1. Malum “Veda değil Vefa kongresinde” yeni başbakanın sosyal bilimler jargonunun çeşitli alanlarından özenle seçtiği o yakışıklı sözcükleri konuşmasının bütününe adaletli bir biçimde dağıttığı sırada bir yeni anayasa “ahitname”sinden söz ettiğini duyduk. AKP’nin anayasa tutkusu yıllardır gözlerimizin önünde olduğu için bu “ahitname”yi beklenmedik kılamazdık kuşkusuz. Öyleyse 2015 seçimlerinde hedefledikleri başarının gerçekleşmesi olasılığını, reel siyaset, özellikle […]
1. Malum “Veda değil Vefa kongresinde” yeni başbakanın sosyal bilimler jargonunun çeşitli alanlarından özenle seçtiği o yakışıklı sözcükleri konuşmasının bütününe adaletli bir biçimde dağıttığı sırada bir yeni anayasa “ahitname”sinden söz ettiğini duyduk. AKP’nin anayasa tutkusu yıllardır gözlerimizin önünde olduğu için bu “ahitname”yi beklenmedik kılamazdık kuşkusuz. Öyleyse 2015 seçimlerinde hedefledikleri başarının gerçekleşmesi olasılığını, reel siyaset, özellikle de başkanlık sistemi (güçlü cumhurbaşkanı, otoriterleşme ya da Türkiye’nin parlamenter geleneğine uygunluk) tartışmalarının yanı sıra hukuk teorisinin politik olanla kesişen o muğlâk alanlarıyla birlikte yeniden düşünmemizi gerektiren bir zorunluluktan kolaylıkla bahsedebiliriz.
2. 12 yıllık AKP iktidarının alâmetifarikalarından biri, belki de en önemlisi, hukukun bir adalet pratiği olarak değil onun yerine her zamankinden daha fazla yönetim pratiği olarak işletilmesi ve böylece “yasa” ile “düzen” arasındaki geçişliliğin başarılı bir şekilde kurulması ve sürdürülmesi oldu. (Burada “Cemaat”in de hakkını vermek gerekir. İkisi arasında sonradan çıkan savaş, zaten askıya alınma suretiyle işleyen bir sürecin [(process) process’in aynı zamanda dava anlamına geldiğini unutmadan] tekrar askıya alınmasıyla ve kademeli ama bütünlüklü bir yer değiştirmeyle sonuçlandı.) Yasallık ve meşruluk arasındaki ayrımı, hatta iktidara karşı kullanabileceğimizi sandığımız evrensel hukuk kurallarının bizlere tanıdığı legal-demokratik imkânların neredeyse çoğunu fiilen imha eden muğlâk, kaynağını bilmediğimiz bir geçişlilikten söz ediyoruz. Dolayısıyla bu geçişlilik öyle doğal bir ilişkiyi ifade etmiyor, aksine politik edimin kendisiyle “hükümranlık” arasındaki geçişsizliğin üstünü örtüyor. Başka bir biçimde dile getirecek olursak, yasa ile düzen, hukuk ile yönetim arasındaki ilişkiyi sorgulamanın ve politik olanı hukuksal(!) olanın ekseninden kurtarmanın imkânını düşünmenin vakti geldi de geçiyor. Bu sorgulama olmaksızın hukuk devleti nosyonunun artık sistemin loophole’u (bir “kaçamak noktası”, “boşluğu”) olarak kalacağını tereddütsüz kabul edebiliriz.
3. Demokrasi Kavramı Üstüne Giriş Notu[1]başlıklı kısa metninde Giorgio Agamben çarpıcı bir biçimde, “yönetim”in yani “hükümet etme”nin nasıl siyasal-hukuksal bir unsura bağlandığını, bu ikisi arasındaki eklemlenmenin nasıl gerçekleştiğini sorgular.
“Batılı siyasal sistem” der Agamben, “birbirini meşrulaştıran ve birbirine tutarlık kazandıran iki heterojen unsurun birbirine bağlanmasından doğar: Siyasal-hukuksal bir rasyonalite ile ekonomik-yönetimsel bir rasyonalitenin, bir ‘anayasa biçimi’ ile bir ‘hükümet biçimi’nin birbirine düğümlenmesinden.” Söz konusu iki kavramsallık arasındaki geçişliliğin muğlâklığına, politeia kelimesinin çevirmenler tarafından bazen “anayasa” bazen “yönetim” olarak çevrilmesini örnek gösterir. Yine Aristoteles’in Politika metninin çevirilerinde politeia ve politeuma kelimeleri, yani “siyasal faaliyet” (kurucu erk) ile “bu faaliyetten doğan somut siyasal şey” (kurulan erk) kavramları “anayasa” ve “yönetim” olarak çevrilmiştir. Agamben bu noktada bir cümleyi doğrudan alıntılar ve bunu dolaşımdaki çevirilerin şöyle karşıladığını ifade eder: “Anayasa ve yönetim aynı anlama geldiği ve yönetim devletin yüksek iktidarı (kyrion) olduğu için […]”
Öyleyse şunu sormamız gerekir: Aristoteles neden kyrion ile bu çift anlamlılığı ortadan kaldırmaya girişmiştir ya da birbirinden esasen ayrı olan bu iki rasyonalite neden yönetim erki tarafından (ve onun bedeninde) bir arada tutulmaya çalışılmaktadır? Daha da önemlisi, ona “bunları meşru biçimde birleştirme gücünü veren şey nedir? Makinanın içinin boş olduğunu, iki unsur ile iki rasyonalite arasında olası hiçbir eklemlenme bulunmadığını gizlemeye matuf bir kurgu değil mi bu?”
4. Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı sürecini ve AKP’nin yeni anayasa ahitnamesini bu sorgulama ışığında değerlendirmekte yarar var. Aslında sadece nelere gebe olduğunu şimdiden tam olarak bilemeyeceğimiz bu sürece dikkat çekmenin ötesinde, AKP iktidarında hukukun rolünü/işlevselliğini, (AKP ya da bir başkası olsun) icra erkinin neden böylesi hukuksal bir rasyonaliteyle tam da hukuk devletinin olmazsa olmazları denilebilecek kurum ve anlayışları fiilen iptal ederek tahakküm mekanizmaları oluşturabildiğini anlayabilmek için artık yeni alet çantalarına ihtiyacımız var. 2015’te Anayasa yapacak çoğunluğun elde edilmesi AKP’nin egemenlik grafiğinin o veya bu şekilde en güçlü momentini ifade eder ve bu, konu yönetim olunca pek de pervalı davranmayan hükümetin artık hükümet etme yetkisini, milli iradenin meşru yetkilendirmesinden de öte, kendisinde zaten önceden var olan, ona içkin bir erdem gibi görmesine neden olur. Şunu unutmamak gerek: Hükümet etme yetkisi hükümetin elinde esasen hiç de öyle doğal ve meşru bir biçimde bulunmuyor. İster milli irade olsun, ister anayasa yapımı. Yasa ile yönetim arasındaki doğal görünen bu ilişkiselliği kökten sorgulamadıkça, AKP’li ya da AKP’siz, her zamankinden daha da etkin bir “hukuk devletinde” yaşıyor olacağımız aşikâr. (Bunun artık sayılamaz örnekleri arasından bana en ilginç geleni aynı zamanda bir Anayasa profesörü olan Burhan Kuzu’nun geçtiğimiz 1 Mayıs tartışmaları esnasında kurduğu “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde Taksim Meydanı diye bir meydanın adı yok” cümlesidir). Yasanın gücünün ve hukuksal rasyonalitenin her türlü hükmünün kamusal alanı böylesi bir siyaset-dışılığa sürüklediği bir yönetim pratiğini ifade ettiği o sahte “kurgu”yu parçalayacak olan şey aynı zamanda politikanın kaynağını ve gücünü oluşturan şeydir. Bu denklem ise kesinlikle hukuk teorisinin dışında kalmıyor. Öyleyse tekrarlamakta yarar var: “Quare siletis juristae in munere vestro” [Siz hukukçular, sizi ilgilendiren şey konusunda neden susuyorsunuz?”][2]
Dipnotlar:
[1] Demokrasi ne alemde? (ilk basım) içinde, Haz. Eric Hazan, Çev. Savaş Kılıç, Metis, 2010, İstanbul, s.13
[2] Giorgio Agamben, İstisna Hali (1. Basım), Çev. Kemal Atakay, Varlık Yayınları, 2008, İstanbul, s. 6
*Ulaş Karadağ
İnönü Üniversitesi Genel Kamu Hukuku bilim dalı araştırma görevlisi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.