Hatırlarsınız, Erdoğan Şemdinli direnişinde de “çoluk çocuk demeden gereği yapılır” demişti ve sonuç olarak çoluk çocuk demeden insanlar katledilmişti. Bugün de Lice’deki karakolda bayrağın indirilmesine müteakip Erdoğan’dan “çocuk mocuk cezalandırılacak” açıklaması geldi. Açıklamadan az bir zaman sonra ise 6 yaşında bir Kürt çocuğunun gaz bombasıyla başından yaralandığı haberi… Ortalama her Türk vatandaşının çocukluğundan itibaren bilinçaltına […]
Hatırlarsınız, Erdoğan Şemdinli direnişinde de “çoluk çocuk demeden gereği yapılır” demişti ve sonuç olarak çoluk çocuk demeden insanlar katledilmişti. Bugün de Lice’deki karakolda bayrağın indirilmesine müteakip Erdoğan’dan “çocuk mocuk cezalandırılacak” açıklaması geldi. Açıklamadan az bir zaman sonra ise 6 yaşında bir Kürt çocuğunun gaz bombasıyla başından yaralandığı haberi…
Ortalama her Türk vatandaşının çocukluğundan itibaren bilinçaltına sokulan bir kâbus vardır: Sevr haritası. Bu emperyalist bölüşüm haritasına göre Türkiye, savaşın galipleri İngiltere, Fransa, İtalya ve antlaşmadan yüz sene öncesinin Osmanlı tebaası Yunanistan arasında paylaşılıyordu. Aynı haritada “Ermenilere bırakılması olası topraklar” da belirlenmiş ve karar “hakem” olarak Wilson’a bırakılmıştı. Wilson da özerk bir Lazistan notuyla söz konusu toprakların Ermenistan’a verilmesine “ok” demişti. İngiltere de işgal ettiği topraklar üzerinde bir Kürdistan yönetimi kurulabileceğini yine aynı antlaşmaya göre ilân ediyordu.[1] Rusya ise alacağını daha önce almıştı.
İşin bundan sonrası mâlum, “Milli Mücadele” ve Lozan. Almanlarla ittifak ederek ve “kaybettiği vatan toprakları”nı geri kazanma histerisiyle bir hışımla Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na giren İttihat Terakki eğer savaş sonunda başarılı olabilseydi, bu başka halklar için bir “Sevr” anlamına gelecekti. Ne ki Osmanlı, Almanya’yla birlikte kaybetti ve toprak genişletme muradındayken, eldekini de kaybetme noktasına geldi -İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda yine Almanya’nın başına gelenler gibi.
Hikâyenin geriye kalan kısmı üç aşağı beş yukarı herkesçe biliniyor. Yerel direnişlerle zayıf bir biçimde de olsa örgütlenen “Kurtuluş Savaşı” başlayacak ve önderliği alıp, hareketi merkezileştiren Kemalistler, önceden “bizimdir” diye ilân edilmiş olan Misak-ı Milli sınırlarının büyük kısmında[2] hâkimiyet kurup Osmanlı’yı da resmi olarak tarihe gömen yeni bir devlet kurmayı başarabileceklerdi.
Birtakım hadiselerin sonu ve noktası olan baş döndürücü hızla gelişmiş bu olaylar, aynı zamanda birçok yeni meselenin de asıl başlangıcı anlamında bir kerteriz işlevi de görecektir. Bu meselelerin en büyüğü ise şüphesiz Kürt sorunudur.
Elbette ki Kürt ulusal hareketinin başlangıcı daha eski bir vak’a, Türk milliyetçiliğiyle yaşıt. Ancak meselenin esaslı bir sorun olarak şekillenmesi ve Kürt hareketinin güçlenmesi Cumhuriyet’ten sonradır. “Milli Mücadele” döneminde Kuzey Kürdistan’daki Kürt halkındaki genel eğilim büyük ölçüde, Türklerle birlikte yaşamayı destekleme yönündeydi. Bu da temel olarak Erzurum Kongresi’nde şekillenmişti ve özellikle Ermeni egemenliği ihtimalinin yarattığı tedirginlik, kuvvetli bir Türk-Kürt ittifakı doğurmuştu. İşgale karşı savaş döneminde bizzat Mustafa Kemal’in “Türk” vurgusu yapmaktan kaçınması, “Müslüman anasır” söylemine yoğunlaşması, hatta saltanatın kurtarılmasından vesaire söz etmesi, Cumhuriyet öncesi dönemde kullanılan motivasyon ögelerinin farklılığını açıkça gözler önüne serer. İlk meclisteki “Türklerin ve Kürtlerin meclisi” söylemini, “Lazistan milletvekili” tanımından o zamanlar tek bir insan evladının dahi rahatsızlık duymuyor oluşunu da buna ekleyin. Ve mutlaka burada bir kenara oldukça teferruatsız ve açık, sonrakilere göre de “demokrat” açılımlara sahip olan 1921 Anayasası’nı not edin. Tablo birkaç sene sonrasına göre şüphesiz oldukça farklı çıkıyor.
Birkaç sene sonra ne oldu? Mecliste Lazistan, Kürdistan ya da “Araplarla Türklerin beraber yaşadığı bölgeler” gibi yerlerde plebisiti kabul eden, bütün toplumlara verilecek dini ve milli haklardan vesaire söz eden Kuvvacı hareket, 180 derece çark etti. Bu netice savaş boyunca sözü edilen tüm ulusal hakların ve dahi demokratik söylemin Kemalistler nezdinde salt bir taktik unsurdan başka hiçbir anlama gelmediğini göstermiş oldu. Yeni rejim süratle Türkleştirme programına koyuldu, Türk vurgusundan geçilmeyen yeni bir anayasa yazıldı (1924), Lazistan ve Kürdistan isimleri yasaklandı, anadilleri çarşı pazarda konuşmak bile para cezasına çarptırıldı, hepi topu bin yıldır Türklere ev sahipliği yapan Anadolu bir çırpıda binlerce yıllık kadim Türk toprakları ilân edildi, herkes Türk oldu, olmayanların ekserisi “def oldu”.[3]
Bu milliyetçi politika başarılı bir iç propagandayla toplum içinde içselleştirildi, böylece Türkiye’de bölünme paranoyası, Kürt ve diğer halklara karşı düşmanlık, demokratik haklara ve taleplere dair şüphecilik, kitlesel bir linç kültürü ve şiddetli bir ırkçı savunma refleksi halkın büyük çoğunluğuna yayılmış sıradan bir dürtü hâline geldi. İşte böyle bir devlet geleneğine karşı ve ne yazık ki böyle bir saldırgan çoğunluğun içinde Kürt sorununa “çözüm” için kafa yorulmakta. Yani depremde bile “Allah’ın bölücü Kürtlere gazabı”nı gören yeryüzündeki en geri toplumsal çoğunluklardan birinin içinde. Yani ve daha fazlası, gayr-ı Türk halklar içinde de Türk’ten daha çok Türk olmaktan gurur duyuyor olmaktan gurur duyan mankurtlaştırılmış yığınların olduğu bilinç sakatlanmasına uğratılmış bir toplamın içinde.
İşte buradan bakınca, sözü edilen “çözüm” imkânsızdır ve bu “çözüm” tekerlemelerinin çıkacağı tek yer bir çözülme hâlidir. Devletin yurtsever harekete dayattığı şey kendindeki minimum çözülme ve gevşemeye mukabilen tamamen tasfiye olmak. Zira T.C.’nin devlet geleneğinden daha fazlasını beklemek çok iyi niyetlice bir umut olurdu. Nitekim, “demokrasi”, “çözüm”, “kardeşlik”, “cenaze gelmiyor” filan lakırdılarının bu denli kafa ütülediği bir dönemde devletin üzerine “barış” kılıfı giydirilmiş bir savaşı sürdürdüğü ve ’90’lar konsepti denilen şeyin biraz şekil değiştirerek sürdürüldüğü aşikâr. Burada aşikâr olan, o gün Lice’de halka, “sizi imha ederiz” diye anons geçen komutanın da altını çizdiği gibi bir imha politikasıdır. Meal: Devlet için çözüm = Kürt ulusal kurtuluş hareketinden kurtulmak.
Tamam, “Kürt yok” derken seksen yıldır hata etmiş olabilirler, ama şimdi Türkiye değişti. Kürt var, Kürtçe de var, hatta Türklerle birlikte ama onlara tam eşit olmayarak, de facto bir biçimde de olsa “kurucu unsur” diye tanınabilmeleri bile olasıdır. Ama o tanınacak Kürt’ün de devletin istediği şablonlara uyması gerek. Örgütsüz, devletçi, Misak-ı Millici, Müslüman ve bu şekilde Kürt olduğu kabul edilmiş bir Kürt. İşin enteresan tarafı Kürt hareketinin, bazen bizzat Öcalan tarafından ama daha çok da legal alandaki kimi temsilcileri yoluyla bu tip bir “çözüm”e tav olduklarını beyan eden enteresan açıklamalara sıklıkla imza atabiliyor olmaları. Ancak bunun tabanın bir kısmıyla diğer kısmı arasında, kimi zamansa tabanın bir kısmıyla tavan arasında, ara sıra da Kandil’le İmralı arasında çelişki dinamikleri yarattığı açığa çıkabiliyor. E büyük başın derdi de hâliyle büyük oluyor. Temelde bir köylülük+işçi sınıfı hareketiyken burjuvaziye doğru da genişleyen ve bir dizi hızlı ideolojik revizyon geçiren yurtsever hareketin kendi içinde bu tip gerilimler oluşması gayet olağan.
Onlarca yıldır susmuş olan Kürtlerin sesini duyuran kurtarıcı Öcalan figürünün değişik katmanlardan ve fikirlerden Kürtleri birleştiren en önemli “yapışkan” olduğuysa şüphesiz.
Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, devletin önerdiği “çözüm” şeklinin neliği en başından beri Erdoğan’ın ve diğer kurmaylarının söyleminde ayan beyan ortada. Burada bir teslim alma ısrarı söz konusu. “Barış” döneminde bu kadar çok kalekol/karakolun inşa edilmesi ve ediliyor olmasının, sıklıkla vurgulanan tekçiliğin başka bir açıklaması olamaz. Devlet, Gever’de vurdu, geçen yıl bu zamanlar yine Lice’de ve yine kalekol protestosu sırasında Medeni’yi vurdu. Devlet bugün yine Lice’de kan akıttı. Yani devlet, bir yandan gerilimi ve hoşnutsuzluğu tırmandırıyor, bir yandan da “edi bese” seslerini duyunca tekrar silahına davranmaktan çekinmiyor. Daha sonra klasik provokasyon mavraları ve daha da şiddetlenen tehdit dili ile at başı yürüyen kitlesel şovenizm şovları çağrıları başlıyor. “B” ve “C” planları denilen opsiyonların neliğine dair göstergeler bu lafız ve eylemlerde şifreli.
Hatırlarsınız, Erdoğan Şemdinli direnişinde de “çoluk çocuk demeden gereği yapılır” demişti ve sonuç olarak çoluk çocuk demeden insanlar katledilmişti. Bugün de Lice’deki karakolda bayrağın indirilmesine müteakip Erdoğan’dan “çocuk mocuk cezalandırılacak” açıklaması geldi. Açıklamadan az bir zaman sonra ise 6 yaşında bir Kürt çocuğunun gaz bombasıyla başından yaralandığı haberi…
14 yaşında vurulup, 15 yaşında ölen bir çocuğu, Berkin’i ve annesini, babasını “terörist” diye yuhalatan bir zihniyetten söz ediyoruz. Ki Kürdistan’ın toprağında yatan Berkinlerin sayısı ise sayılamıyor.
İşte, kimileri “Bask modeli”, “İskoç modeli”, “İrlanda modeli”nden söz ededursun -faşistlerse “Tamil modeli”ne daha sıcak bakıyorlar!- bu topraklar üzerinde, böyle bir devlet gerçekliği gölgesinde böylesi “çözüm” olanaklarının neredeyse sıfır olduğu görülmeli. “Tamil modeli” ise daha önce Dersim’de zaten denenmişti, bunun 1984 yılına geldiğimizde ortaya çıkan sonuçlarını ise iştahları kabaran faşistlere hatırlatmakta fayda var.
Gelelim Avrupai ve az çok başarılı olmuş “çözüm” süreçleri ile bizdeki sorunun mukayesesine. Bizde hâlâ “82 Musul”, “83 Kerkük” diye sayıklanırken, adasından katbekat daha fazla toprak kaybetmiş Birleşik Krallık, İrlanda’nın büyük bölümünün bağımsızlığını bundan seksen küsür sene evvel tanıdı. Kuzey İrlanda’daki sorunsa yakın zamanda daha sakinledi, IRA’nın ana gövdesi silah bıraktı vesaire. Ancak Kuzey İrlanda’nın içinde “Unionist” denilen İngiltere yanlısı güçlü bir Protestan kesimin olması bu sorunu kendine özgüleştiriyor. Yine de Kuzey İrlanda’da epey zamandır sağlanmış ve daha da genişletilmiş olan özerkliğin benzerinin Kürdistan’da da gündeme getirilebilmesi biraz zor gibi. Yani Kürdistan meclisi, Kürdistan bayrağı, milli takımı ya da Öcalan’ın ve diğer PKK’lilerin TBMM’de siyaset yapabilmesi vesair “uçuk” ihtimaller gibi durmakta öyle değil mi? Elbette ki Birleşik Krallık ya da yine çoğu sömürgeci olan diğer Avrupa devletleri de über süper demokratik değiller ancak bizdekinden epey farklı bir yönetim kültürüne sahip oldukları ve iç ulusal sorunlara daha geniş yaklaşabildikleri açık. Yani en azından “İrlanda yok, İrlandalı yok”, “Bask yok, Bask Ülkesi ne?” diyen bir Avrupa ülkesi mevcut değil.
Bizde ise Kürt diye “bir şey”in olduğu daha yeni yeni hazmedilebilemekte ve Türkiye bu konuda yeryüzünde tek! Zira dünyada olmadığını iddia ettiği bir şeye karşı savaşan bir devlet yoktur. Yani yanı başımızdaki İran, Irak, Suriye de Kürtleri ezdi/eziyor ama hiçbiri “Kürt yok. “Kürdistan?! Ahahaha!” demedi. Mesela Çeçen ve Çeçenistan’ın olmadığı da Rusya’nın aklının ucundan bile geçmedi, böyle bir fantezi dünyası dünyadaki hiçbir milliyetçilik biçiminde tahayyül dahi edilemez. Bu Türk tipi milliyetçiliğe içkin bir semptom sadece.
Bizim memleketimizle karşılaştırmaya kalktığımız ülkelerde onlarca yıldır sömürgecisine tek bir kurşun sıkmamış İskoçya ve Katalanya’nın bu senenin sonlarına doğru yapılacak bir referandumla bağımsızlığına kavuşması gündemde! Bizde ise bırakın devleti, PKK bile, kırk bin insanın yaşamını yitirdiği otuz yıllık bir savaşın sıcaklığında dahi bağımsızlıktan söz etmiyor. PKK’nin talebi, daha çok yerel yönetimler eliyle kotarılacak bir “demokratik özerklik” ve bunun sonunda aşama aşama varılacak -bir ütopya olarak da okunabilir- beş devletli bir “demokratik konfederalizm”. Fakat heyhât! Bizde, bir hayli düşük seviyeli bir özerklik biçimi olarak öngörülen “demokratik özerklik” kavramı bile fırtınalar koparıyor. Kaldı ki, devlet bugün ya da yarın, bir kıyamet alameti olarak “Kürt halkının bağımsızlığı için referandum yapılsın” dese, ülkenin dört bir yanında öfkeyle sokaklara dökülecek milyonlarca insan var. Tabana yayılmış bir şovenizmden yukarılarda söz etmiştik. Bu da ülkede göz önünde bulundurulması gereken handikaplardan sadece bir tanesi.
Sözün özü, İttihat Terakki’den bakaya olan bölünme sendromu ve cerahat saçan milliyetçilikle malul Türkiye’de, devletin Kürt halkının varlığından ötürü olan haklarını gerçek mânâsıyla tanıyabilmesi mümkün görünmüyor. Bir milletin kurtuluşu kuşkusuz kendi kaderini tayin hakkının kabul edilebilmesiyle mümkün olabilir, gelin görün ki memlekette hak kırıntıları bile büyük olay diye devrim tanımıyla taltif edilirken, bu dar çerçeveden bile bir süreç yürütülemiyor. Çünkü Türkiye’de tekçi, milliyetçi, inkarcı ve imhacı devlet geleneği değişmiyor, değişmeyecek. Değişirse zaten o T.C. değil, başka bir şey olacak.
İşte, o “başka bir şey”e odaklanmak gerekiyor.
Şimdi, diyeceksiniz ki; “İsmail, meseleyi devrimden sonrasına mı erteliyorsun?”. Yoo, “Kürtler nerede!”, “Türkler nerede!”, “Nogay Tatarları nerede!” demektense, aynı yerde, o “başka bir şey”de buluşalım diyorum.
Ve evet, zor, biliyorum.
[1] Söz konusu İngiliz müstemlekesi Kürdistan’ın sınırları Ermenistan sebebiyle etnik Kürdistan’a göre oldukça dar bir alanı kapsamaktaydı. Ermenistan ise bugünkü “Doğu Anadolu” ile ülkeyi denize çıkarmak için -tarihi Ermenistan sınırları içinde olmamasına rağmen- Doğu Karadeniz’in büyük bölümünü kapsıyordu. Yani Kürt ve Ermeni uluslarının talepleri aynı topraklar üzerinde çakışmaktadır.
[2] Kemalistler, 28 Ocak 1920’de toplanan Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin açıkladığı ve Sivas-Erzurum Kongrelerinde de bir iki rötuşla kabul edilen “Misak-ı Milli” sınırları içinde bulunan Batı Trakya, Musul vilayeti (Güney Kürdistan, “Kuzey Irak”), Batum ve Hatay’dan (1938’de Fransız Suriye’sinden alındı) daha sonra vazgeçmişlerdir. Batum, kısa bir süre önce kazanılmış olmasına karşın, 16 Mart 1921’de, Kurtuluş Savaşı’na destek verilmesine karşılık Sovyetler’e bırakıldı. Lozan’da ise Türkiye, hâlen resmi olarak üzerinde “egemenliğinin” bulunduğu Kıbrıs, On İki Ada, Libya, Mısır, Sudan, Hatay ve Batı Trakya’daki haklarından vazgeçti, Boğazların çok uluslu özel durumunu da kabul etti (1936’da egemenlik Türkiye’ye geçti). Burada ilginç olan Misak-ı Milli sınırları içinde olan Batı Trakya ve Hatay’ın pek mesele edilmemiş gibi durmasıdır. Daha sonra önemli bir politik mesele olan Kıbrıs da burada Türkiye için gündem olmamıştı. İlginç bir küçük nokta ise, Tuna nehrinin içinde ve Romanya’nın doğal sınırlarına dahil olan minik ada Adakale’nin Türkiye’ye verilmesi için İnönü ve heyetinin ısrarıdır. Daha önceki antlaşmalarda hüküm koymak unutulduğu için yanlışlıkla Türkiye’de kalmış gibi gözüken bu ada zar zor Romanya’ya bırakıldı. Musul meselesi ise Lozan’da çözülemedi. Karmaşık ve bunalımlı bir süreçten sonra 1926’da Cemiyet-i Akvam’ın kararıyla İngiltere’ye bırakıldı. Lozan’da Türkiye somut olarak sadece Edirne sınırında iki köyü -Karaağaç ve Bosnalı- topraklarına katabilmiş gibi gözükmektedir (Yunanistan’dan savaş tazminatı olarak). Lozan’ın “yenilgi” mi yoksa “zafer” mi olduğu tartışması bu sebeplerden dolayı ulusalcılar ve gericiler arasında devam ediyor.
[3] Gayr-ı Müslim toplumların başına örülen çoraplar herkesin mâlumu. Savaştan sonra bu halklar sözde devlet güvencesi altına alınmış olmasına karşın büyük zulümlerle muhatap edildiler. Yunanistan’la yapılan mübadele anlaşmasına göre Batı Trakya Türkleri ile İstanbul ve Gökçeada, Bozcada Rumları göçürmeden muaf tutulacaklardı. Ancak bugün bakıldığında Batı Trakya’da 150.000 Türk -elbette ki baskılara rağmen- varlığını sürdürüyorken, Türkiye’de kalan Hıristiyan Rum sayısı sadece 2.000! Bu toplumlara karşı yapılan hak ihlalleri saymakla bitmez. En büyük sorunlarsa tek partili dönemde, 6-7 Eylül’de ve Kıbrıs Savaşı sürecinde yaşandı. Halklar nüfuslarının çoğunu kaybetti. Lozan’da bütün gayr-ı Müslim halklara “azınlık hakları” tanındıysa da bundan keyfi olarak Süryani, Keldani, Ezidi gibi toplumlar muaf tutuldu, diğer üç halka ise -Rum, Ermeni, Yahudi- bu haklar kısıtlı olarak sunuldu ve hakların kullanılamaz hâle getirilmesi için uğraşıldı -nitekim Yahudiler anadilde eğitimden “kendi istekleri ile” vazgeçtiler. Yine Lozan, çok az bilinse de Gökçeada ile Bozcaada’ya özerklik veriyordu, bu uygulanmadı, uygulanması bir kenara Rum halkına en korkunç işkenceler bu iki adada gerçekleştirildi. Kaldı ki ilk mecliste de, sonrasında Lozan’da da Müslüman anasıra ulusal/kültürel hakların tanınmasından söz ediliyordu, bunlar da uygulanmadı. Nasıl ki Meşrutiyet’e giden yolda Türk, Kürt, Ermeni, Rum ve Yahudi aydınlar beraber mücadele etmiş ve sonuç İttihat Terakki’nin diğerlerini inkârı olmuşsa, genç Cumhuriyet de eşitliği tercih etmedi. Hâlbuki Meşrutiyet’ten önce de -Osmanlı’yla kader birliğinden yana ve hatta düpedüz Osmanlıcı olan Ermeni ve Rum/Yunan aydın sayısı hiç de az değildi, Cumhuriyet’e giden yolda da halkların eşitlik çerçevesinde bir ortak kader iradesi vardı, değerlendirilemedi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.