklığının çekim gücüyle satın alınan “modern” işbirlikçiler, merkezi ABD’de olan özel ordular; evet, daha fazlasıyla, bunların hepsi, ABD’nin bölgedeki hegemonya ağının parçaları.
ABD, bu ağ üzerinde hareket ederek, bölge insanlarının dini inançlarını istismardan mezhep çatışmaları kışkırtmaya, yerel toplumsal güçleri ve devletleri birbirine düşürerek kendisine muhtaç hale sokmaya, sahte gerilimler üreterek gerçek sorunların üstünü örtmeye, uyuşturucu ağıyla toplumu düşürmeye, darbeler düzenleyerek halkçı-demokratik toplumsal gelişmeleri engellemeye ve direnişçi yurtseverlere ya da devrimcilere suikastlar düzenlemeye dek geniş bir alana yayılan birçok yıkıcı ve çürüten süreci devreye sokar.
Bu alçakça ve tümü de kirli hamleler, bölgenin bağımlı-düşürülmüş konumunu akan zaman içinde sürekli yeniden üretir.
Kontrole alınan yerel medya ve diğer iletişim kanalları, “yumuşak güç” olarak çalışarak, ABD hegemonyasının devamını sağlayacak toplumsal meşruiyet/onay alanını üretmeye çalışır.
Ve nihayet, bütün bu süreçlerin maddi alt yapısı, bankacılık, sigorta ve enerji alanı başta, bütün ana üretim alanlarındaki yerel sermaye gruplarını “ortaklıklar” kurup kendi kontrolündeki küresel sermaye hareketinin içine alarak kurulur. Bir komprador ya da işbirlikçiliğin çok ötesine geçen bu “ortaklıklarda” kotarılan “küresel ve yerel sermaye gruplarının iç içe geçmesi” gerçekliği, sürekli daha yoğunlaştığı bir konuma doğru sürüklenir.
“Krizler çıkarma”, borsa ve döviz oyunları, borç tuzakları ve diğer türev sahtekarlıklar, sermayenin iç ilişkilerindeki “egemen”-“efendi” konumunun sürekli yeniden üretilmesiyle yetinmez; esas olarak, bölgenin doğal ve insani zenginliklerinin küresel emperyalist hiyerarşi içinde metropol-emperyalist ülkelere sürekli akışını sağlar. O akış, aynı zamanda, tarihsel bir süreç içinde kurulmuş olan küresel emperyalist hiyerarşiyi de sürekli yeniden üretir.
Günümüzde, kriz içindeki emperyalist düzenin, daha yoğun bir küresel soygunun önünü açacak bir yeniden sömürgeleştirmeyi ve bu konuma düşüşün bir ilk adımı olarak ilkel sermaye birikimi dönemlerine benzer bir yağmacı tutumu bölgeye dayattığını görüyoruz. Deneyip, neyin nasıl olduğunu, hangi tepkileri ne şiddette gördüklerini kollayarak yol almaya çalışıyorlar.
ABD’nin imparatorluk denemesi
11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD, meşruiyetini gücünden alan bir “küresel imparatorluk” denemesini uygulamaya bölgeden başlamıştı.
Öyle ya, madem sermayenin yeniden üretimi/artık-değerin emekten emilmesi ve malların satılarak karların realizasyonu, artık küresel zeminde gerçekleşiyor; o zaman, mevcut ulus-devletler arası küresel düzeni aşan bir küresel imparatorluk neden kurulmasın?
Ama, olmadı, güçleri yetmedi, beceremediler.
Afganistan’dan başlayan bir “sürekli savaş” konsepti içinde, Irak, Libya, Suriye, Kuzey Kore ve İran “haydut devlet” ilan edilerek küresel meşruiyet alanının dışına itildi ve sırasıyla savaş alanına dönüştürülerek işgal edileceklerdi.
Uygulanan vahşet düzeyindeki korkunç şiddetle ve o şiddetin sonuçlarının bir “ölüm pornografisi” gibi televizyonlardan teşhiriyle, dünya halkları korkutulacak ve ABD’nin imparatorluk dayatmasına karşı direnişçi tepkiler sönümlendirilecek, “kerameti kendinden menkul” yeni imparatora biat etmeleri sağlanacaktı.
Şimdi IŞİD’in öldürdüklerinin üstünde gürültü koparan sözümona “medeni” Batı medyası, o dönem milyonları öldürüp coğrafyaları tahrip edecek şiddetteki çok daha vahşi ABD şiddetini “göstermekle” yetindiler ve utanmazca sustular.
Sinsilik, utanmazlık ve pişkinlik, onların ilkel sermaye birikim döneminden beridir iyi bildikleri tutumlardı; sömürgeci ya da emperyalist terör, hızlı ve yoğun sermaye birikiminin, zenginliğin, tüketim cennetlerinde yaşayabilmenin “kaçınılmaz” bedeli olarak görülüyor ve suskunlukla geçiştiriliyordu.
Dünya çapında talan düzeyine sıçrayan emperyalist terör ve soygunculuğun, Batı’nın sahte tüketim cennetlerinin günlük akışı için kaçınılmaz olduğunu iyi biliyorlar ve “hayatın gerçekleri” olarak haklılaştırıyorlardı.
Ama, olmadı, hedeflerine ulaşamadılar. Her yerde halkların direnişiyle karşılaştılar ve hiçbir yerde tam egemenlik kuramadılar.
Ordularının muazzam teknik gücüyle ülkeleri tahrip ve işgal edebiliyor, ama hemen sonrasında işgalci güç olarak hedef oluyorlar ve kesim egemenlik kurabildikleri bir imparatorluk tebaası yaratamıyorlardı.
Tersine, oluşan farklı direnişçi güçler, işgalci güce sürekli vuruyorlar, asker kaybı ve işgal bütçesi sürekli artıyordu.
Afganistan ve sonrasında yaşanan Irak işgali, her iki coğrafyada oluşan farklı biçimlerdeki direnişler tarafından sürekli zorlanınca, sıradaki Suriye, İran ve Kuzey Kore’ye doğrudan saldırı şimdilik gerçekleşemedi. Asker kaybı ve artan savaş bütçesi, patlayan ekonomik krizle üst üste düşünce, ABD ordusunun işgal güçlerinin büyük bölümü bölgeden geri çekilmek zorunda kaldı.
O arada, sadece işgal sürecinin tamamlanamaması zaafı değil; aynı zamanda, ABD ordusunun dünyanın bir noktasında odaklanınca diğer bölgelerinde aynı anda savaşamadığı gerçekliği ortaya çıktı.
Daha da ötesinde, özellikle Latin Amerika’da ABD’nin etki alanını daraltan gelişmelere yeterli tepki gösterememesi ve kendisine rağmen oluşan fiili durumların yerleşiklik kazanabilmesi, ABD’nin gücünün sınırlarını bir de bu açıdan göstermiş oldu.
O, ne bütün gücüyle yöneldiği bir bölgede tam bir egemenlik kurabiliyor ve ne de aynı anda dünyanın başka bölgelerinde kendi çıkar alanının zedelenmesini engelleyebiliyordu. Bu gerçeklik, ABD merkezli bir sermaye imparatorluğu denemesinin başarısız olduğunu gösteriyordu. Bir küresel imparatorluk için zorunlu olan birçok kapasiteye sahip değildi; en güçlü olduğu askeri alanda bile, teknik gücünün vahşi yıkım kapasitesinin ötesine geçemiyor, kesin sonuç alamıyordu.
İşte, küresel kapitalizmin çok yönlü krizinin “hegemonya krizi” ekseni buradan gelişti ve şimdi içine sürüklendiğimiz küresel kaos ortamı aynı gerçeklikten ivme aldı.
Üstelik, imparatorluk projesi gerçekleşmeyen ABD’nin geri dönüp yeniden eski hegemon güç konumuna yerleşmek isteği de, hem rakip emperyalist güç odakları hem de küresel direniş güçleri açısından yeterli güç dengesini kuramıyor ve gerekli küresel meşruiyeti oluşturamıyordu.
Dimyad’a pirince giden evdeki bulguru da kaybetme tehlikesiyle karşılaşmıştı.
Bu durumda, yaşanan “hegemonya krizinin” bir sonucu olarak, kapitalist küresel düzenin ancak bir hegemon devlet aracılığıyla sağlayabileceği, son derece çeşitli ve güçlü merkezkaç güçlere rağmen saçılıp dağılmadan varlığını sürdürebilme kapasitesi zayıflıyordu.
Kapitalizm, kendi özgün tarihinde yaşadığı, şehir devletleri Cenova, Venedik, Brügge, Antwerpen ve Amsterdam’dan başlayıp, hepsi uzun ve sert savaşlarla kurulabilen Hollanda, İngiltere ve ABD ‘ne uzanan “Hegemon Güç” konumlanışının şimdilik sağlanamadığı ve onun düzenleyici-toplayıcı rolünün yerine getirilemediği yeni bir durumla baş etmek zorundaydı.
Küresel düzende ABD’nin hegemonik duruşu zayıflıyor, Almanya odaklı AB, Rusya ve Çin’in bağımsız davranma kapasiteleri güçleniyor, Brezilya gibi bölgesel güç odakları oluşuyordu.
Öte yandan, sermaye birikiminin somut-tarihsel akışının günümüz kapitalizminde, gerek sanal ortamda an be an gerçekleşen finansal operasyonların “balon” biçimindeki artışının, gerekse gerçek kaynak olan artı değerin emekten çekilip alındığı üretim alanlarının ve dağıtım ve realizasyon süreçlerinin “küresel” zeminde gerçekleşmesi gerçekliği içinde yeni bir durum daha oluşuyordu.
Evet, sermayenin küresel konumlanışıyla, onu koruyan ve akışının önünü açan standartları koyan gücün/güçlerin ulus-devletlerde konumlanması arasındaki çelişki, çözümsüz bir güncel gerçeklik olarak şekilleniyordu.
Yeni bir dünya
Oluşan hegemonya krizinin “yeni bir dünyanın” ilk ivmelerini verdiğini görebiliriz.
Hegemon bir küresel güç olma konumunu tarihselliğine ve mevcut askeri gücüne dayanarak şimdi de ısrarla dayatan ABD; o hegemonyanın kapitalizmin güncel varlığını kapsayamadığını görerek kendilerini kapitalist dünya düzeninin zirvesine yerleştirmeye çalışan rakip devletler/özellikle Almanya, Rusya ve Çin; oluşan kargaşa içinde kendilerine özgü bölgesel güç alanları oluşturmaya çalışan bölgesel güç adayları/özellikle Brezilya ve Hindistan; özellikle son on yılda öne çıkmaya başlayan ulus-devlet dışı ve silahlı güç odakları/özellikle PKK, Lübnan Hizbullah’ı, Hindistan’ daki Maocu gerilla grupları, Zapatistalar ve MPLA gibi halkçı-devrimci güçler ve nihayet, direnişi çürütme işlevli el-Kaide, IŞİD ve türevleri; işte günümüz gerçekliği.
Bu olguların hepsi bir arada varlıklarını sürdürüyor, güçlerini birbirlerine dayatıyor, hepsi kendisini sürdürmek ve egemenlik alanını kalıcılaştırmak ya da genişletmek istiyor.
Açık ki, dünya kapitalizminin güncel krizini oluşturan ögelerden “hegemonya krizi” ekseni, çözümsüz kaldıkça kaotik bir küresel ortama sürükleniyoruz, düzensizleşme yönündeki eğilimler güç kazanıyor.
Hegemonya krizinin dışında, krizin diğer oluşturucu ögelerinden olan ekonomik ve ekolojik kriz eksenleri de, küresel kapitalizmin yapısal sınırlarını belirginleştiriyor.
Kar oranlarındaki düşme eğiliminin güç kazanmasının itişiyle 70’lerden itibaren bir uzun dalga krizine giren dünya kapitalizmi, krizi aşmak için bir dizi yapısal dönüşüm geçirse de, yatırım yapmayı çekici hale getirecek düzeyde bir karı güvence altına alacak yeni teknikler ya da yeni üretim alanları henüz bulunamadı. O yüzdendir ki, eski sömürgecilik döneminin ilkel sermaye birikim metotlarına umut bağlanıyor.
Ama o yöndeki uygulamalar, zaten gergin ve kaotikleşen ortamı daha da düzensizleştiren ivmeler oluşturuyor. Sermayenin somut tarihsel akışının üstünde hareket ettiği alan olan küresel toplumsallık parçalanma yönünde zorlanıyor. Üzerinde yüz milyonlarca insanın yaşadığı Pakistan, Nijerya ve Kongo gibi bazı devletler dağılma süreci içindeler.
Ekolojik kriz de, sermayenin somut-tarihsel hareketiyle doğadaki insani toplumsal yaşamı mümkün kılan hassas ekolojik dengeler arasında uzlaşmaz bir çelişki ekseni oluşturuyor.
Kendi akışını küresel düzeyde gerçekleştiren sermayenin geniş yeniden üretim devrelerinin hammadde ve enerji olarak doğadan talep ettikleriyle, doğanın sabit stokları ve devrevi kendini yenileme kapasitesi arasında birbirini dışlayan ve imkansız kılan günümüz kapitalizmine özgü bir somut gerçeklik oluştu ve sürekli güçlenerek oluşmaya devam ediyor.
Öte yandan, günümüz kapitalizminin en görünür gerçekliklerinden biri olan ve üstelik savunucularının pek de övündüğü “tüketim cenneti” olma olgusu ve yarattığı “kullan-at” toplumunun ürettiği çöp dağlarının kapasitesi de, yeryüzünün onları yok edebilme kapasitesinin epey ötesine geçmiş durumda.
Hepimizin gözüne görülebilecek bir güce ulaşan bu somut gerçeklerin hepsinin bir arada yaşanıyor olması, sözgelimi demografik patlama gibi başka kriz eksenleriyle birlikte değerlendirildiğinde, küresel çapta sürekli hareket halinde olan yıkıcı toplumsal kırılmaları ve isyanları kışkırtıyor.
Sadece devletler arası gerilimler yok; küresel toplumsal yaşam topyekun gerilim içinde, zıt yönlerdeki hareketler birbirleriyle süreklileşen çatışmalar üretiyor. Devletleri aşan ya da kapitalizmin ötesini hedefleyen bazı askeri-politik örgütlerin de küresel güç dengelerine yerleşebilecekleri asgari eşikleri aştıklarını ve kendilerini konumlandırdıkları yüksek meşruiyet alanına dayanarak geniş toplumsal güçlerle kaynaştıklarını saptayabiliriz.
Gücün fazlasını elinde tutan devletlerin arasındaki kimi coğrafyalarda savaş düzeyine sıçrayan gerilimlerinin üçüncü dünya savaşını mı başlattığı tartışılıyor.
Şimdi yaşadıklarımızın başlangıç öncesi bir “prelüd” mü olduğu, yoksa günümüze özgü bir dünya savaşının içinde mi olduğumuz, gelecek günlerde yaşayacaklarımızla anlaşılacak. Ama “normal” zamanlarda olmadığımız ve var olan küresel gerginliğin daha da yoğunlaşma yönünde geliştiği açıkça görülüyor.
Var olan durum bir kaosa doğru sürükleniyor.
Tek kutuplu ve o kutbun zirvesindeki hegemon bir devletin yönettiği bir küresel konuma yeniden yerleşme imkan dahilinde görülmüyor. Ancak, henüz, oluşan güç dengelerinin zorlamasıyla tarafların birbirini kabullendiği çok kutuplu bir dünya düzeni de yok.
Öte yandan, devletlerin kontrolü dışına çıkan ekolojik felaketler ya da demografik patlama gibi olguların yanı sıra, yoksulluk ve açlık kalıcı bir yapı kazanarak yüz milyonları kapsıyor. Kapitalist sistemin bu sorunları çözme kapasitesi yok.
Çok yönlü küresel kriz, çözümsüzleşen ve yüz milyonları hatta yeryüzündeki insani yaşamı etkileyen şiddette çeşitli sorunlar ve kontrol dışına çıkıp kaosa sürüklenen bir dünya; işte günümüzün gerçekliği.
Eskiden olduğu gibi, topyekun bir dünya savaşıyla dünyanın yeniden paylaşımının gerçekleşmesi, yeni güç dengelerinin savaş içinde oluşması ve savaşın yapacağı “yaratıcı yıkımla” mevcut “aşırı birikimde” yaşanacak “değersizleşme” sonucunda yeni sermaye birikim kanallarının önünün açılması ise, yani kapitalizmin bilinen krizden çıkış yolunun yeniden yaşanması ise, “mümkün” olsa da “kesin” değil.
Sermayenin somut-tarihsel hareketinin günümüzdeki gerçekleşme biçimi, o “yaratıcı yıkım”dan bütün güçlerin zararlı çıkacağı bir olasılığı güçlendiriyor. Artık, en büyük sermaye grupları söz konusu olduğunda, bütün dünyaya ve her düzeyde bir yayılım gerçekliği içindeyiz.
O durumda, yakın zamanda Suriye ve Ukrayna’da olduğu gibi eller tetiğe gitse de, bir türlü ateş edilemiyor ve geri adım atılarak günü kurtarma tercih ediliyor. Ama o “tetiğe dokunma” coğrafyaları ve anları arttıkça, her şeyi göze alan bir gücün “tetiği çekmesi” olasılığı da güçleniyor.
İşte, Ortadoğu’da olup bitenleri, ancak içinde oluştuğu böyle bir özel küresel gerçeklik içinde anlayabilirsek bütün boyutlarıyla kavrayabiliriz.
Kaos kontrolden çıkıyor mu?
Bölgedeki güncel duruma kaba bir bakış atarsak, iki ittifak alanının aralarında çatıştıklarını, üçüncü bir alanın ise kendisini var etmeye çalıştığını görebiliriz. Öte yandan, farklı savaş türleri aynı anda yaşanıyor, savaşın alanı gittikçe genişliyor ve savaş şiddeti artıp azalsa da, bir süreklik içinde sürüp gidiyor.
İlkin, ABD ve AB’den oluşan küresel güç alanının bölgeye müdahalesini, bu güçlerin bölgedeki doğrudan uzantısı olan İsrail’i ve yerel “taşeron” devletlerin yer aldığı bir ittifak alanını vurgulamalıyız.
IŞİD, el-Kaide/Nusra, ÖSO ve benzeri oluşumlar da, yeni bir savaş türü olarak yaygınlaşan ”Hibrit savaşı” aleti olarak, bu güçler tarafından kullanılıyorlar.
Elbette, bu tür örgütleri emperyalist devletlerin alet çantasındaki basit bir alet olarak görmek yanlış olur. Antika tarihin beşiği olan bu coğrafyanın tarihsel derinliğindeki kirli gerçeklerden ivme alıyorlar. Özellikle de, üretimden kopuk vurguncu egemenler olan tefeci-bezirganların halk düşmanı alçaklık tarihinden çıkıp geliyorlar. Öyle, kendilerini basit bir “alet” olarak görüp istedikleri gibi oynayacaklarını sananları yanıltacaklarını da hep beraber göreceğiz.
ABD-AB savaş ekseninin devlet düzeyindeki yerel “taşeronları”, kendi aralarında farklı kanatlarda konumlanıyor.
Suudi Arabistan ve Mısır bir kanadı, Türkiye ve Katar diğerini oluşturuyor. Kalıcılık yeteneği zayıf olan bu diziliş, tamamen güncel çıkarlar üzerinden şekilleniyor. Her iki kanat da, işbirliği yaptıkları küresel güçlere en iyi “hizmeti” vererek bölgede kotarılmak istenen olası vurgundan en büyük payı kapmayı hedefliyor.
Ama, tersinden gelişen bir başka eğilimin içinde, aynı yerel taşeron devletler, kapitalizmin çok yönlü krizinin bütün emperyalist güçlerde yarattığı hasardan faydalanarak ve özellikle de oluşan hegemonya krizinin yarattığı kimi boşlukları kollayarak, kendi hareket-güç alanlarını beslendikleri küresel güçlerin kendilerine tanıdığı imkanların ötesine geçirmeye, mümkün olan en geniş etki alanına ve hatta mümkünse kendi bölgelerinde bağımsız davranma kapasitelerini güçlendirmeye çalışıyorlar.
Arkasına ABD ve AB’yi alan TC, böyle bir arayış içinde; İran’ da Rusya ve Çin’i arkasına alarak aynı yönde yol almaya çalışıyor.
Her iki devlet de, küresel zeminde yaşanan hegemonya krizinin oluşturduğu boşlukları değerlendirerek “kendi başlarına” da davranabilmek ve Brezilyanın kendi bölgesindeki konumuna benzer bir güç alanı yaratabilmek istiyor.
İsrail, oluşan kaotik ortamı fırsat bilerek, askeri gücünün yıkım kapasitesine dayanarak ve Filistin halkının kendi çıkarlarını savunan bir halkçı-devrimci önderliğe sahip olmamasından da güç alarak Gazze’ye yeni bir terör saldırısı yaptı.
Belirgin bir kazanç elde edemeden, ama Filistin halkının yarattığı zenginlikleri yıkıma uğratıp binlerce Filistinliyi de öldürerek geri çekildi. Bölgedeki “yalnızlığı” pekişti ve kendi “ terör devleti” kimliğini bir kez daha kusarak dünya halkları gözünde yeniden deşifre oldu.
Mısır’da yaşanan “Tahrir İsyanı” ve sonrasında, halkın “özgürlük” arayışı, bağımsız-devrimci bir toplumsal-politik alana sıçrayamayınca güçsüzleşip geri çekildiği yerde güç topluyor.
Emperyalizmin Müslüman Kardeşler eliyle bir “ılımlı İslam” rejimi kurma denemesi, başarısız olunca, askeri darbeyle devrildi. Devrik diktatör Mursi hücresinde hatalarının ve beceriksizliklerinin bedelini öderken, yeni diktatör General Sisi yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor.
Mısır devleti bölgede güç kaybediyor, ama Mısır halkının yeni “özgürlük” hamleleri-yeni “Tahrir” isyanları kimseyi şaşırtmamalı.
Suudi Arabistan, oluşan bölgesel boşluklara en saldırgan biçimde müdahale ederek, bölgeye saplanmış bir hain-işbirlikçi aile-devlet konumlanışının etrafında yerel bir güvenlik çemberi oluşturmaya çalışıyor.
İstihbarat şefi Bender’in şahsında simgeleşen provakatif hamleler, bölge halklarının bu ajan şebekesini bir kez daha tanımasını sağladı. En son IŞİD ve ÖSO oluşumlarında epey ter döktükleri herkes tarafından biliniyor.
Bu “uydurma” ve işbirlikçi terör devletinin hırslarının kapasitesinin epey üstüne çıktığını saptayabiliriz. Mısır’ın zayıflamasından faydalanarak, bu devleti yedeğine almayı hedeflediği bir bölgesel eksen kurmaya çalıştığı görülüyor.
Yemen’de “Husi isyanı” yaşandı ve Suudi işbirlikçisi iktidar çetesi devrildi. İran’da yaşanandan farklı dokuya sahip özel bir Şii topluluğu olan bu güçler, İran’la yakın ilişki içindeler. İran, yaşanan son durumu Suudilere attığı bir tokat olarak yorumluyor olmalıdır.
Devletlerin dışında konumlanan bazı askeri-politik örgütler de iki kanaldan beslenerek birer bölgesel güç olarak konumlanıyorlar.
Kapitalizm öncesindeki Antika tarihin direnişçi toplumsal güçleri, komünal asabiyetleri kapitalizm tarafından zayıflatılmış haliyle de olsa bir biçimde halen süren tarihsel-devrimci güçler olarak, Lübnan Hizbullahı ve Irak/Sadr hareketi, ikincisi zayıflamış olsa da, oluşan kaotik ortamda kendi kimlikleriyle var olup etki alanı yaratmaya çalışıyorlar. Arap Aleviliği komününün/toplumsal dokusunun da, savaş içinde yeniden canlandığını görüyoruz.
Bu güçler, anti-emperyalizmle anti-kapitalizmi birbirinden ayırıyorlar ve kapitalizme karşı olmadan emperyalizmle mücadele edebilecekleri yanılgısı içindeler. İran devletiyle ilişkili bir bölgesel güç ekseni içinde konumlanarak varlıklarını bir dengeye kavuşturmaya çalışıyorlar.
Kapitalizmi aşan bir ufka sahip olan ve laik kimliğinde ısrarlı Kürt Özgürlük Hareketi ise, her ne kadar Kürt komününün asabiyetini taşısa da, esas olarak “modern zamanların”/kapitalizm çağının direnişçisi bir halkçı-devrimci alan içinde konumlanıyor.
Emperyalistler arası ve yerel devletlerarası çelişkilerden faydalanma konusunda oldukça başarılı bir hassasiyet içinde olan KÖH, “kendi gücüne güven” temel ilkesine bağlı kalarak ve her durumda “bağımsız” varlığının genişleyerek yeniden üretimini sağlayarak yol almayı başarabiliyor.
Kobane direnişi, PKK’yi bölge gündemini aşan bir küresel denkleme yerleştirdi. Bölge ile ilgili bütün “hesaplar” bir biçimde küçük Kobane kasabası üstünde toplanmış durumda. Aslında, bütünüyle Kürt coğrafyası bölgenin güncel merkezi oldu.
PKK’nin Kandil’de konumlanan önderliği, IŞİD’in Musul saldırısı sonrası oluşan momentumu değerlendirerek Irak’ da hamle yaptı ve o bölgeye özgü bir toplumsallaşma sürecini başlattı. Şengal bölgesinde 4. Kanton inşa etmenin askeri ve politik koşulları oluşturulurken, bütün “Başur” u/Güney Kürdistan’ı kapsayan bir yayılımın yoklandığı görülüyor.
Bazı sorular
Ortadoğu, emperyalist “Batı” nın özellikle de ABD’nin hesaplarını bozuyor. Asya-Pivot çerçevesinde güçlerin Çin karşısında doğrudan konumlanacağı bir yeni yöneliş epey gürültülü bir tarzda açıklanmıştı. Ama, evdeki hesap çarşıya uymadı.
Bölgeden çekilen ABD, evet bir başarılı hamle yaparak, kovularak gidişinden oldukça farklı biçimde ve bir “kurtarıcı” maskesi takarak geri dönüyor.
Peki, Asya-Pivot planları ne olacak? Çin’in dünya ekonomik dengelerindeki ağırlığının istikrarlı artışı yavaşlayarak da olsa sürdüğüne göre, Ortadoğu ABD’yi içine çekerek boğmaya başlamış olmuyor mu?
Herkes görüyor, ABD tarafından bölgeye kontrollü ve yaratıcı bir kaos stratejisi dayatılıyor. Evet, bölge bir kaosa sürükleniyor da, ne kadar kontrollü, “mimar” ABD hangi kazancı elde edebildi?
O kaosun büsbütün ABD’nin kontrolünden çıkması ya da sonuçları itibarıyla aleyhine dönmesi ve hatta yerel direniş güçlerinin güç kazanıp fiilen “ikili iktidar” konumlarını inşa etmesi gibi sonuçların da kendisine yaşam alanı aradığı açık değil mi?
Peki, başka ne yazılabilir?
Kapitalizm bölgemize sadece yoksulluk değil, o yoksulluğun iyice derinleştiği bir karanlık kaos ortamı içinde yaşanan ve koyulaşarak devam edeceği açıkça görülen terör, sürekli savaş, işgal, kadın düşmanlığı ve ekolojik yıkımdan oluşan bir cehennemcil kader dayatıyor.
Şimdi, yaşayabilmek için sadece direnmek yetmiyor, yetmeyecek.
Evet, emperyalist şeytanların boğazımızı sıkan ellerini parçalayacak güçlü bir direniş tarihsel var oluşumuzun/yaşamlarımızı sürdürebilmenin kaçınılmaz kaderi olarak kendisini dayatıyor. Ama yetmez.
Şimdi, aynı zamanda, bir kurucu iradeye sahip olmak, gelecekten bugüne bakan bir soğukkanlılıkla kuşanmak, nasıl bir yaşam istiyorsak onu bize dayatılan kaos ortamına dayatmak, toplumsal meşruluk içinde konumlanarak ve fiili durumlar yaratarak kendi bağımsız çıkarlarımız temelinde bir yaşamı inşa etmek zorundayız.
Şimdi, toplumsal ve siyasal devrim güçlerinin, bir sarmaşık gibi birbirine sarıldıkları bir akış içinde konumlanarak ve sürekli tarihsel hamleler yaparak, hiçbir güçten onay almadan fiilen meşru devrimci-demokratik mekanlar/alanlar/coğrafyalar inşa etmeleri gerekiyor. O meşru devrimci-demokratik alanları kalıcılaştırabilmek ve birbirleriyle ortaklaştırabilmek için, bölgeye cehennemcil bir kaos ortamı dayatan düşman güçlere ve onların yerli işbirlikçilerine cesaret ve cüretle dayatılmaları gerekiyor.
Tarihsel ve karmaşık bir sürece girdik, daha derinden gireceğiz ve bir tarihsel dönem böyle yaşanacak. Gerçeğin olduğu gibi görülmesi, kaçamak tutumlardan uzak durulması gerekiyor. Cesaret ve cüretle davranmak, bölgede yaşayabilmenin kaçınılmaz zorunluluğu.
24 Ekim 2014
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.