Aralık 1946’da MEB bütçesinin tartışılması sırasında gündeme alınan “din eğitimi” konusunda konuşan CHP ajitatörü Tanrıöver “komünizm tehlikesine karşı manevi direnci sağlamak” üzere okullara din eğitiminin konulmasını istemiş ve izleyen yıllarda CHP iktidarının başlattığı “din açılımı” bugün ortaöğretimde türbanın serbest bırakılmasına kadar uzanan sürecin ilk adımını oluşturmuştur Kemalist dönemin laiklik politikalarının “dini devlet güdümüne almaktan” ziyade […]
Aralık 1946’da MEB bütçesinin tartışılması sırasında gündeme alınan “din eğitimi” konusunda konuşan CHP ajitatörü Tanrıöver “komünizm tehlikesine karşı manevi direnci sağlamak” üzere okullara din eğitiminin konulmasını istemiş ve izleyen yıllarda CHP iktidarının başlattığı “din açılımı” bugün ortaöğretimde türbanın serbest bırakılmasına kadar uzanan sürecin ilk adımını oluşturmuştur
Kemalist dönemin laiklik politikalarının “dini devlet güdümüne almaktan” ziyade “dini devletten, devleti de dinden dışlama”ya yönelen keskin bir dışlayıcılıkla nitelendirilmesinin daha doğru olduğunu belirtmiştim.
Siyasi İslam sözcülerinin ve sağ ve sol liberallerin iddialarının aksine, dinin devlet güdümüne alınmasına yönelik kurumlaşmalar ve uygulamalar, dinin ihtiva ettiği rejim karşıtı potansiyelin denetim altına alınması amacını taşımıyordu. Tam tersine bugün “dinin devlet güdümüne sokulması” olarak adlandırılan kurum ve uygulamaların temelinde, Kemalizm’in dini devletten, devleti dinden dışlama politikasından, Sünni İslam’ın devlet desteğiyle örgütlenmesi politikasına geçiş bulunmaktadır.
Kemalist laiklik politikasındaki bu kırılmanın tarihi manidardır: 1946. Aralık 1946’da MEB bütçesinin tartışılması sırasında gündeme alınan “din eğitimi” konusunda konuşan CHP ajitatörü Hamdullah Suphi Tanrıöver “komünizm tehlikesine karşı manevi direnci sağlamak” üzere okullara din eğitiminin konulmasını istemiş ve izleyen yıllarda CHP iktidarının başlattığı “din açılımı” bugün ortaöğretimde türbanın serbest bırakılmasına kadar uzanan sürecin ilk adımını oluşturmuştur.
Dini devlet güdümüne aldığı söylenen kurumlaşma ve uygulamalar, muhafazakar siyaset adamları tarafından “devletin dine yardım etmesi” talebiyle gündeme getirildiler. Cami ve mescitlerin yönetimi ve cami görevlileri (hayrat hademesi) kadrolarının Diyanet İşleri Başkanlığına devredilmesi, İmam Hatip Kursları ve akabinde Okullarının yeniden açılması, Dini Yayınlar Döner Sermayesi’nin kurulması, radyoda dini yayınlar yapılması ve ilkokullara isteğe bağlı din dersinin konulmasıyla başlayan bu süreç, sağcı iktidarlarla (CHP’li Günaltay’dan başlayarak Menderes, Ürgüplü, Demirel, Erbakan, Özal ve Erdoğan) istikrarlı bir biçimde yürütülen “Türkiye toplumunun devlet eliyle muhafazakarlaştırılması” projesi olarak bugüne kadar geldi.
“Dinin devlet güdümüne alınması”nın kanıtı olarak gösterilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinsel yayınlar ve din adamları üzerindeki otoritesi esas olarak 1950 sonrasında gelişmiştir. Müftülerin seçim usulü 1950’den sonra kaldırılmış, bucak ve köy imam-hatipleri 1965’te Diyanet İşleri’nin maaşlı personeli haline getirilmiştir. Din öğretim ve eğitiminin “özel okullar ve kurslar” aracılığıyla yapılması yönündeki öneriler, sağcı politikacılar tarafından reddedilmiş, “din adamı yetiştirmek için kamu desteğinin zorunlu olduğu” ileri sürülmüştür.
Din eğitimine verilen devlet desteği, 1965’te çıkarılan 633 sayılı yasada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerinin “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak belirlenmesiyle, dinin toplumun ahlak normlarının oluşumunda temel bir referans olarak kabul edilmesine vardırılmıştır.
1982 Anayasası “toplumsal birleşme ve bütünleşmeye katkı sunma”yı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleri arasına sokarak, Sünni İslam’ı resmi ideolojinin kaynakları arasına sokmuştur.
Bu süreç boyunca Devletin dine verdiği desteğin Sünni İslam’la sınırlanması yönünde gösterilen çabalar da özellikle dikkat çekicidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın örgüt, görev ve yetki alanına ilişkin olarak 1963’te hazırlanan tasarıda yer alan “Mezhepler Müdürlüğü”nün, “milli ve dini birliğin bozulması”na yol açacağı ileri sürülerek tasarıdan çıkarttırılması bu konudaki karakteristik örneklerdendir. Bugünkü laiklik tartışmaları, 1946 sonrasında Sünni İslam’a verilen devlet desteği ile anti-komünist Siyasal İslam hareketlerinin gelişimi arasındaki paralellik dikkate alınmadan yapılamaz.
1946 sonrasında Devletin Sünni İslam din eğitimi ve öğretimine verdiği destek, zamanla dinin “genel ahlak” için referans haline getirilmesine, daha sonra “toplumsal birlik ve bütünlük” kaynağı olarak dokunulmazlık kazandırılmasına ve ardından da eğitimin dinselleştirilmesine uzanarak, Sünni İslam’ın ahlak, siyaset ve eğitim ortamına egemen olduğu bir “muhafazakar toplum” yaratma projesinin hayata geçirilmesinin başlıca adımları olmuştur.
Artık tartışılmaz bir biçimde ortadadır ki, Türkiye toplumu, ahlak, siyaset ve eğitim Sünni İslam hegemonyası altına sokularak muhafazakarlaştırılmaktadır. Bu “muhafazakarlaştırma sürecinin” aynı zamanda neoliberal yeni sömürgecilik politikalarının (iç ve dış politika düzlemindeki) bütün yönleriyle konsolide edildiği bir dönemin karakteristik görünümü olduğunun da altı çizilmelidir.
Sünni İslam şeriatının genel ahlaki, siyasi ve kamusal hizmet normu haline getirilmesinin temelde neoliberal yeni sömürgeci yıkımı güvence altına aldığı gerçeğinden hareket eden bir laiklik programının oluşturulması ve somut bir mücadele konusu haline getirilmesi Türkiye Sosyalist Hareketinin bugünkü birincil meselelerindendir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.