Son zamanlarda, Türkiye devriminin önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın hemen her ölüm yıl dönümünde, bu savaşçı öncüler üzerinden saldırı mahiyetinde bir ulusalcılık tartışması kopuveriyor. Daha çok liberal yazar çizer takımının ve bazı püriten Kürt milliyetçilerinin (*) dillendirdiği bu ulusalcılık suçlamasının tam karşısında da bu kez ulusalcıların, yine “Denizlerin Kemalistliği” üzerinden onları sahiplenmesini […]
Son zamanlarda, Türkiye devriminin önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın hemen her ölüm yıl dönümünde, bu savaşçı öncüler üzerinden saldırı mahiyetinde bir ulusalcılık tartışması kopuveriyor. Daha çok liberal yazar çizer takımının ve bazı püriten Kürt milliyetçilerinin (*) dillendirdiği bu ulusalcılık suçlamasının tam karşısında da bu kez ulusalcıların, yine “Denizlerin Kemalistliği” üzerinden onları sahiplenmesini net olarak seçebilmekteyiz.
Bilinir, Deniz Gezmiş, diğer iki öncü devrimci Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’ya göre genel toplum nezdinde daha popüler ve sempatiyle anılan bir figür. Deniz’in, yoldaşları Mahir ve İbo’dan Türkiye ölçeğinde gayri sol unsurlarca da daha “hayırla yâd ediliyor” oluşunun elbette belli başlı sebepleri var. Liberallerin “solcu/ Marksist” değil diye kötülediği (!) ve dolayısıyla sola bir redd-i miras önerdiği Deniz’in, tıpkı bir ikon olarak Che Guevara’nın başına gelenlerde olduğu gibi pratiğinin içi boşaltılarak sahiplenildiği aşikârdır. Deniz figürünün, bu yönüyle tıpkı Che gibi adeta bir pop metaı olarak pazarlandığını, devrimci eylemciliğinin, savaşçılığının içinin boşaltıldığını, onun romantize edildiğini söyleyebiliriz. Devrimci cesaretiyle devlete korku salan ve halkın dilinde efsane olan Deniz gitmiş, yerine maceracı, romantik ve masum Deniz konmuştur.
Bölye bir poplaştırmanın neden Mahir ya da İbo’da değil de Deniz’de gerçekleştirilebildiğinin temelleri birkaç tanedir. Öncelikle Mahir, Türkiye solunun omurgası ya da ana kirişi olarak tanımlayabileceğimiz THKP-C’nin kurucu önderidir. Ayrıca o bir teorisyen ve yazdığı, çizdiği ortada, takipçisi olan devrimci örgütlerin de devlete karşı silahlı pratiği hemen hemen aralıksız sürüyor. Hatta bu örgütlerden bir tanesinin adı sanı küresel ölçekte bilinmekte ve söz konusu örgüt, militanlarının başına -tıpkı eski günlerde olduğu gibi- ABD tarafından para ödülü konulabilecek denli “tehlikeli” görülmekte.
Öyleyse, ardında Marksist-Leninist yazılı bir eser ile güçlü bir gelenek bırakan ve gerektiğinde “adam öldürebilen” Mahir’den devrimcilere yakın ya da çok yakın olmayan geniş yığınların rahatlıkla benimseyebileceği bir “pop ikon” çıkamayacaktır.
İbrahim Kaypakkaya’ya gelirsek, bu köylü, Kızılbaş önderliğin de Deniz kadar “popülerleşememiş” olmasının birkaç somut sebebi var. O da ardında yazılı eser bırakmış bir M-L teorisyeni, üstelik o ulusal sorunda da TKP’nin başlangıca yakın olan kısa bir süreci ve Kıvılcımlı dışında solun pek “cüret edemediği kadar” keskin ve net konuşuyordu. Her şeyden önemlisi Kaypakkaya, Kemalizm’i faşizm olarak mahkum eden bir devrimci. E takdir ederseniz ki bu onun sol çevreler dışında sevgi ve saygıyla yad edilmesi önünde koca bir engel. Ayrıca yine İbo’nun devamcısı olan örgütlenmelerin silahlı mücadelelerini İbo’nun şehadetinden bugüne sürdürdüklerini de unutmamak gerek. Tabii ki TKP-ML geleneğinin sol içinde uzun yıllar boyunca hep biraz “lokal” bir hareket olarak kaldığını da bu mesele özelinde başka bir işaret olarak okuyabiliriz.
Solun içinde, geleneğini sürdürenler açısından en “popüler” olan Mahir olsa da, “genel popülarite”de her zaman Deniz öne çıkmıştır -ancak yine de Mahir’in de bazı Kemalist çevrelerde az çok bir “sahiplenme” gördüğünü eklemeliyiz. Deniz’in kamuoyu nezdinde bu kadar öne çıkışı o sağken de söz konusuydu. Bu “öne çıkma” durumu onun çekici görünümüyle, gerçek anlamda bir öğrenci lideri olmasıyla, şehadeti çatışarak değil idam ile gerçekleşmesiyle ve eline ilk silahı alanlardan olmasına karşın adam öldürmemiş olmasıyla belki açıklanabilir. Deniz’in Türkiye genelinde yobaz takımı dışında bu kadar önemli bir figür olabilmesinde kuşkusuz onun “Mustafa Kemal sevgisi”nin diğerlerine göre daha bariz olmasının da payı var.
O hâlde şu devrimci hareket ve Kemalizm mevzuuna biraz göz atalım.
Türkiye Devrimci Hareketi ve Kemalizm
’60’ların ortalarından sonlarına doğru TİP’ten kopmaya başlayan devrimci gençlik hareketinin ortaya çıkışında güçlü bir Kemalizan birikme olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Bir yönüyle de DP dönemi gençlik hareketiyle akrabalığı olan bu öğrenci gençlik akımının eylemlerinde Türk bayraklarının yoğun olarak taşındığını, devrimcilerin büyük Mustafa Kemal yürüyüşleri düzenlediğini biliyoruz.
Burada en çok öne çıkan Deniz olsa da bu “Kemalist”, “Kuvvacı” duruş Deniz’le sınırlı değildi. Bizzat TDH’de Kürt meselesinde en radikal çıkışı göstermiş olan İbrahim Kaypakkaya’nın bile 1969’un Aralık ayında Türk Solu dergisine 6. Filo olayıyla ilgili yazdığı yazıda direkt Kemalist çıkışlar okunur -bu onun “erken dönemi” olarak yorumlanmalı, İbo bu çizgiyi sürdürmedi; fakat örneklemimiz için önemli olduğu yadsınamaz. Burada TDH’nin ilk dönem ya da çıkış dönemi dergisinin adının Türk Solu olması bile her şeyi özetleyebilecek sarih bir tercihi imliyor.
Bu süreç, bir öğrenci hareketi temelinde yeniden biçimlenmeye başlayan Türkiye solunun ilk oluşum evresidir ve rahatlıkla “sol Kemalizm”e yakın bir duruşun olduğu bir dönem olarak yorumlanabilir. Esas ’70’den sonra, ’71’ devrimci çıkışı dediğimiz dönemle birlikte Kemalizmin etkisi aşama aşama aşılmaya başlanmıştır, fakat bu karma ideolojinin etkileri yine de -günümüze dek- sürdü/sürüyor.
İbo, Mahir ve Deniz, yani üç önderlik içinde Kemalizm lafzını sonuna dek -mahkemedeki savunma dahil- sürdüren Deniz Gezmiş oldu: “Gerçekler örtülmek isteniyor. Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun istiklali tam prensibini ve onun istiklali tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.” Fakat bu onun Kürt ulusal gerçekliğini reddettiği anlamını da taşımamaktadır. Ne yazık ki Deniz’in ardında bıraktığı bir yazılı eser yoktur ve o da diğerleri gibi 20’li yaşlarının henüz ortalarındayken katledilmiştir, bu da Deniz’in olası teorik açılımlarını engellemiştir. Fakat, burada geriye çok az yazılı kaynak bırakan THKO’nun Hüseyin İnan tarafından kaleme alınan “Türkiye Devriminin Yolu” broşüründe “Milli Mesele” adlı bir başlığın da bulunduğunu belirtelim. Burada kısıtlı da olsa “ulusal sorun”a değiniliyor: “Kurtuluş savaşına, Türkiye’nin sınırları içinde yaşayan bütün ulusların ilerici ve anti-emperyalist sınıf ve tabakaları aktif olarak katıldılar. Bağımsızlık savaşının sonunda kurulan hükümette Türk milliyetçiliği hâkim durumda idi. Bu nedenle Türkiye’nin sınırları içinde yaşayan hiçbir ulusa demokratik hak ve özgürlükleri tanınmadı; tam tersine, bütün uluslar asimile edilmeye başlanarak Türk ulusu imtiyazlı bir duruma getirilmeye çalışıldı.”
Bu küçük tespite karşın THKO “Misak-ı Millici” ve Kemalizan duruşunu bu metinde de sürdürmüştür ve Kürt meselesi ve diğer milliyetler için bir tür UKKTH’den yazının bazı yerlerinde söz edilse de, sonuç olarak ortak mücadele / ortak vatan söylemi tercih edilmiştir. Ancak, “lâkin”li de olsa THKO’nun ulusal soruna değinmesi, TDY’de “Türkiye’deki tüm emekçilerin çıkarlarına en uygun çözüm yolu da bölgesel özerklik olacaktır” denilmesi THKO’yu Kemalizm’in içine dâhil edilebilirlikten kesinkez ayırır. Yani bu durumda ortada olan eninde sonunda bir Kemalizm’den etkilenme pozisyonudur ve Deniz’in Mustafa Kemal’inin, Anadolu/Kürdistan Aleviliğinin Ali’siyle eş tutulabilir bir kült ikon olduğunu söylersem sanırım abartmış olmayacağım!
Türkiye solunda Kemalist etkilerin Deniz’le ya da THKO’yla sınırlı olmadığını söyledik. Deniz’le benzer reflekslerin izdüşümleri daha düşük tonda Mahir ve THKP-C’de de görülebilir. Mahir, örgütünün Kemalist değil Marksist olduğunu altını çizerek belirtse de, THKP-C’nin de resmi tarihi pek aşamadığını açıklıkla söylemeliyiz. Mahir’e göre Kemalizm şudur; “Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur. Ülkede, kendi solunda, emperyalizme karşı hiçbir devrimci, ulusal-radikal sınıf hareketi olmadığı, dünyada, bugünkü gibi milli kurtuluş savaşlarının destekçisi bir dünya sosyalist bloğunun olmadığı bir evrede, emperyalizme karşı, dünyada ilk muzaffer olmuş bir halk savaşını veren radikal-milliyetçiler, bu bakımdan, ülkemizin -kökeni Osmanlı alt bürokrasisinin ilericiliğine dayanan- bir orijinalitesidir. Kemalistler için ülkemizdeki, asker-sivil aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz.”
Mahir’in bu tespiti elbette doğru yaklaşımlar taşısa da temelde -bana göre- yanlıştır, zira anti-kapitalist olmayan bir ideolojinin anti-emperyalist olması da beklenemez. Mahir Çayan’ın söz ettiği Kemalizm’in anti-emperyalistliği salt konjonktüreldir ve aynı zamanda pragmatiktir, tam bir karakter taşımaz.
Kendi başına bir mesele olarak Kurtuluş Savaşı bu yazının kaldıramayacağı kadar yüklü bir mesele olsa da, Mahir’in bir ideoloji olarak Kemalizm’i ele alışı solun üzerindeki “ulusal kurtuluş savaşı büyüsü”nün etkilerinin THKP-C’ye de sirayet ettiğini gösteriyor.
T.C.’nin daha ilk başta Mustafa Kemal döneminde, kısa sürede “yozlaştığı”nı tespit eden Çayan’ın ulusal meseleye dair geliştirdiği yorumsa ilgi çekicidir ve “Misak-ı Milli”den kopuşu gösterir: “Mihri Belli’ye göre, Türkiye’deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek bir çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; o da, meseleyi şartlar ne olursa olsun, ‘Misak-i Milli’ sınırları içinde ele almak gerekir. Oysa bu görüş, temelden yanlış ve anti-sosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi, devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: ‘Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa, devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.”
Yani THKP-C hareketinin öncül metinlerinde UKKTH’den gayet açık bir biçimde söz edilmektedir. Fakat THKP-C ve ardılları Kürdistan ya da Lazistan için “sömürge” tespiti yapmazlar ve THKP-C kökenli hareketlerin tümü ayrılmadansa, birlikte mücadele, birlikte devrimden yana eğilim bildirirler. Fakat yine hepsi Kürt ulusal kurtuluş hareketini esastan desteklerler, ancak kendi örgütleri içinde bir seksiyon örgütlenmesi vs. bir tarza sahip değillerdir -bunun yanlış ya da doğru bir tutum olduğunu ima etmiyorum.
Diğer genç devrimci önder Kaypakkaya ise, hareketine miras ve kılavuz olarak bıraktığı yazılarında Kemalizm’i “faşist diktatörlük” olarak nitelemiş ve Kemalizan dokunuşlardan en radikal kopuşu gerçekleştirmiştir -“faşist diktatörlük” tespitini doğru ya da yanlış bulduğumu da ima etmiyorum.
İbo, Kemalizm için şöyle bir tanım yapıyor: “Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalizm demek, işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir.” (…) “Kemalizm demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizm’in ‘istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarı-sömürgelik şartlarına seve seve razı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı-sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz-Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demektir.”
Ancak, Kaypakkaya’nın tüm bu tespitlerine karşın Kürdistan’ı bir sömürge olarak nitelendirmediğini (**) ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili de kısmi olumlu değerlendirmeleri bulunduğunu da belirtelim. Ayrıca yine İbo’nun Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkının çiğnenmesini büyük oranda “tarihte kalmış bir mesele” olarak görme eğiliminde olduğu da sezilir.
Sonuç
Türkiye’de sol, devrimci harekette bir başlangıç verisi olarak “ulusalcı”, “Kemalist”, “Misak-ı Millici” adına ne derseniz deyin bir etki olduğu vakadır. Ancak devrimci önderlerden ve öncül üç örgütten hiçbiri doğrudan doğruya ulusalcı yaftası yemeyi hak etmemektedir, ki bu yönde tavırların maksatlı olduğu da çok açıktır. Bu genç önderlerin ve yeni hareketlerin Kemalizm’in etkisini aşmaya çalıştıkları, bunun üzerine kafa yordukları, tartıştıkları, meselenin neliğini sorguladıkları, her üç harekette de farklı ölçülerde sezilir. Deniz’in, Mahir’in, hatta bazen de İbo’nun Kemalist/ulusalcı oldukları iddiasıyla mahkum ve reddedilmeleri (***) gerekliliğini savlamak solun kendi tarihini ve kurucu önderlerini reddetmeyi önermektir, onu köksüzleştirme gayretidir. Hâlbuki, hiçbir önderlik ya da devrimcinin tam anlamıyla üstün meziyetlerle ve hatasızlıkla taltif edilemeyeceğini kabul edip, tarihe eleştirel ve yapıcı yaklaşma, sola yeterli gelecek ilerleme nüvesi olarak görülmeli.
Önder Mahir, Önder Deniz, Önder İbo ve düşmüş binlerce devrimcinin canları pahasına bize bıraktığı bir miras, bir külliyat ve bir yoldur. Bu mirasa katılacak daha çok değer, külliyatın üzerine konacak daha çok eser ve düşe kalka yürünecek daha çok yol var. Açtıkları yola bir devrim borcumuz var.
(*) Kastım PKK hareketi değil. PKK de tıpkı Türkiye solu gibi Mahir, Deniz ve İbo’yu önderlikler olarak tanır.
(**) Kürdistan’ı sömürge olarak nitelendirenler ya da ayrı örgütlenme önerenler sınırlıdır. Bunların başında Hikmet Kıvılcımlı gelir. Onun dışında ’70’den sonra TKEP ve Kurtuluş da bu yönde teoriler geliştirdiler. Esas olarak Kürt ulusal kurtuluş hareketinin güçlenmesinden sonra “sömürge tespiti” yapanlarda bir artış oldu -saydıklarımız dışında MLKP’nin adı verilebilir-.
(***) 12 Mart darbesinden sonra hareketlerin yeniden toparlanma döneminde THKO geleneğinden gelenler THKO eleştirisi vermiştir. Aynı şekilde THKP-C kökenli Kurtuluş da kapsamlı bir THKP-C eleştirisi yaparak siyaset sahnesine çıkmıştır. TKP-ML’den de kopan çok sayıda yapı olsa da buradaki konuyla bunun ilgisi yok.
Not: Yazıdaki alıntıların bilinen ve kolay ulaşılabilir kaynaklardan olması sebebiyle kaynak belirtmeyi tercih etmedim.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.