Özel mülkiyetin bütün kalkınma sorunlarını çözebileceğine yönelik neoliberal vaatler sadece ekonomik anlamda kof değil ancak aynı zamanda fiziki olarak tehlikeli olduklarını gösterdiler. Yakın dönemde Soma’daki maden faciası Türkiye’de kamulaştırma tartışmasını yeniden gündeme getirdi.[1] Liberaller felaketin dikkatsiz iş yapma tarzının ve Batı’daki çalışma koşullarının hayata geçirilemeyişinin sonucu olduğunu çabucak ilan ediverdiler. Ancak topraklarını kaybettikten sonra yaşamlarını […]
Özel mülkiyetin bütün kalkınma sorunlarını çözebileceğine yönelik neoliberal vaatler sadece ekonomik anlamda kof değil ancak aynı zamanda fiziki olarak tehlikeli olduklarını gösterdiler. Yakın dönemde Soma’daki maden faciası Türkiye’de kamulaştırma tartışmasını yeniden gündeme getirdi.[1] Liberaller felaketin dikkatsiz iş yapma tarzının ve Batı’daki çalışma koşullarının hayata geçirilemeyişinin sonucu olduğunu çabucak ilan ediverdiler. Ancak topraklarını kaybettikten sonra yaşamlarını sürdürmek için başka bir çareleri olmadığı için madenlerde çalışmak zorunda kalan işçiler madenlerin özel mülkiyetinde yanlış giden bir şeyler olduğu konusunda ısrarcılar. Soma kaymakamı dahi Mayıs’ın 26’sında maden işçilerinin oturma eylemine katılmak zorunda kaldı. İşçileri sakinleştirmek ve protestonun hükümete ve resmi kurumlara yönelmesini engellemek üzere oradaydı. Uzun tartışmalar sonrası protestocular korosunun bir parçası olmak zorunda hissetti: “Valla ne diyeyim, madem sizin için iyi olacak” dedi ve ekledi “ben de kamulaştırma istiyorum”.[2] Madenlerin devlet mülkiyetinde ve devlet tarafından işletilen kurumlara dönüştürülmesi gelecekte çok sayıda yaşamı kurtaracaktır. Ancak kesinlikle kamulaştırma, işçilerin borç köleliğini ve birçok köylüyü işsiz ve borç içinde bırakan yaygın kırsal dönüşümü sona erdirmek için verilecek bir toplumsal mücadelenin sadece başlangıç noktası olmalıdır.
Gerçekten de madenlerin özelleştirilmesi ve taşeron ilişkilerin yaygınlaşması sonrası madenlerde yaşanan ölüm sayısı hızlı bir şekilde artmıştır. Devlet mülkiyeti, kar güdüsü çalışma koşullarının güvenliğine tabi kılındığı için daha da fazla sayıda iş cinayetinin yaşanmasının önünde bir bariyer görevi görmüştür, ancak bu yeterli değildi. Hiçbir zaman da yeterli olamaz.
Kamulaştırma için kampanyanın ya da ekonomideki kamulaştırmanın alternatif kamusal eyleme biçimleri doğrultusunda bir sahiplik ve denetim mekanizması ile tamamlanmadıkça, devlet girişimlerinin başka girişimlerle rekabet halinde tutulması ve birer piyasa aktörü olarak işlev görmelerinin, işçilerin yararına kamusal kazanımların pekiştirilmesini sağlama hususunda pek faydalı olmayacağını düşünüyoruz. Kamunun üretken tesisleri, hizmetler ve altyapıyı geri kazanmak ve gerçekten de kamunun kılmak için devletin sahip olduğu işletmeler üzerinde radikal ve demokratik denetim biçimlerine ihtiyacımız var.
Bu konuda önemli bir örnek Türkiye’de devlet bankalarının (DB’ler) incelenmesiyle verilebilir. Türkiye’de DB’ler üzerine 2013 yılındaki çalışmamız bu noktayı açık bir şekilde göstermektedir (proje raporunun hem İngilizce hem Türkçe versiyonlarına şu adresten ulaşılabilir: http://goo.gl/GOWpur).[3]
Devlet Bankaları: İlerici Rolleri ve Sınırlılıkları
Türkiye’de devlet bankalarının uzun bir geçmişi bulunuyor. Özelleştirme ve yeniden yapılandırma doğrultusunda çabalara karşın DB’ler yine de önemli bir toplumsal kalkınmacı rol oynamaya devam ettiler. Halen üç büyük ticari devlet bankası ve üç küçük devlet mülkiyetindeki kalkınma bankası mevcudiyetini koruyor.
Finansal krizler karşısında Türkiye’nin yönetici politik koalisyonları 1990’ların ortalarında DB’leri artan kamu mali açıklarını saklamak için uygun bir finansal örtü olarak kullanmaya başladılar. 1999 itibarıyla bu açıklar GSMH’nin % 13’üne ulaşmıştı. Bu kamu açıklarına maruz kalma ve spekülatif bankacılık pratiklerinin yükselişi Türkiye’de 2000-2001’de büyük bir finansal krizi tetikledi. Süreçte DB’ler esasen tek başlarına sorumlu olmadıkları kriz için suçlandılar ve piyasa yönelimli bir yeniden yapılanmaya zorlandılar. 2001’de başlatılan, DSP-MHP-ANAP koalisyonunun Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılanma Programı, doğrudan DB’lerin finansal yeniden organizasyonunu öngördü ve bunları piyasa verimliliği ve karlılık gereksinimi doğrultusunda biçimlendirmenin peşine düştü. Bu neoliberal programın nihai hedefi DB’leri özelleştirmekti.
Bu tarz gerilemelere karşın 2011 itibarıyla büyük oranda devletin sahip olduğu üç büyük ticari banka ikinci, altıncı ve yedinci büyük bankalar olma özelliklerini koruyor. Yaklaşık 180.5 milyar dolara varan toplam varlıkları finansal sektördeki varlıkların halen yaklaşık % 30’una tekabül ediyor.
Türkiye’nin DB’lerinin ve yeniden yapılandırılmalarının eleştirisi karşısında, DB’lerin kalkınmacı faaliyetlerin özel finansmanına geçerli ve kıymetli bir alternatif sunmaya devam etikleri söylenebilir mi? Aşağıda, 2013 yılında yapılan kapsamlı bir araştırma ve mülakatlara dayanan bir değerlendirme yer alıyor. Vardığımız sonuç DB’lerin aslında, en azından beş noktada ilerici bir finansal rol üstlendiğidir.
İlkin, DB’ler doğrudan hükümet transferlerinin öncelikli kalkınma faaliyetlerine, özellikle tarımsal alan, küçük ve orta boy işletmeler, belediye altyapısı ve enerji gibi alanlarda düşük faizli kredi teminini karşılayabildiği vazgeçilmez araçlar olmuşlardır.
İkinci olarak, DB’ler kriz ve istikrarsızlık zamanlarında Türkiye’de karşı çevrimsel bir şekilde ve özellikle kredi portfolyolarını genişleterek önemli roller üstlenmiştir. Bu müdahaleler özel bankaların borç vermekten imtina etmesinin olumsuz etkisine karşı bir ağırlık oluşturmuştur.
Üçüncüsü, DB’lerin en önemli katkılarından birisi neredeyse 3 bin şube ile ulusal bir finansal ağ sağlanmasıdır. Bu hizmet özelikle kar peşindeki bankaların şube açma konusunda isteksiz olduğu kırsal alanlarda ve küçük kasabalarda önemlidir.
Dördüncüsü Türkiye’de halkın DB’leri kendi tasarruf mevduatları için güvenli liman olarak – elbette, kısmen açık veya zımni devlet garantileri nedeniyle – görmesidir. Bu bakış örneğin, Türkiye’nin 2008-2009 krizi sırasında halkın tasarruflarıyla DB’lere akınında kendini açık etmektedir.
Son olarak Türkiye’de DB’ler, en azından kalkınmacı bir bağlamda daha verimli oldukları görmezden gelinse dahi, özel bankalar kadar verimlidir. DB aktif karlılık oranı (AKO), 2001’den bu yana % 1.5 ve % 2.5 arasında değişmektedir ve özel bankalarla kıyaslanabilir durumdadır. Dahası özel bankalardan farklı olarak devlet bankaları usulüne uygun olarak vergilerini ödemişlerdir, karları kamu bütçesine geri katılmıştır. Bu uygulamalar kamu borcunun yakın dönemde azalmasına katkıda bulunmuştur.
Kamulaştırma: Gerekli ama Yeterli Değil
Türkiye’de devlet bankaları, bunların nihai özelleştirmesine giden yolu hazırlama çabalarına karşın, kalkınmacı girişimlerin finansmanı için geçerli ve değerli bir alternatif sunmaya devam etmektedirler. DB’lerin sürdürülebilir bir şekilde kıymetli çeşitli finansal hizmetleri sağlayabilmesi için karlılık yükümlülüğü altında olmaması gerektiği açıktır.
Ancak AKP hükümetinin neoliberal planları tersine çevrilmediği ve DB’lerin toplumsal kalkınmacı rolüne ilişkin daha ilerici bir bakış netleştirilmediği ve uygulanmadığı müddetçe, sonunda karlarını maksimize etmeye çalışan özel bankaları tam olarak taklit eder duruma düşeceklerdir. Dahası özel bankacılığın fiyaskolarının karakteristiği olan yolsuzluklar DB’lerde daha da sıradan hale gelebilir. Bu durumda sadece kalkınma anlamında çeşitli olanakların yitirilmesi değil ayrıca finansal spekülasyon ve istikrarsızlık olasılığının artışı ve uygulanabilir bankacılık alternatifleri için kamusal desteğin zayıflaması bağlamında da yüksek bir bedel ödenecektir.
Türkiye’nin DB’leri üzerine alan çalışmamız devlet mülkiyetini savunurken dikkate alınması gereken faydalar ve sorunlar olduğunu gösteriyor. Madenlerin kamulaştırılmasında da benzer potansiyel faydalar ve sorunlar görüyoruz. İş cinayetlerini ve felaketleri önlemekte gerekli bir ilk adım olmakla birlikte devlet mülkiyeti bir kurumu kamusal hale getirmek ve toplumsal olarak ilerlemeci kılmak için sadece ilk adımdır. Başka bir ifadeyle bankaların olduğu kadar madenlerin de devlet mülkiyetinde olması savunulmalıdır; ancak, bunun kadar önemli olan, bu kurumların potansiyelini arttırmak ve kapitalist kar yükümlülüklerinin zaman içinde zemin kazanmasını engellemek için daha ilerici demokratik sahiplik ve denetim biçimlerinin yerleştirilmesidir.
* Thomas Marois, Londra Üniversitesi, SOAS Kalkınma Çalışmaları
* Ali Rıza Güngen, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Siyaset Bilimi
[1] Felaket Soma Kömür A.Ş. tarafından işletilen madende gerçekleşti. Şirket, Türkiye Kömür İşletmeleri tarafından kendisine tahsis edilen madeni kullanmaktaydı. Hukuki düzlemde rödövans sistemi özelleştirme anlamına gelmemektedir, ancak bu ve bölgedeki diğer madenler, sözleşmelerinin verdiği ayrıcalıklar nedeniyle özel mülk olarak görülmektedir.
[2] “Soma işçileri taşerona ve sarı sendikaya başkaldırdı”, sendika.org, 26.5.2014, http://www.sendika.org/2014/05/somada-madenciler-disk-yetkilileriyle-birlikte-kaymakamlik-onunde-guncelleniyor/, (erişim 26.5.2014).
[3] Thomas Marois ve Ali Rıza Güngen, “Türkiye’nin devlet bankalarını geri kazanmak”, Municipal Services Project Occasional Paper no 22, (Aralık, 2013). Ayrıca bkz. Thomas Marois, “State-owned banks and development: Dispelling mainstream myths”, Municipal Services Project Occasional Paper no 21, (Aralık, 2013)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.