HDK 4. Olağan Genel Kurulu ve HDP 2. Olağanüstü Genel Kurulu, 21-22 Haziran tarihlerinde Ankara’da gerçekleşti. Kongreler öncesi yazılan çizilen, öngörülen onca tartışma ardından, çözüm gücü ol(a)mayan, yeni HDP modelinin program ve örgütlenme tartışmalarının geçiştirildiği bir kongre sürecini yaşadık hep birlikte. Kongrelerin ikisinin de, önceden bir yerlerde alınmış kararların ilan edildiği, deyim yerindeyse göstermelik birer […]
HDK 4. Olağan Genel Kurulu ve HDP 2. Olağanüstü Genel Kurulu, 21-22 Haziran tarihlerinde Ankara’da gerçekleşti.
Kongreler öncesi yazılan çizilen, öngörülen onca tartışma ardından, çözüm gücü ol(a)mayan, yeni HDP modelinin program ve örgütlenme tartışmalarının geçiştirildiği bir kongre sürecini yaşadık hep birlikte.
Kongrelerin ikisinin de, önceden bir yerlerde alınmış kararların ilan edildiği, deyim yerindeyse göstermelik birer mizansenden ibaret ve hatta usul gereği yapılmış bir karar onaylatma toplantısı olduğu apaçık ortadaydı.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Türkiye Devrimci Hareketi’nden kimi ekiplerin de sıkça vurguladığı üzere; içinde yaşadığımız süreç hassas ve kritik, dolayısıyla her adım yeni bir “yol ayrımı” na denk düşüyor. İşte, bu kongre de o yol ayrımlarından birine işaret ediyordu.
Kongre öncesi, TÖPG olarak sürece dair eleştirilerimizi ve dayanışmamızı sunarak HDP’den çekilmiş, HDK fikriyatının önemine dikkat çekmiş ve “demokratik cumhuriyet”i kurma yolunda tüm bileşenleri ve HDK dışındaki güçleri, HDK zeminini yeniden inşa etmeye çağırmıştık.
Benzer gerekçelerle, EMEP de, HDP’den HDK zeminine çekilmişti.
Dolayısıyla kongreden beklenti, çokça söylenen “yarın artık bugündür” şiarında olduğu gibi, dönemin ihtiyacı olan tartışmalara cevap olabilecek, çubuğun örgütlenme ve program meselesine büküldüğü bir yoğunlaşma/derinleşme idi. Ancak, HDK-HDP ilişkisinin dahi tatışıl(a)madığı bir kongre gerçekleşti.
Öyle ki, HDK ve HDP’nin eş anlamlı olarak kullanıldığı ve birbirine geçirildiği hegemonik ve dayatmacı konuşmalar kürsüden inatla dillendirildi.
Önceden planlanmış olan gündem ve kararları delegelere onaylatmak, eş başkanların demokratik usulle seçilmemiş olması, kürsünün kullanım tarzı, sosyalistlerin kendi elleriyle yarattığı bürokratik ve hiyerarşik ilişki ve oturuş biçimlerinden, kongrenin planlanmasına kadar epey şey yazıldı çizildi kongre izlenimlerine dair…
Evet, her biri ayrı ayrı önemlidir ve biliyoruz, sol/sosyalist güçler kimi dönemlerde önceden yapılan uzlaşmalar üzerine de kongreler düzenleyebilirler/düzenlemişlerdir de, siyasi hamlelere bunlar da içkindir; ancak asıl tartışılması gereken mesele başka.
Kongreden gelen ipuçları
Mesele, kongre havasının(!) bozulmaması için üstü kapatılarak geçiştirilen eleştirilerin, tartışmaların ta kendisi… Nitekim gördük, HDK fikriyatının özüne uygun düşmeyen bir yaptırımla, tartışmalar kongre sonrası belirsiz bir tarihe ertelendi ve genel meclis toplantılarına sevk edildi. Ancak, en üst organ kongre değil miydi?
Kongrede, sanki tüm bileşenler ağaç kovuğundan bugün ve aniden çıkmışçasına, ortama dayatılan “yeni döneme yürüme telaşı” içinde, Marksist-Leninist zeminde konumlanan komünist örgütleri deyim yerindeyse “ıslah etme” çabasına girişilmişti.
Sosyalist örgütlerin bayrakları, sloganları, programları, iddiaları ve aslında varlıkları, sanki sürecin önündeki tek engelmişçesine; HDP’ye ve Marksizm’i aşma iddiasındaki “Radikal Demokrasiye” yapılan davetler, son derece tepeden bir üslupla “ah şu Marksistler, komünistler siz yok musunuz siz” edasındaydı…
Evet elbette, Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) yeniden yapılanmak zorundadır; ancak bu dönüşüm sürecinde, Kürt Özgürlük Hareketi’ne denk düşen taktik ve stratejik hamlelerin zorunlu olarak sosyalistlere de denk düşeceği anlamına gelmez.
Yeni süreç ile ilgili yapılacak derinlikli tartışmalar, doğru stratejik, taktik yönelimlere yoğunlaşmalar, hem KÖH’ün hem de TDH’nin önünü açacak olumlu tartışmalar olacaktır.
Peki, şu “komünistleri HDP ile ıslah edelim” kampanyası, yahut “tarihsel konumlanmadan hafifçe kopuverip “bugüne/ana sıkışma” hastalığı nereden geliyor?
Sayın Kürkçü’nün kongre konuşmalarının yarısından fazlasını HDK-HDP sürecinden çok, sol-sosyalist güçlere ayırmasının anlamı bir “ıslah kampanyası” değil de nedir?
Kürkçü’nün şimdiki yeni pozisyonunda eleştirdiği duruşlar, kendisinin eski pozisyonunda üstelik dogmatik bir darlık içinde savundukları değil mi? Ve yine, Kürkçü’nün söylemleri devrimci hareketin gündemine öyle çok da uzak değil, yakın zamanda aynı söylemleri Ufuk Uras’ın ağzından da sıkça dinlemişliğimiz var…
Devrimci hareketten gelenler gayet iyi bilirler ki, kürsü retoriklerinden ya da iyi niyet vaatlerinden ziyade bakılması gereken, önem arz eden yer siyasal paradigma ve ondan çıkan programlardır. Sosyalist hareketlerin, Kürt Özgürlük Hareketi’yle Cephe ya da ittifakın ötesinde bir ortak Parti girişimi gündemleşince, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıyla uyum sağlamayı önemsemeleri, Marksizm’de ısrar etmeleri ve program tartışmasının gereğinin hatırlatılması, “bozgunculuk” ya da “dogmatizm” eleştirileriyle bertaraf edilecek bir gündem midir?
HDK ve HDP’nin öncülü olan DBH’ın ilk toplantısında, dogmatik bir kavrayışsızlıkla ilke dayatarak süreci tıkayan Kürkçü’nün konuşmaları kayıtlarda bulunuyor olmalı. DBH zeminine “İşçi sınıfının öncülüğünü dayatma” darlığından “her şeyi kabullenme” genişliğine sıçrayıvermenin, açıklaması nedir? Kürsü retoriği bu sıçramanın üstünü örtebilecek mi?
Evet, bugüne dönersek, elbette devrimci siyaset sadece programatik arılık meselesine indirgenemez. Ancak, ortak bir parti programında yeniden yapılanma şiarıyla buluşmak, güncelliğin acil görevlerinin telaşla köpürtülmesiyle, yüzeysel bir kongre süreciyle ya da kürsü retoriğiyle de maalesef yürütülemez.
HDP Kongresi neyi işaret ediyor?
HDP Kongresi, BDP’li yoldaşlarımızın HDP’ye katılmasının kongresiydi. Rengarenk ve ekolojik, eşitlikçi, kadın partisi vurgusunun sloganlara, duvarlara, konuşmalara yansıdığı heyecanlı ve çoşkulu bir kongreydi.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin muazzam iradesi ile geldiği noktada, Kürt Özgürlük Hareketi Önderi Öcalan ve Kandil’deki duruş ve Rojava’nın halklara verdiği moral, kendine güven ve sahici bir güçlü duruş, kongrenin coşkusunu ikiye katlıyordu.
Ancak, kongre tüm bileşenleriyle ortak bir programda buluşan bir parti kongresi miydi? Hayır.
Başta da değindiğim gibi, BDP’li yoldaşlarımızın yeni HDP ile buluştukları parti kongresiydi… Sosyalist bileşenler ise, kongreyi selamlamak için kısa süreliğine çıktıkları kürsüyle ve sosyalistleri temsilen seçilen eski HDP Başkanı Ertuğrul Kürkçü ve yeni dönemde Başkanlık yapacak olan Figen Yüksekdağ ile temsil ediliyorlardı. Oysa yeni HDP tartışmalarında en sık dillendirilen şey, temsili siyasetin değil, kitlesel siyasetin olacağı değil miydi? (O da ayrı bir tartışma konusu.)
Yeni HDP, SYRİZA modeline bir yönelim mi?
Türkiye Devrimci Hareketi’ni temsilen HDK ve HDP içerisinde emek vermiş bazı eski yoldaşlarımız, şimdi yeni HDP’ye yaptıkları çağrılarda, Yunanistan SYRİZA modelini örnek gösterip, dünyada “kendimize” benzeyen partilerle temas etmekten ve örnek almaktan söz ediyorlar.
SYRİZA’yı oluşturan güçlerin son derece farklı toplumsal-politik yapılardan oluşması HDK zemininde hareketi oluşturulan güçler açısından evet benzeşmektedir ve farklı toplumsal güçlerin biraradalığı son derece önemlidir.
Ancak, ortak bir politik çerçevenin oluşması, bileşenlerin somutluğu üzerinden tartışılırsa, HDP zemininde zorlaştırıcı bir faktör olacaktır. SYRİZA sadece bu yönüyle mi örnek verilmektedir?
SYRİZA, sol popülist söylemleriyle, Türkiye’de kimi devrimci hareketlerde (ve hala) büyük bir heyecan yaratmış, deyim yerindeyse yanılsama kuşatmasına sokmuştu…
Yunanistan’da yaşanan kriz sürecinden beslenerek büyüyen ve sokak muhalefetini de iyi kuran (ki, iki yıl Yunanistan halkının sokağı terk etmediği bir süreci hatırlamalıyız) kemer sıkma politikalarıyla hesaplaşmayı temel sorun sayan SYRİZA, sonrasında, düzen partileriyle beraber tasarruf önlemleri doğrultusunda emekçilerin maaşlarını düşürme anlaşmalarına imza atmamış mıydı?
Yine, SYRİZA lideri Tsipras, henüz iktidar olmamışken, Almanya’yı ziyaret edip, sabah Rosa Luxemburg’un anmasında boy gösterip, akşamına Rosa’yı katledenlerle aynı masaya oturup (Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble) Yunanistan’ın borç ödeme planlarını görüşmemiş miydi? Türkiye halklarına ve devrimci hareketlere örnek gösterilen parti modeli böyle bir parti midir?
Hiçbir şey öncesiz ya da sonrasız değildir. SYRİZA öncesi SYNASMİSPOS’u hatırlayacak olursak, ya da daha geriye gidip, Yunanistan’da komünist olmayan sol kitle partisi olarak yaratılan PASOK’un kapitalizmle hesaplaşmadan “demokratik sosyalizm” vaatlerinde bulunduğu ve iktidara geldiği andan itibaren hızla Yunanistan’ın en Avrupacı Partisi haline geldiği, özel sektör düşmanlığından serbest piyasacılığa geçtiğini de aynı literatürlerden okumuşuzdur.
Şimdi bize, SYRİZA modeli örneğini verenler, bu deneyimlerden şüphesiz habersiz değiller. Öyleyse, neden?
Türkiye’de Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi programını açalım, yahut Yunanistan’da SYRİZA’yı ve şimdi yeni HDP programını aynı masaya koyup, aralarındaki 7 farkı bulunuz oyunu misali mi program tartışacağız? Ya da, kongreyle birlikte yaratılması istenen program ve parti modeli tartışmasını bu minvalde mi yapacağız?
Ne yapmalı?
2013 yılında Gezi İsyanı ile tarihsel bir dönüm noktası yaşanmıştır. Türkiye halklarının ve çeşitli toplumsal kesimlerin 31 Mayıs’tan bugüne yarattığı ve açığa çıkardıkları muazzam bir enerji ve yeni dinamikler boy vermiş ve kendi deneyimleriyle yarattıkları forumlar ve inisiyatiflerle tarihin akış yönü artık asla eskisi gibi olmayacak biçimde değişmiştir.
31 Mayıs itibariyle açığa çıkan ve güç biriktiren toplumsal güçler yeni dönemin ta kendisini oluşturmaktadır. Yeni dönemin görevleri, Türkiye Devrimci Hareketi’ni Gezi ile şekillenen başka bir toplum inşasına çağırmaktadır.
Ancak, sıkça örnek verilen Yunanistan SYRİZA’sı dışında HDK-HDP kongrelerine Rojava ile birlikte asıl damgasını vurması gereken isyan, dinamik, model, örnek neyse o şey, Gezi İsyanı değil midir?
Peki biz HDK-HDP Kongreleri’nde Gezi İsyanı’nı neden duymadık? Kürkçü, Gezi’yi unuttu mu, unutturmak mı istiyor?
Gezi’yi unutmak ya da sönümlendirme eğilimlerinin tam aksine, özellikle Gezi İsyanı ile birlikte ve içinde yaşadığımız özel tarihsel dönemin özgünlüğünde yeni dönemin açığa çıkardığı görevlere yoğunlaşmalıyız.
Öncelikle, farklı yapı ve yönelimlerdeki politik güçleri kapsayabilme kapasitesine sahip, meclis yapısının öne çıktığı muazzam bir fikriyatın öncülü olan HDK’yi, varlığını tehlikeye sokacak, işlevsiz ve teknik bir araç biçimine dönüştürecek olan, HDP ile aynılaştırma politikasından vazgeçilmeli ve HDK zeminini ve örgütlenme modelini güçlendirme görevine talip olunmalıdır.
Bu aynı zamanda, Gezi İsyanı’nın önümüze koyduğu görevlere talip olmaktır. Açığa çıkan toplumsal güçlerle kazanılabilir ortak ve somut bir hedefe doğru yürüyüşü, alternatif bir toplumsal-politik alan inşasını HDK zemini ile toplumsallaştırabilir, kaosa doğru sürüklenmek istenen yaşadığımız krize “Demokratik Cumhuriyet” perspektifi ile somut bir cevap verebiliriz…
Bu perspektifin inşa olasılığı, Gezi ile oluşan toplumsal zeminde ve HDK projesinin özünde mevcuttur.
O halde, dönemin öncelikli görevi, “Demokratik Cumhuriyet”e doğru bir adım ileri atarken, Halkların Demokratik Kongresi’nin yeniden inşasına soyunmaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.