“Dava”, “Yeni Türkiye” adlandırmasıyla en çok konuşulduğu günümüzde, uçuşarak havaya karıştı. Hükmünü sürdüren yalnız ve sadece en basitinden maddi ve dünyevi çıkarlar. Herkes biliyor, “Dava” artık ayakkabı kutularının içinde I. O, artık bir Reis, de… Son on günde, finişe yaklaşırken, hepimizin gözü önünde sıkı bir depar attı, Erdoğan ve fraksiyonu. Gül’e karşı “yeni gençler” kullanılarak […]
“Dava”, “Yeni Türkiye” adlandırmasıyla en çok konuşulduğu günümüzde, uçuşarak havaya karıştı. Hükmünü sürdüren yalnız ve sadece en basitinden maddi ve dünyevi çıkarlar. Herkes biliyor, “Dava” artık ayakkabı kutularının içinde
I. O, artık bir Reis, de…
Son on günde, finişe yaklaşırken, hepimizin gözü önünde sıkı bir depar attı, Erdoğan ve fraksiyonu.
Gül’e karşı “yeni gençler” kullanılarak epey zamandır sürdürülen “yıpratarak dışlama” süreci hızla zirve yaptı. Gül’ün eşini isyan ettiren bir çiğliğe ve yırtıcılığa dek sıçrayan gerilimli süreç, şimdilik bir sonuç almış oldu.
Arınç’a gelirsek, öylesine ani bir omuz darbesiyle kenara itiliverdi ki, konu hakkında hiç konuşmadığına göre, henüz sersemliğini üstünden atamamış olmalı. “Acaba hemen mi istifa etsem, yoksa şimdi bozguncu damgasını yemeyip, hesaplaşma için beklesem mi” diye düşündüğünü ve “bekleme” kararı verdiğini tahmin edebiliriz.
Arınç’ın biraz da küçümseyerek “yeni gençler” damgasını vurduğu, Yalçın Akdoğan, Hakan Fidan ve Efkan Ala’nın başını çektiği yeni kuşak, Erdoğan’ın iktidar hırsını kışkırtarak ve kendi açgözlü iştahlarının itişiyle yol alıyorlar. En bayağı çıkarları için sürdürdükleri çiğ saldırganlık, “ecdadımız” edebiyatı, “bölge liderliği” ve gelecekle ilgili başka pembe hayallerle süslenerek meşrulaştırılıyor.
İlk hedeflerine ulaşmasına ulaşabildiler de, AKP’nin kurucu iradesinin öncülerini yıpratıp kirletmeye çalışarak ve sonuçta karşılarına alarak, AKP’nin genetiğini bozup Erdoğan’ın fraksiyonuna dönüştürerek hedeflerine ulaşabildiler.
Böylece, kendilerini gittikçe daralan bir alana sıkıştırmış ve esneme yeteneği zayıf sert bir zemine yerleşmiş oldular.
Derinlik eksikliğini ve Arınç’ın “özgül ağırlık” dediği şeyin ne olduğunu yaşayarak görecekler; manevra yetenekleri zayıflıyor ve denge noktaları yok oluyor.
Bu “yeni” duruşun, şimdiki yapısında kaldıkça, hayatın akışının yaratacağı irili ufaklı riskler karşısında dayanma gücü azalacak ve kendini yeniden üretme yeteneği yıpranırken, aniden dağılıverme potansiyeli güçlenecektir. Bölgedeki olağanüstü gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, bu zaafın nasıl yıkıcı sonuçlar yaratabileceğini kolayca tahmin edebiliriz.
Büzüşme, seyrelme, denge kaybı
Evet, Gezi isyanı ve yaşanan iki seçim sonrasında, AKP, Erdoğan fraksiyonuna doğru büzüştü; parti içi asabiyet seyreliyor, partiyi bir arada tutan denge noktaları/”özgül ağırlıklar” çözülüyor.
Erdoğan’ın dilinden düşmeyen “kardeşlik hukuku” çoktan çöp oluverdi, basın karşısındaki karşılıklı sırıtmalar artık mide bulandırıcı değil mi?
İşte, tam da bu sebepten, Erdoğan’ın “veda” konuşması kendi partisine karşı tehditle doluydu.
“Sakın ha!” diye parmağını sallasa da, o da biliyor ki, artık sadece yumruğunun gücü kadar ayakta kalabilir.
Bırakın fırsatını bulunca acımadan omuz vurup devirdiği eski yol arkadaşları Gül ve Arınç’ın “intikam” için fırsat kollamasını, şimdi kendisi için “pehlivan tefrikaları” yazan “yeni yetmeler” de, ayağının sürçtüğü ilk anda hızla saf değiştirecekler.
“Dava”, “Yeni Türkiye” adlandırmasıyla en çok konuşulduğu günümüzde, uçuşarak havaya karıştı. Hükmünü sürdüren yalnız ve sadece en basitinden maddi ve dünyevi çıkarlar. Herkes biliyor, “Dava” artık ayakkabı kutularının içinde.
O durumda “gemisini yürüten kaptandır” ya da “her koyun kendi bacağından asılır”, değil mi?
Erdoğan, artık tam bir yalnızlık içinde ve güç dengeleri üstünde tutunabildiği kadar “Reis”; dengesini kaybettiği anda en şiddetli saldırıların altında ezilmeye, hatta bir dizi “suçla” yargılanmaya ve muhtemelen tutuklanmaya yazgılı.
Öyle ya, herkes iyi bilir, “İntikam, soğuk yenen bir yemektir.”
Artık, iktidardan düşünce, söz gelimi bir muhalefet lideri olması bir yana, normal bir kişisel yaşama dönmesi bile oldukça zor. Şimdiye dek yaptıkları, özellikle de şimdiden sonra “Reis” olarak yapmak zorunda kalacaklarıyla, kendi kaderini kendisi çiziyor.
Yürüttüğü politika, etrafında bir dizi direnç ya da direniş olgusu oluşturuyor, onlar gittikçe artıyor, sertleşiyor, iktidarı düşman ve direnişçi ağlarla sarıyor; yürüdükçe onlarla daha yoğun ve daha fazla sarılacak ve daha sert kavga etmek zorunda kalacak.
II. Faşizme doğru
Erdoğan, “zafer ve zirve sarhoşluğunun” yarattığı “her şeyi yapabilirim” büyüklenmesinin verdiği cüret kadar; tam tersi bir gerilimin itişiyle, korkuyla ve başka türlü ayakta kalamayacağını iyi bildiği için; sürekli gerginlikler ve düşmanlar yaratarak, sürekli saldırarak yol almak zorunda.
Kendini bağlayıp savunduğu düzenin hukukunun bile dışına çıkmak, siyasal entrikalar düzenlemek, sürekli suç işlemek, etrafındaki çıkar ağını besleyebilmek için artan oranda yolsuzluk yapmak vd. İşte böyle sürüp giden bir karanlık “kader”, O’nu bekliyor.
O yüzdendir ki, üslup bozuluyor, lümpenliğe yönelen bir söylem gittikçe egemen oluyor, olabilecekleri, direnç noktalarını ve öfke birikimini gören ama her şeyi göze alan, her şeyi yapmaya hazır ve zaten başka yolu da olmayan bir yola giriliyor. Boşuna “bu milletin … koyacağız” denmiyor, o stil iktidarın tümüne bulaşmış durumda.
Eh, kapitalizm zaten öyle bir şeydir, sömürü ve baskı onun yapısal özelliğidir, başka türlü olamaz da; normal koşullarda bu pis işler bir “kurallar sistemi” içinde üstü örtülerek yürütülür. Anlaşılan, şimdi, büsbütün çullanmaya niyetliler, kuralsız bir sömürü ve şiddet planlanıyor. Sadece emeğe değil, bütün halk güçlerine, en başta da kadınlara ve doğaya oldukça saldırgan bir yönelimin içine gireceğiz.
Duyduğumuz faşizmin ayak sesleridir; kimse başka hayallere kapılmasın. Ancak ve sadece güçlü bir direniş ve karşı atılım faşizmi engelleyebilir.
Bu karanlık gidişi, işçi sınıfının ve bütün halk güçlerinin, hiçbir hayale kapılmadan olanı olduğu gibi görme soğukluğuna ve cesaretine sahip bir bakışla donanmış direnişi durdurabilir.
İşçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, doğanın yıkımına direnenler, emperyalizm karşıtları, demokratlar ve diğer halk güçleri; evet, Gezi’de bir devrimci demokratik halkçı kasırga olup AKP’nin ve kurduğu yeni rejimin dengesini bozan bu güçler; şimdi, faşizme karşı direnmeye yazgılılar.
Peki, sadece direnmek yeter mi?
Hayır, sadece direniş değil; arkasına Kürt halk hareketini ve Gezi’yi alan bir “karşı kuşatma”, “karşı iktidar arayışı-inşası”; hedefinde “Kesintisiz Devrim” konsepti içine yerleşmiş” bir “Demokratik Cumhuriyet” olan tarihsel bir devrimci hamle gerekiyor.
O hamle, şimdi ve burada, toplumsal yaşamın günlük akışı içinde, bir toplumsal devrim/toplumsal hegemonya mücadelesi olarak, yaşanan somut olgulara da dayanarak an be an yürütülürken; o günlük mücadele de, kendisini bir devrimci-demokratik halk iktidarı/Demokratik Cumhuriyet hedefine bağlamalı, o hedef tarafından sürekli eğitilmeli, zeminini ve yönünü o hedefe ulaşmayı esas alarak belirlemeli.
III. Demokratik Özerklik/Demokratik Cumhuriyet
Faşizme karşı direniş, günümüzün somut-tarihsel koşullarında, ancak bir karşı halkçı iktidar hamlesiyle ortaklaşabilirse sonuç alabilir. Rojava ve Gezi sonrasında açığa çıkan toplumsal dinamikler ve oluşan yeni güç dengeleri, özel bir tarihsel dönemin kapılarını açtı.
İlkin, ülke sınırlarını delik deşik oldu, geçirgenleşti ve belirsizleşti.
Sadece Kürt Özgürlük Hareketi’nin Rojava’da yaşayan Kürtlerin “Demokratik Özerklik” zemininde inşa ettikleri özerk kantonların doğrudan içinde olmasının “orası” ile” burası” ayrımını silikleştirmesinden bahsetmiyorum.
Aynı sürecin bakışımlı ilerleyen karşı kanalında, AKP’nin de, ÖSO ve IŞİD üzerinden, daha genelinde Müslüman Kardeşler ve Hamas’la kurulan derin ve özel ilişkiler kanalıyla, bölgeyle olan sınırları silikleştirmesi ve kimi yerde hatta iç içe geçirmesi gerçekliğini de saptamalıyız.
Sermayenin bölgesel pazarda hegemonya ve sistemin “enerji açığı” sorununu her zamanki vurgunculuğuyla “ilhakçı” tarzla çözme eğiliminin, küresel güçlerin bölgeyi yeniden sömürgeleştirme yöneliminin yerel taşeron talebiyle uyumlaşmasının alttan güdülediği bir zeminde; AKP/TC, bölgeyle iç içe geçmiş durumda.
Aynı zamanda, şimdilik Kürtlerle sınırlı olsa da, süreç içinde hızla genişleme potansiyeli taşıyan bir olguyu da netçe görmeliyiz: Kaderleri ortaklaşan bölgedeki bütün halkçı-devrimci güçlerin de iç içe geçme süreci içindeyiz. Bölgede sadece bir emperyalist müdahale yok; ama aynı zamanda bir direnişler ve isyanlar çokluğu da var ve tarihin akışı bunları ortaklaşmaya zorluyor.
Evet, ülkenin çok yönlü ve karmaşık gelişmelerle zorlanan alışageldiğimiz coğrafyası, saçılarak genişliyor. Başka bazı coğrafyalar da, içlerindeki toplumsal güçlerle birlikte “buraya” doğru saçılarak genişliyor.
İkincisi, Gezi isyanı, ülkedeki bütün devrimci-demokratik toplumsal dinamiklerin güçlü ya da zayıf bir biçimde yer aldığı, ortaklaşarak sokaklarda kendisini özgürleştirdiği bir tarihsel patlama olarak kendisini var etti. O düzeyde bir toplumsal patlamanın sadece yaşandığı anla sınırlı kalmayacağı açıktır. Gezi’de, üstüne yüklendiği oligarşik-totaliter rejimde açtığı yarık ve o kanalda ilerleyerek inşa etiği bir özgün halkçı-demokratik alan olarak, arkasında kalıcı bir tarihsel zemin bıraktı.
Bu zeminin kurucu aktörleri, Gezi’de ayaklanan toplumsal güçler.
Onlar, bir somut-tarihsel çıkış olarak kendini dayatan demokratik devrimin toplumsal güçleri ve kurdukları alan da, egemenlerin faşizme yönelimine karşı olan bu güçlerin kendilerini konumlandırabilecekleri bir alan/mekan. Konumlanabildikçe, o alanı daha kalıcı ve zengin bir yapıya doğru güçlendirecekler.
O alan, artık tarihsel bir zemin; sürekli hareket halinde ve egemenlerin her hamlesinin karşıtını yaratabilme kapasitesine sahip olduğu gibi; el yordamıyla ve acemice de olsa, kendi özgün hedeflerine doğru yol almaya da çabalıyor.
“Gezi bitti” palavralarına karşı, alçalıp yükselerek var olan, bazen yok olup sonra aniden çıkıveren, farklı alanlara da yayılarak, özellikle “kadın” ve “ekoloji” alanında yarattığı devrimci-demokratik toplumsallığı, son dönemde “sınıf hareketinin” güçlü katılımıyla devrimci – komünist bir dokuya doğru da yönlendiren bir toplumsal hareketlilik yaşanıyor.
Gezi güçleri, zayıf ya da güçlü, ama sürekli hareket halinde. Bu güçlerin içlerindeki devrimci ya da demokratik potansiyeller açığa çıktı, inisiyatif gösterme ve hak kazanmanın tadını aldılar, haksızlıklara karşı veya hak kazanabilmek için harekete geçebilme yetenekleri güçlendi, bilinçlerdeki engeller zayıfladı, sokaklar hareket halinde.
İşte, tarihe giriş yapan bu iki tarihsel-toplumsal sürecin ortaya çıkardığı devrimci ve demokratik halk dinamikleri ortaklaşarak güçlerini sıçratabilir ve kendi bağımsız hedeflerini karşıt güçlere dayatabilirse, karşılarında konumlanıp onları ezerek yok etmeye kararlı bütün gerici güçleri tarihin çöp sepetine atabilme potansiyeline sahip olacaklar.
Bölge gerçekliği
AKP, keyfi ya da maceracı basit bir tutum olarak değil, somut-tarihsel gelişmelerin egemenleri zorladığı bir tutumun sonucu olarak, bölgeye yayılan bir konumlanış içinde. Devrimci güçler de, bölgenin toplumsal ve siyasal alanda konumlanan bütün ezilenleri ve direnişçileriyle uygun ilişkiler kurmaktan ortaklaşmaya uzanan bir zemin yaratmak ve onun içinde konumlanmak zorunda.
Rojava, artık “başka bir ülke” değil, işte orada duruyor.
Dolayısıyla, AKP’nin yöneldiği, daha doğru bir deyimle sürüklendiği faşizme karşı direniş, ancak bölge çapında bir tarihsel halkçı hamlenin içinde konumlanabilirse sonuç alabilir. Ve Gezi’de ortaya çıkan özgün toplumsallaşma ve siyasileşme hallerinin sürekli hareket halinde olarak kendi özgürleşme süreçlerini yaşatma çabalarının, bir de bu “bölgesel” zemin içinde değerlendirilmeleri gerekiyor.
Aslında, gerçeklik de zaten öyle akıyor ve bu iki ana süreç, gerçek hayat içinde birbirleriyle çeşitli biçimlerde ilişkileniyorlar da; bu somut olgunun kavranması, kendiliğinden akışın bilinçli bir uyum arayışına, örgüt ve eylem biçimlerine sıçratılması gerekiyor.
Ülke ve bölge çapında, iç içe geçerek ilerleyen toplumsal ve siyasal devrim güçlerini uygun eylem ve örgüt biçimlerine kavuşturmak; birbirleriyle uyumlarını her an yeniden kurmak; yaşanan bölgesel kaos ortamı içinde bölgenin tüm mazlumlarının iktidar odağını fiili-meşru zeminde inşa etmek ve egemenlere dayatarak günümüze özgü uzun sürebilecek bir “ikili iktidar” konumuna yerleşebilmek; o iktidar odağını bölgenin farklı coğrafyalarında kendi özgün tarihselliklerinin ve kapitalizmle ilişkilenme düzeylerinin koşulladığı biçimde farklı yerel iktidar odaklarıyla sağlamlaştırmak gerekiyor.
Evet, bir halkçı-demokratik toplumsal mekanlar ve siyasal iktidarlar ağını, fiili-meşru zeminde ve bölge düzeyinde var edip, süreklileştirmek, kendisini devlet gücüyle ayakta tutabilen egemenlerin iktidarlarına dayatmak. İşte, günün dayattığı somut görev.
Demokratik- halkçı özelliği ağır basan bu görev; işe soyunan komünistler olunca, işçi sınıfının tarihsel hareketinde konumlanarak ve o hareketin, günümüzün kapitalizminin ya da başka bir deyişle, sermayenin somut-tarihsel hareketinin zamanımızda büründüğü biçimin ve özgün sonuçlarının yarattığı özel anti-kapitalist toplumsal direniş hareketleriyle özgün ortaklaşmalar kurmasıyla gerçekleştirilebilir.
Öte yandan, bölgedeki tarihsel-komünal toplumsallıklara yaklaşım da öne çıkıyor.
Kemalizmin pozitivist modernizmiyle bilinçleri vurgun yemiş ve kendi ülkesine ve bölgesine “oryantalist” tarzda bakanların göremediği ya da görmek istemediği, bölgeye özgü tarihsel toplumsallıklar ve onların özgün politikleşme hallerine doğru yaklaşım önem kazandı. Her zaman öyleydi de, şimdi belirleyici bir özgün ağırlık kazanmış durumda.
Şiilik, Arap Aleviliği, Sünnilik gibi olgularda en çıplak halleriyle doğrudan devrede olan tarihsel toplumsallıklar, bölgedeki diğer bütün toplumsal ve siyasal olgularda da bir biçimde varlar.
Kadim medeniyetlerin kuruluş coğrafyası olmanın özgün tarihselliği, olumlu (direnişçi tarihsel-devrimci toplumsallıklar-Lübnan Hizbullahı/Sadr Hareketi, Arap Aleviliği…) ve olumsuz (kadim tefeci-bezirgan soygunculuğunun günümüzdeki uzantıları-Müslüman Kardeşler/AKP/IŞİD…) güncel halleriyle halen hareket halindeler.
Elbette, bütün bu tarihsel toplumsallıklar/güçler, günümüzde kapitalizmin hegemonyası altındalar; kapitalizm/sermayenin somut-tarihsel hareketi tarafından belirlenip ona uyumlu biçimlere bürünerek, ama ona ve ona karşı direnişlere özgün biçimler de vererek kendilerini sürdürüyorlar.
Şimdi, zaten hiç içinden çıkmadığımız bölge ile yeniden bir iç içe geçme yaşanıyorsa, bu durum bir olasılık olmaktan çıkıp fiili gerçeklik haline sıçramışsa, olanı olduğu gibi görmek ve uygun konumlara yerleşmek, uygun hamleler yapmak her zamankinden çok daha fazla önem kazanıyor.
13. 09. 2014
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.