öncelikle şunu belirteyim, bu yazıda 1 mayıs’la ilgili yazdığım şeylerin birçoğunu o gün geçtikten sonra düşündüm. dolayısıyla bunun bir eleştiri metni olarak değil, geleceğe yönelik bir birlikte düşünme pratiğinin parçası olarak okunmasını dilerim. 1 mayıs gibi önemli eylemlerin ardından birçok değerlendirme yazılıyor. eğer devlet gösteriye karşı ağır şiddet uyguladıysa bu değerlendirmelerde iktidarın bizden korkusuna bağlanıyor. […]
öncelikle şunu belirteyim, bu yazıda 1 mayıs’la ilgili yazdığım şeylerin birçoğunu o gün geçtikten sonra düşündüm. dolayısıyla bunun bir eleştiri metni olarak değil, geleceğe yönelik bir birlikte düşünme pratiğinin parçası olarak okunmasını dilerim.
1 mayıs gibi önemli eylemlerin ardından birçok değerlendirme yazılıyor. eğer devlet gösteriye karşı ağır şiddet uyguladıysa bu değerlendirmelerde iktidarın bizden korkusuna bağlanıyor. okuyanları mutlu eden bu türden yazıların gerçeği kuşatmaktan ziyade taraftar toplamaya yönelik olduğunu düşünüyorum. bense bu yazıyı, tam aksine, ümitli bile olsa, belli bir karamsarlıkla tasarladım.
her şeyden önce, erdoğan ve akp iktidarının “biz”den korktuğu için son 1 mayıs’taki vahşi şiddete başvurduğunu düşünmüyorum. tam aksine, akp, gitgide otoriterleşen, hatta diktatörleşen birçok iktidar gibi, hiçbir şeyden korkmaz bir hale geliyor. ordudan hukuka korkabileceği bütün mekanizmaları zayıflatmış durumda, cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluklarını pervasızca gerçekleştirmiş, kazanamadığı yerlerde seçimleri iptal edecek bir noktaya gelmiş. meşruiyetinin önemli payandalarından biri olan barış sürecini savsaklamakta bir sorun görmüyor, suriye’de resmi rejimin muhaliflerine tırlarla mühimmat, nijerya’da aralarında tc vatandaşlarının da olduğu kayıplara yol açan katliamları düzenleyenlere, üstelik de türk hava yolları uçağıyla silah gönderdiği iddialarını, lahey’de yargılanma tehdidini umursamayan, “cemaat” gibi türk sağ siyasetinin temel taşlarından birini karşısına almaya cüret etmiş bir iktidarın pazardan alınmış maskeler ve mide ilacıyla kendini koruyan, havai fişeklerle “saldıran” kesimlerin canına kastetme, bir kentin tamamını eve kapatma gibi alenen suç olan (üstelik 1 mayıs yasağıyla ilgili aihm kararı var) edimlerin sorumlusu olmakla ilgili bir sıkıntısı yok. bütün devlet mekanizmasının elinin altında ve her istediğini yapacak güce sahip olduğu fikriyle hareket ediyor. zaten hangi diktatör, kendisine karşı bir milyon kişinin toplanmasını hoş görür?
daha önce başka yerlerde de ifade ettim, haziran direnişini, farklı toplumsal kesimleri bir araya getirmesi, farklı taleplerin ifadesi ve başkaldırarak onuruna sahip çıkma, kendiliğindenlik, kendisini önceleyen ve içinde yer alan örgütleri aşan bir güç olması gibi nitelikleriyle intifada geleneği içinde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. haziran, akp iktidarını hedef aldı; dış politikasından kadınlara yönelik kısıtlamalarına, eğitim politikalarından ülkeyi bir arsa olarak görüp her yeri inşaata açma siyasetine kadar bütün akp politikalarına karşı bir halk direnişi.
intifada geleneği içindeki hareketler dalgalar halinde yükselir, geri çekilir, sonra tekrar yükselir. geri çekilme dönemleriyle yükselme dönemlerini birbirine bağlayacak kalıcı örgütlenmeler bulunur, bizim için de öyle oldu. ülkenin her yerinde ortaya çıkan forumların yanı sıra, işgal evleri, oy ve ötesi, diren ilkyardım gibi oluşumlar haziran’dan arda kalan en önemli kazanımlardan birkaçı oldu. ama bütün bunlardan önemlisi, direnerek, karşı çıkarak bir şeylerin değiştirilebileceği duygusunu yarattı ki, hepimize “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten de bu.
burada bir parantez açalım. türkiye solunun hemen bütün kesimleri, feministler, sosyalistler, anarşistler, komünistler, lbgti hareket haziran direnişinin içinde yer aldı (ve bütün farklı iddialara rağmen tabii ki kürt hareketi ama ele almaya çalıştığım konuyla ilgisi olmadığı için bu tartışmaya girmeyeceğim) ama haziran direnişini mümkün kılan bu kesimler değil çünkü bunlar ezelden beri sokaktaydı, aynı kararlılıkta ve aynı amaçlarla faaliyet haldeydi. daha önce bunların çoğunluğun yan yana gelmemiş olduğu “ulusalcı” kesimler de var tabii. onları eklediğimizde bile bu direnişin belirleyici dinamiğini tarif edemeyiz. haziran’ı mümkün kılan belki de daha önce hiç siyasetle ilgilenmemiş, hiç sokağa çıkmamış, hiçbir eyleme katılmamış kesimlerdi. onlar olmadan “biz” zaten vardık ama ne kadar istesek de bunu yapamıyorduk. onların etkisi sadece niceliksel değildi, kalabalıklar, “kitle” son yıllarda içe bükülmüş, kendine ait bir dil, kendine has bir rasyo ve kendinden menkul bir etik geliştirmiş olan solun dışındaki aklıyla, başkaldırının içinde şekillenen ahlakıyla da önemli bir faktör oldu. evet, göstericilerin çoğu birçok solcunun bir çırpıda yapabildiği “tahlilleri” yapamıyordu, çoğu ayrımcılıktan habersiz, bir kısmına karşı duyarlı olup olmamak konusunda kararsızdı ama öğrenmeye, değişmeye açıktı ki toplumsal dönüşümün herhangi bir biçimiyle ilgili herkesin buradan öğreneceği şeyler olduğunu düşünüyorum.
bence haziran sonrası süreç aynı damardan beslenen iki farklı dinamiği barındırıyor.
birincisi tabii ki bu iktidar devrilene kadar sürecek olan akp karşıtlığı. haziran, kendi simgeleri, simgeleşen kayıpları, sloganları, şarkılarıyla hızla bir gelenek yarattı. o geleneğin parçası olan her şey; futbol takımı formalarından imlaya (bağzı şeyler?) bizi birleştiriyor, dalgayı yükseltiyor. berkin elvan’ın görkemli cenazesi, seçim öncesi sürecin yarattığı, bir şeylerin değişebileceği ümidinin yanı sıra o dalganın parçası olduğu için de öyle büyüyebildi. akp’ye karşı sokakta yükselen muhalefet çok önemli ama bir yandan da şu açık, bunun bir sonuç alması bir biçimde parlamento içi bir alternatifin yaratılmasıyla mümkün olacak. bunun ufukta görünmemesinin yarattığı karamsarlık bir yana, gerçekleşmesi halinde de büyük bir dönüşüme yol açmayacağı aşikâr. öte yandan bu muhalefetin orada sabitlenmeyip talepleri ve politik hedefleri anlamında genişlemesi, açılması mümkün.
ama zaten her toplumsal kalkışma bilinç sıçramalarına (medeni yıldırım için yürüyen türk bayraklı kadıköylüler mesela) yol açar, dünyanın nasıl değiştirileceğini bin kitaptan iyi öğretir. haziran bize bunu sağladı. nitekim, o günden beri bizim buralarda da hiçbir şey eskisi gibi değil. eskiden elli kişilik basın açıklamalarıyla geçiştirilen olayların sık sık işgallere, direnişlere yol açtığını görüyoruz. ne güzel. bütün bunlar, haziran’ın çok uzun bir vadede, mülkiyet ilişkilerini değiştirecek bir toplumsal devrimin işaret fişeği olabileceğini de gösteriyor. ama sadece işaret fişeği. çünkü devrimler, tarihte kısa anlar değil, zaman zaman on yıllara yayılan süreçler ve genellikle de hayli sıkıntılı.
bir de tabii, bütün bunların bir biçimde parçası olsa bile türkiye’de solun rutin bile denebilecek, olağan pratikleri, eylemlilikleri var. biliyoruz, hem katılımın hem de polis şiddetinin artmasıyla bağlantılı olarak, haziran’dan beri onlar da eskisi gibi olmuyor. 1 mayıs bu açıdan da çok önemliydi. tabii 2013’te haziran’ı yaratan öfkeyi büyüten şeylerden birinin 1 mayıs yasağı olduğunu unutmuyoruz.
1 mayıs 1 mayıs ilk dileğimiz
1970’lerin sonlarında sık sık söylenen bir marş böyle başlıyor ve “yaşatacak seni tunç bileğimiz” diye devam ediyordu. 1 mayıs ve 1 mayıs’ı ülkenin en büyük emekçi şehrinin en büyük meydanında kutlama hakkı defalarca kazanıldı, yaşatıldı, kaybedildi, muhakkak ki tekrar kazanılacaktır. ama bu 1 mayıs –istanbul’dan söz ettiğimize göre- gezi ile buluşamadı, berkinimizin cenazesine katılan yüzbinler 1 mayıs’a uğramadı.
1 mayıs günü, polis yer yer çok ciddi bir direnişle karşı karşıya kalsa bile eyleme katılanlar ağır bir şiddetle karşılaştı. bu eylemlere katılmayan, hayatında hiçbir eyleme katılmayacak, belki siyasetle tek ilişkisi oy vermek olacak olanlarda merhamet uyandırıyor, pencerelerden sarkıp “yapmayın, vurmayın çocuklara” demelerine sebep oluyor olabilir. ama bu onları politize etmiyor, hatta sokağa çıkmakla ilgili tereddütlerini güçlendiriyor. bizimse 1 mayıs’ta duyulabilen tek politik sözümüz 1 mayıs yasağının gayrimeşruluğu oluyor. ama aslında söyleyecek çok daha fazla şey var. sadece bu da değil, haziran’da sokağa çıkan insanları da yanımızda tutabilecek bir eylemlilik tasarlayabiliriz.
farklı alan ve pratikler mümkün mü?
bence mümkün. 1 mayıs’ta taksim bizim onurumuz, onun elimizden bir kere daha alınmaya çalışılması gururumuzu yaralıyor. ancak siyaset sadece ahlaki değerlerle üzerine kurulmaz. 1 mayıs’ta “izinli” alanlardan birinde en az bir milyon kişinin katılacağı bir miting, bu mitingde bütün hedef ve sloganlarımızın dillendirilmesi ve bu mitingden ayrılırken taksim’i zorlamak mümkün olamaz mıydı? ve daha önemlisi, bunun gerçekleşmesi malum şahıs için gerçek bir korku olmaz mıydı?
solun bugünkü iç rekabet ilişkileri ve gizliliğin neredeyse bir simülasyondan öteye geçmediği göz önüne alındığında bunun kolay kolay önceden planlanamayacağı fikri akla yakın geliyor. ama bizim farklı katılım biçimlerine uygun farklı eylem biçimleri yaratmamız gerektiği de ortada. yani 1 mayıs’ı sadece solun değil hem sınıfın hem de haziran’ın eylem günü haline getirmenin bir yolunu bulabilmeliydik. hem gerçek bir gövde gösterisi ve taleplerimizin dillendirilmesi için “nispeten güvenli” kitlesel bir eylem hem de onun biraz daha güvenli hale getirebileceği bir taksim denemesi (en fazla bu kadar başarısız olurdu) bir arada gerçekleşebilirdi.
diğer yandan solun ve sosyalistlerin önemli bir kesiminin topluma en belirleyici ve hatta tek vaadinin cesaret ve bedel ödemeye hazır olmak olması, bugün duvarlarda gördüğümüz “taksim’e gireceğiz, şimdi akp düşünsün” vb sloganlarla birlikte güven vermiyor. taksim’e giremedik, bir mucize olmadıkça giremeyeceğimiz belliydi. ve insanları heyecanlandırmak ya da başka bir amaçla bile bile gerçeğin dışında şeyler söylemek tam da burjuva politikası. oysa biz merhamet ya da heyecan değil güven uyandırmalıyız. bu güveni uyandırmanın birincil yolu “gerçeği yalnızca gerçeği söylemek.” ama iş bununla bitmiyor tabii.
kitle hareketi içindeki daha atılgan, daha cesur, daha becerikli unsurların polis saldırısı altındaki eylemlere katılanları “koruyacak” şekilde ya da onlar “adına”, kitlenin en geniş kesiminin başvuramayacağı araçlara başvurması güven uyandırır mı? belki. ama haklılık ve daha önemlisi başarma ihtimali konusunda bir güven vereceği şüpheli. bunun aynı zamanda ideolojik bir ayrım noktası olduğunu düşünüyorum. eğer çoğu emekçi olan “kitle”ye tek görevi “öncü”yü desteklemek olan bir topluluk gözüyle bakar politizasyondan da size duyulan güven ve hayranlığı anlarsanız katılımı azaltma pahasına kitlesel eylemi radikalleştirebilirsiniz. ama eğer her türden toplumsal dönüşümün kitlelerin bir biçimde aktif katılacağı ve daha önemlisi katılma düzeyleri ne olursa olsun, kendilerinin öreceği bir süreç olarak görüyorsanız talebiniz hayranlık değil, birlikte hareket etmek olmalı. ve bu ancak, kitlesel eylemlilikten vazgeçmemekle onun kapısını her zaman açık tutmakla mümkün olabilir diye düşünüyorum. son olarak şunu hatırlatmak isterim, çoğumuz için çok ciddi bir ilham kaynağı olan mahir çayan, eline ateşli bir silah almaya karar verdiğinde, kitle eylemi içinden, zamanın terimiyle “frukolar”a ateş açmayı ya da molotof atmayı tercih etmedi, mesela israil başkonsolosu’nu kaçırdı. bunu yaparken amacı kendisinin ve arkadaşlarının ne kadar kahraman olduğunu, her türden baskıya göğüs gerecek cesarete sahip bulunduğunu ortaya koymak değil, kendi ifadesiyle, “suni dengeyi kırmak”, halka, devletin baş edilebilir olduğunu göstermekti. yıl 1971’di, 15-16 haziran’ın üzerinden bir yıl bile geçmemişti. ikisinin de tarihimizin ve ilham kaynaklarımızın parçası olduğunu düşünüyorum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.