Ortadoğu’da Haziran ve sonrasında sertleşip yoğunlaşan süreçle birlikte, bölge devletleri, halkları ve Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) açısından, sürekli hareket edip değişen “kaotik” bir politik zemin oluştu. Karşımızda, emekçi-yoksul Kürtlerin öncülüğünde kurulan ve özgün bir kadın kurtuluş hareketi yapısını da içinden çıkaran, kendi tarihi sürecinde birçok kırılma ve eşikleri aşıp günümüzde küresel dengelerin göbeğine oturmuş bir […]
Ortadoğu’da Haziran ve sonrasında sertleşip yoğunlaşan süreçle birlikte, bölge devletleri, halkları ve Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) açısından, sürekli hareket edip değişen “kaotik” bir politik zemin oluştu.
Karşımızda, emekçi-yoksul Kürtlerin öncülüğünde kurulan ve özgün bir kadın kurtuluş hareketi yapısını da içinden çıkaran, kendi tarihi sürecinde birçok kırılma ve eşikleri aşıp günümüzde küresel dengelerin göbeğine oturmuş bir direniş ve özgürlük hareketi duruyor.
Tüm kritik kavşaklarda hareketin emekçi/kadın kimliğini ve barındırdığı güçlerin devrimci potansiyellerini olağanüstü hassas dengelerde tutunarak da olsa bir biçimde koruyabilen Kürdistan Özgürlük Hareketi (KÖH), tam da bu devrimci zeminin yarattığı muazzam bir taktik zenginliği ve örgüt yapısıyla, her zaman-her durumda “bir adım ileri” atabilen bir “dokuz canlılığa” sahip.
“Çözüm masası”
Uzun süredir devam eden “çözüm süreci”, AKP hükümetinin hazırladığı, çerçeve olan “müzakere çözüm yasasının” geçtiğimiz Haziran ayında Meclis Başkanlığı’na sunulmasıyla, kısmen yasal zemine kavuşturuldu ve KÖH önderi Öcalan ile yapılan görüşmeler artık bu minvalde sürdürülüyor. Ki, CB seçimleri sonrası kurulan 62. Hükümet programında sürecin Başbakanlığa bağlanmış olması da ayrı bir önemli moment.
Öncelikle, çözüm sürecinin neden/nasıl başladığını, tarafların o “masa”ya hangi sebeplerle oturduğunu tekrar hatırlayalım.
“Çözüm süreci” tartışmaları politik gündeme oturduğundan beri, AKP’nin Kürt sorununu “demokratik bir hamle” olarak çözme “samimiyetine” inanan, ancak AKP’nin tıkandığı noktaların görülmesi ve ona zaman tanınmasını savunan bir eğilim var. Bu eğilim, kendi iç tutarlılığı doğrultusunda davranıyor ve tarihsel eşiklerde sessizliğini koruyarak, politik süreçlere mümkünse bulaşmamaya çalışarak ve “gizli” bir “AKP destekçisi” konumuna yerleşerek inisiyatif kazanmaya çalışıyor.
Öyle ki, bu yaygın eğilim, Kandil ve özelinde Cemil Bayık’ı “şer cephesine” yerleştirerek; Devrimci Halk Savaşı’nın yenildiğini, Öcalan’ın bu yenilgi sonrasında tekrar inisiyatif kazanmasıyla çözüm sürecinin önünün tekrar açıldığını ve AKP/TC’nin de “demokratik bir hamle” yaparak o masaya oturduğunu düşünüyor.
Çözüm sürecini liberal-burjuva bakış açışıyla okuyan bir eğilimden söz ediyorum…
“Yetmez ama evet”çi zihniyetten, Gezi’deki sessiz kalma taktiğinden, 17-25 Aralık Operasyonlarında salt Cemaat karşıtlığı üzerinden yürütülen politikalardan söz ediyorum.
Sol güçlere kadar uzanmış, KÖH içerisinde özellikle yasal alanda oldukça güçlü konumlanan Kürt burjuvazisinin eğiliminden söz ediyorum.
E, öyle ya, burjuvazi ulus, din, mezhep, ırk seçmiyor; sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Kürtlerde de elbette aynı gerçeklik hükmünü yürütüyor.
Liberal-burjuva eğilime sormak gerek, gerçekten Devrimci Halk Savaşı yenildiyse, Rojava Devrimi ve sonrasındaki yeni durumda kazanılan muazzam inisiyatif nerden geliyor?
Bu eğilimin tam karşısında ise, rejimi masaya oturtan asıl gücün, Devrimci Halk Savaşı ile açığa çıkan halkın gücü olduğunu savunuluyor. Buna göre, zaten ekonomik bunalım ve Ortadoğu’da içine düştüğü “değerli yalnızlıkla” zorlanan AKP/TC’nin, bir de Devrimci Halk Savaşı ile sürekli hamle yapan KÖH tarafından sıkıştırılması sonucunda, el mecbur “çözüm” masasına oturmak zorunda kaldı. Hiç de istenmeden ve üstelik her an “masayı devirme” fırsatını kollayarak başlatılmak zorunda kalınan bu sürecin, geriye düşmemesi için, “halkın zorunun” sürekli devrede/sokakta olması gerekiyor.
Ve soruluyor, elinde olsa ilk fırsatta bıçağı KÖH’ün kalbine saplayarak onu tasfiye etme hayalinde olan AKP/TC, şayet PKK yenilmiş olsaydı, çözüm masasına neden otursun? “Sri-Lanka modeli”-toplu katliam tartışmaları hepimizin gözü önünde yapılmadı mı?
Liberal-burjuva eğilimin savunduğu üzere, AKP o masaya gerçekten adeta bir “demokrasi havarisi” olduğu için ve demokratik bir hamle olarak, Kürt sorununu çözme arzusuyla mı oturdu?
TC’nin tüm müzakere süreçlerinde izlediği oyalama politikaları, medya tarafından Öcalan ve Kandil arasında yaratılan sözümona “çelişkilere” dair manipülatif haberler, Barzani’yle birlikte yürütülen “bölgesel hegemonya” girişimi ve elbette, TC’nin KÖH içindeki ve dışındaki Kürt burjuvazisini Barzani kanalıyla kapsama ve satın alma politikaları, Öcalan ve Kandili “tasfiye etme” amaçlı değil de, “demokratik çözüm” arzusundan mı kaynaklanıyor?
Ya da, yakın zamanda Gewer’de olanlar, Lice olayları, hendek ve kalekol inşaları ve hemen CB seçimleri arifesinde TSK’nın başlattığı operasyonlar, IŞİD çetelerine alenen destek politikaları ya da Öcalan’ın hala tecrit altında olması, hangi görüşün haklı olduğuna dair ciddi ipuçları değil mi?
Sürece, çözüm masasının tarafları açısından çok yönlü bakıldığında; egemen güçler açısından ciddi bir hegemonik kriz ve akabinde egemen blok içindeki güç savaşlarını; öte yandan, Öcalan’ın İmralı’da yürüttüğü diplomasi görüşmelerini, Kandil’in de önce Devrimci Halk savaşı ve sonra Rojava şimdi de Şengal-Musul hattında kazandığı başarıları ve birbirini tamamlayan bu iki farklı yönelimin KÖH’ü bölgesel ve hatta küresel bir düzleme yerleştirmesini rahatlıkla görebiliriz.
***
Emperyalist devletler ile, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi bölge devletlerinin desteklediği IŞİD çeteleri, potansiyel bir tehdit olmaktan ciddi bir katliam ordusuna dönüşmüş ve Kürdistan bölgesine yayılmış durumda…
Elbette ki, IŞİD gökten zembille inmedi. Bazı bölgesel ve uluslararası güçlerin desteği ya da yönlendirmesi olmaksızın böylesi kritik bir bölgede bu kadar basit bir “katliam çetesi” bu denli hızlıca yayılıp güçlenebilir mi?
IŞİD; bölgedeki düzenin yeniden dizayn edilmesinde emperyalist güçler tarafından kullanılan bir alet, bir “istikrarsızlaştırma aracı”, bir “kontrollü ve yaratıcı kaos” oluşturma makinesi.
İstikrarsızlık yaratma ve giderek kaos oluşturma hedefine yoğun ve vahşi şiddet uygulayarak yol alan ve böylece emperyalist güçlerin bölge politikalarına ön açan, bölgedeki direniş eksenine karşı katliamcı bir çizgide konumlandırılmış, emperyalist gizli servislerin desteğiyle palazlandırılmış bir İslam (!) örgütü.
Dolayısıyla, IŞİD’i Ortadoğu’daki siyasal denklemin küçük bir parçası ya da fanatik bir çete olarak değerlendirmek, süreci tamamen yanlış okumak olur.
Haziran ayındaki Musul işgali ardından, henüz Irak’taki operasyonunu bile neticelendirmeden apar topar Rojava’ya yönlendirilen, ardından yüzünü Kobane’ye, Şengal’e ve Maxmur’a dönen bir IŞİD pratiği görüyoruz.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, Bağdat yakınlarına kadar ilerleyişi ve sonrasında, Barzani’nin tersten bir hamlesiyle Kerkük’ü fiilen Kürdistan topraklarına dahil etmesi, bölgedeki siyasal dengeleri değiştirdi.
IŞİD’in 3 Ağustos ile başlayan Şengal saldırıları ise, hem egemen güçler hem de KÖH açısından ciddi bir dönüşüm noktası oldu.
IŞİD’in Kürdistan coğrafyasının tümüne yönelik sistematik saldırıları, çok açıkça görülüyor ki, Ortadoğu’da uygulamaya koyulan bir stratejik planlama içinde yer alıyor. Ve, birçok hissedarı ve yöneticisi var.
Musul işgalinde, Maliki ordusunun bırakın direnmeyi, tek bir kurşun bile sıkmadan Musul’u IŞİD’e bırakması da, Türkiye ve ABD’nin partneri olan Barzani’nin peşmergelerinin Ezidilerin bölgesinden taktik bir çekilmeyle IŞİD’e alan açması da aynı planın parçası.
Öte yandan, Bağdat’ta Maliki iktidarının değiştirilmesinin de, “tek Irak” politikası kapsamında, yenilerde oluşturulmaya çalışılan ABD- İran ittifakının planlı bir organizasyonu olduğu anlaşılıyor. Sadr ise, huzursuzluğunu belirtse de, halen zayıf bir konumda.
Maliki’nin Başbakanlıktan istifa ederek, iktidardan uzaklaştırılması ve ABD ile daha doğrudan bağlantılı olduğu bilinen Haydar El Abadi’nin Başbakanlığa getirilmesi, hemen ABD tarafından olumlandı ve akabinde İran’ın da Maliki’den desteğini çekme açıklamaları geldi. Irak dengelerinde konumlanan arkadaki asıl aktörler kendilerini gayet açık ediyor.
ABD, IŞİD’i, Irak ve Suriye coğrafyasını yeniden düzenlemek, Bağdat’ın Suriye ve İran’la olan bağını koparmak ve İran’ın, Filistin ve Lübnan direniş hareketlerine desteğini ve Suriye’ye yardımını kesmek için “araç” olarak kullanıyor. Amaç belli, İran’ı bölgedeki ABD menfaatlerine daha uyumlu bir konuma yerleştirmek.
Önümüzdeki günlerde, şayet süreç ABD’nin istediği gibi giderse, Ortadoğu dengelerinde İran’ın öne çıkacağı ve ABD ve İran ittifakının daha da derinleşeceği bir sürecin yaşanacağını ön görebiliriz.
“Sınıfsal” ittifak blokları
Peki, ya Barzani, o ne yapıyor?
IŞİD saldırıları karşısında sıkışan Rojava’nın lojistik destek kapısını kapatan ve bu ihanetini halen sürdüren, fiilen Kerkük’ü Kürdistan topraklarına dahil eden, sadece ABD desteğine dayanarak geniş bir Kürt devleti kurma hedefinde konumlanan ve bu minvalde TC ile yakın ilişkilere yönelen bir Barzani gerçeği görüyoruz.
Barzani; IŞİD vahşeti ile zorlanıp yenilen bir PKK- YPG, ve bu güçlerin yenilgisi sonrasında düşürülüp teslim alınan bir Kürt toplumu yaratıp, düşürülmüş halkın kendisine biatını sağlayarak kendi burjuva hegemonyasını kurma derdinde.
TC ise, IŞİD çetesine, kurmay desteği verip sınır geçişlerini sağlayarak, yaralıları topraklarında tedavi ettirerek, IŞİD’in “cephe gerisi” ihtiyaçlarını sağlıyor ve Rojava’nın çözülmesi yoluyla KÖH’ün tasfiyesini hedefliyor.
Süreklileşen ve neredeyse gündelik bir rutine oturan TC-Barzani ilişkisini tam da bu hedefler doğrultusunda okumak gerek.
Rojava Devrimi’nin yenilmesiyle; TC hegemonyasında geniş bir bölge oluşacak, petrol ve doğal gaz/enerji sorununu çözen Türkiye kapitalizminin güçlenerek küresel kapitalist hiyerarşinin üst sıralarına doğru hamle yapması sağlanacak, o yenilgiyle önü açılan Barzani de Kürdistan coğrafyasını kontrolüne alacak.
Bu süreçte, KÖH içindeki burjuvazi de kapsanacak, Rojava Devrimi boğulacak, Kandil’e sıkışan KÖH ise “Sri Lanka” tarzıyla tasfiye edilecek.
Hesaplar tamamen sınıfsal.
Ancak, tersinden, tüm bu hesapları alaşağı edecek başka güçler ve onların oluşturduğu dengeler de de açığa çıkıyor ve kendi çıkarlarını aynı ortama dayatıyor.
Kürt Özgürlük Hareketi, Demokrasi Güçleri ve Olasılıklar
Rojava Devrimi’ne ve KÖH’e yönelik sürdürülen tasfiye politikaları hepimizin malumu.
Ancak, IŞİD saldırılarıyla, KÖH, bir taraftan savunma hattını güçlendirirken, öte yandan alan genişlettiği ve kontrolündeki alanlarda inşa faaliyetlerini sürdürdüğü yeni bir sürece girdi.
IŞİD’in Rojava, Kobane, Şengal ve Maxmur saldırıları ve özellikle Ezidilerin kutsal kenti Şengal’deki katliamıyla, sonrasında aniden yüzünü döndüğü Maxmur-Erbil saldırısıyla ile beraber; KÖH seferberlik ilan etti, tüm Kürdistani güçleri ortak savunma savaşına çağırdı. Ortak bir komutanlık ve koordinasyon çağrısında bulunarak, YPG, gerilla ve peşmergenin birlik hattını öne çıkardı.
Bu birlik çağrıları, manüpülatif haberlerde yazılıp/çizildiği üzre, KÖH’nin zayıflığı ve zor durumda kalmasından doğru değil; tam tersine, tarihinin en güçlü dönemine girerek muazzam bir inisiyatif kazanması, ve bu yeni bölgesel çaptaki inisiyatifin çok daha kompleks ve geniş bir perspektife yayılmak zorunda olan stratejisi dolayısıyladır.
Ortaya çıkan tabloyla, IŞİD karşısında zorunlu oluşan birlik hattının kısmen kalıcı bir ittifaka dönüşebilme eğilimi, ortak savunma gücü oluşturma ve nihayetinde ortak bir Kürdistani kongre düzeyine ulaşma, o kongredede hegemonya kurabilme sorumlulukları açığa çıkıyor.
Devrimci Halk Savaşı ve sonrasında, askeri savaş gücünü, bölgeye yerleşme ve hegemonya kurma yeteneğini özellikle Rojava deneyi ile de somutlamış olan KÖH, bugün IŞİD saldırıları karşısında yeni bölgelere de girişler sağlayarak, hem bir “kuşatma” hem de bir “yerleşme-kurumlaşma” pratiği sergiliyor; attığı her adımda sürekli mevzi ve inisiyatif kazanıyor.
Şengal’de ve Maxmur’da oluşturulan savunma birliklerinin (HPG-YPG-YJA-Star, YPJ ve bir kısım peşmerge gücü)ortak savunmasının askeri ve toplumsal kazanımla sonuçlanması, KÖH’e yürümesi ve kazanması gereken başka bir süreç dayatıyor.
IŞİD saldırılarını kendisi için “fırsat”a dönüştüren KÖH, saldırılar karşısında sergilediği direniş ve başarıyla, sadece Kürtler değil, bölgedeki bütün halklar nezdinde umut ve güven kazanmış, Ortadoğu’nun güç ilişkilerinde belirleyici bir konuma yerleşmiştir.
ABD ve diğer tüm küresel ve bölgesel ülkeler açısından da, PKK’yi hesaba katmadan ve hatta onunla doğrudan ilişkilenmeden hareket edilemeyeceği daha net görülmüş oldu. Bu yeni konumlanışın, PKK açısından yepyeni manevra imkanları sağlayacağı açıktır.
Egemen güçler çan seslerini duyuyor
KÖH’ün kazandığı yeni inisiyatifle “olmazsa olmaz” konumuna yerleşmesi ve “KÖH’ün hegemonyasında” gerçekleşecek “Kürdistan güçlerinin stratejik birlik hattı” olasılığı ve bunun gerçekleşmesinin yaratacağı tarihsel sonuçlar, bölgedeki yeni halkçı-demokratik ittifakların ve kazanımların önünü açacak, emperyalist güçlerin hesaplarını bozabilecektir.
Egemenler, gittikçe güçlenerek yaklaşan “tehlikenin” gayet farkındalar.
Değilse, ABD, yandaş medyada ima edildiği üzere, Kürtlere ve KÖH’e dost güç olarak yaklaştığı için mi IŞİD mevzilerini bombaladı? Geçiniz lütfen.
ABD’nin “çakma” operasyonları, taktiksel bir hamle ve esasında, Kürdistan’ın olası birleşmesinde KÖH’nin hegemonyasını önlemek için yapılan bir organizasyondur.
Aynı şekilde, asla KÖH ile ittifaka yanaşmayan ve defalarca Kürt halkına ihanet eden Barzani’nin, IŞİD’in Erbil saldırısı sonrasında “yandım Allah” nidalarıyla HPG ve YPG ile ortak savunma gücü oluşturması eğilimi, şimdiye dek boğmaya çalıştığı PKK’yi aniden “dost güç” olarak görüvermesinden kaynaklanmıyor elbette. Çan seslerini O’ da duyuyor, sürecin bumerang misali kendine dönebileceğinin farkında.
Kürt Özgürlük Hareketi, gelinen noktada, şimdiye dek aştıklarından çok daha karmaşık ve tarihsel bir kavşakta konumlanıyor.
Olasılıklar
Öcalan’ın daha önce defalarca önerdiği “Kürtlerin ortak bir kongre etrafında güçlerini toplamaları ve ulusal savunma gücünü oluşturmaları” uzun süredir tartışılan ve gerçekleştirilemeyen bir hedefti. Yeni dönemde, önemli bir ivme olarak, KÖH’ün başarılarının zorlamasıyla toplanacak bir “Ulusal Kongre” ile, Kürt halkının bölgedeki varlığını ortaklaştırabileceği bir süreç hemen önümüzde duruyor.
Öcalan’ın mesajlarında ve geçtiğimiz günlerde “Demokratik ulusu ve özgür yaşamı inşa ediyoruz” şiarıyla gerçekleşen Demokratik Toplum Kongresi (DTK) 7. Genel Kongresin’de sıkça vurgulandığı üzere, “Ulusal Kongre” için Kürt siyasetçilerine yapılan çağrılar, yeni dönem için Kürt birliğinin yaşama geçirilmesinde kritik bir moment.
Bir taraftan ise, bölgede Öcalan’ın “9 boyutta” ele aldığı demokratik özerliği fiili-meşru zeminde inşa çalışmalarının devam ettiği, Avrupa’da Rojava ve Ortadoğu için yardım kampanyaları ve eylemliklerin örüldüğü bir süreç gelişiyor.
CB seçimlerinde ise, Demirtaş’ın aldığı 9.8’lik oyla, KÖH’ün ciddi bir meşruiyet kazandığı ve “Demokratik Cumhuriyetin” bu ülke topraklarındaki toplumsal karşılığının yaratılıp özgün bir toplumsal ve politik zemine yerleştirildiği yeni bir ivme yakalanmış durumda.
Yeni dönemin görevleri
Rojava’nın varlığının çözüm sürecine nefes aldırdığı, karşılık olarak da, çözüm sürecinin KÖH’ün içine girdiği yeni dönemin yeni görevlerine imkan sağladığı bir zemin örülüyor.
Bu minvalde, 2015 Genel seçimlerine uzanan dönemin ve “çözüm süreci”nin imkanlarının doğru taktiklerle değerlendirilmesi, farklı ittifakların da gözetilerek oluşturulması ve tüm bu süreçlerin aynı anda becerilmesi gerekiyor.
Aynı şekilde, bölge ülkelerinin (Türkiye-İran-Irak-Suriye vs.) devrimci-demokrat güçleriyle özel ittifaklar kurarak geliştirilecek bir bölgesel direniş ekseni yaratmak ve yeni bölgesel ittifak alanları inşa etmek yeni dönemin görev ve sorumlulukları arasında.
Yaşanan gelişmelerle beraber ihtimaller doğrultusunda, kanton olarak demokratik özerkliğe kavuşturulan alanlar genişleme potansiyeli taşıyorlar. İlk elden, Şengal bölgesi 4. Kanton olarak özerk bir sisteme kavuşturulabilir.
Aynı zamanda, 13 günlük yoğun çatışmalar sonucu kazanılan ve coğrafi olarak stratejik bir yerde konumlanan Batı Kürdistan’ın Irak sınırındaki Cezaa Bölgesi, IŞİD’in ve yanındaki aktörlerin hesaplarını çatırdatmış, KÖH’e öz savunma ve genişleme yönünde yeni bir mevzi daha kazandırmış durumda.
Ve yine, İslam dinine yönelik, halkçı-demokratik potansiyeli açığa çıkaracak bir hamle olarak başarılan “Demokratik İslam Kongresiyle” ciddi bir eşik atlanmıştı; şimdi, önümüzdeki dönem yapılacak olan “Demokratik Ekonomi Kongresi” de, KÖH için, başka bir çıta çakarak yükselmek ve zemin genişletmek anlamına geliyor.
Süreç bu şekilde ilerlerse, KÖH Önderi Öcalan’ın özgürlüğü talebi, güçlü biçimde çözüm masasına getirilecektir.
Bir taraftan da, KÖH’nin önünü açtığı ve direniş eksenindeki halklara feyz veren, özgün bir kadın kurtuluş hareketi kimliğinin yaratıldığı, direniş saflarına en yüksek katılımın kadınlar tarafından gerçekleştiği ve kadınların öncüleştiği muazzam bir “kadın gücü”doğuyor.
Bölgede yüzyıllardır ezildiği yetmezmiş gibi şimdi IŞİD tarafından yeniden ve daha derinden aşağılanan on milyonlarca kadının, bu parlayan güneşe gözlerini dikeceği, ondan etkileneceği, ona ulaşmak isteyeceği açık değil mi?
Velhasılı kelam, gelip geçici ya da sıradan bir sürecin içinden geçmiyoruz, süreç devinim halinde, sürekli güncelleniyor ve tarihsel sonuçlar yaratma kapasitesine sahip.
Sert ve engebeli kavşaklar, şayet doğru strateji ve taktik hamlelerle kuşatılırsa, Kürt Özgürlük Hareketi ve bölgedeki tüm devrimci ve demokratik güçlerin önünün açıldığı, direniş ekseninin genişleyip güçlendiği yeni bir tarihselliğe sıçranabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.