Sermayenin ülkemizdeki çıplak egemenliğinin “asma yaprağı” olan Meclis; aynı zamanda TC’nin de “asma yaprağı” dır. TC, Bizans ve Osmanlı’dan akıp gelen binlerce yıllık despotik geleneği devralıp kapitalizme uygun dönüşümlere uğratarak sürdürmüştür. Meclis’in yerel ayağı ise, belediyelerde somutlaşan yerel yönetimler. Yüzeysel bakarsanız; ülkenin yerel işlerini belediyelerin yürüttüğünü, merkezi-siyasi karar ve uygulamaların da Meclis’te kotarıldığını düşünebilirsiniz. Gelin […]
Sermayenin ülkemizdeki çıplak egemenliğinin “asma yaprağı” olan Meclis; aynı zamanda TC’nin de “asma yaprağı” dır. TC, Bizans ve Osmanlı’dan akıp gelen binlerce yıllık despotik geleneği devralıp kapitalizme uygun dönüşümlere uğratarak sürdürmüştür.
Meclis’in yerel ayağı ise, belediyelerde somutlaşan yerel yönetimler.
Yüzeysel bakarsanız; ülkenin yerel işlerini belediyelerin yürüttüğünü, merkezi-siyasi karar ve uygulamaların da Meclis’te kotarıldığını düşünebilirsiniz. Gelin görün ki, her ikisinin de aslında ana yönelimlerde hiçbir ağırlığı yok.
Başka ve gizli iki egemenlik, açık ve gizli örgütleriyle ülkeyi yönetir.
O yönetim, yukardan aşağıya örgütlenmiş, emir ve komuta içinde çalışıp işleyen bir “oligarşik-bürokratik” ağın üzerine oturur.
Halkın onayını alabilmek amacıyla devlet tarafından üretilen ideolojik kalıp dışındaki duruş ve düşünceleri düşmanlaştırıp “vatan haini” yapan bir “totalitarizm”, egemen oligarşinin siyasal tutumudur. Oligarşi, eskiden “Kemalizm-modernleşme” üzerinden onay üretiyordu; yerine “ılımlı İslam” denendi, şimdilerde yeni bir restorasyonun ön yoklamaları yapılıyor.
İşte, oligarşik-totalitarizm, TC’nin ana yapısıdır. AKP, oligarşinin zirvesinde sermayeyle birlikte “saltanat” süren Ordu’yu, küresel-yerel sermayenin güdümünde ve kendisinin pratik öncülüğünde kurulan yeni rejimde, o zirveden geriye itti.”Alan temizliği” yapılan zirve, sermaye güçlerinin mutlak egemenliğine uyumlu hale getirildi.
Şimdi yaşanan itiş-kakış, görevini tamamlayan AKP’nin iktidar düşkünlüğünün yarattığı pürüzlerin “düzleştirilmesi” sırasında çıkan sorunlar.
Oligarşik- totaliter ana yapıda hiç bir değişiklik yaşanmadı.
AKP, kendisinden isteneni yaptı ve sadece zirvedeki Ordu’nun sermaye birikiminin güncel akışında oluşturduğu “pürüzü” temizledi, asla ana yapıya dokunmadı. Bu süreçteki “maşa” konumunu unutup da, bir “padişah” edasıyla yapının tepesine kendisini yerleştirmeye çalışınca da, hepimizin gözü önünde ite-kaka aşağı atılıyor.
1 – Sermayenin egemenliği
Ordu-polis-MİT ve devletin zirvesindeki çok küçük bir bürokrat zümresi, oligarşik yapının koruyucu ve günlük yürütücüleridir; ama gerçek egemenler, küresel ve yerel sermayedir. Devletin zirvesindeki bütün kurumlara yayılan sermayenin kontrol ağı, ana yönelimleri belirler.
O belirleyiş, sıradan halk tarafından “bilinmez” ve “görünmez” kılınmıştır. Kim, nereden bilecekti, TÜSİAD-YİK ile Genelkurmay arasındaki rutin görüşmeleri ya da golf oynarken veya yelken açarken yapılan “sohbetleri”? Aynı biçimde, ABD ve AB’nin devlet içindeki gizli çıkar ağlarını kim görebilir? Kim İsviçre’deki gizli banka hesaplarına ulaşabilir?
Sermaye korkaktır, işini gizli ve sinsice görür. O karanlığı aydınlatan ışığı, sınıflar mücadelesinin kavramları sağlar.
Evet, o kadar gürültü koparılan yerel seçimler ve sonuçlarına, ancak yerel yönetimlerin tümüyle belirlendiği bu oligarşik zemin içinde bakılabilirse, onların gerçek anlamını görebiliriz.
Seçilecek yönetimler, üstüne yerleştikleri ve günümüzde tümüyle sermayenin kontrolündeki oligarşik devlet yapısı tarafından, sermaye birikiminin güncel ihtiyaçlarına hizmet etmeye zorlanacaklardır. Tersi çabalar, şayet bir devrimci ya da komünist harekete yaslanmıyorsa, güneye giden gemide kuzeye doğru koşmanın anlamsızlığına düşmeye yazgılıdır.
Bütün bu gerçekliğe, günümüzde, o “asma yaprağı” nın seçimine bulaştırılan komlo ve hileler eklendi.
Sermaye egemenliğinin ülkemizdeki güncel rejimi, yüzsüzce ve her türden arsızlığı yaparak, seçim sonuçlarıyla oynadı. Aslında, oligarşik yapı içinde zaten “asma yaprağı” olmaktan öte gidemeyen yerel yönetimlerin seçimleri de meşruiyet alanının dışına çıktı.
Seçim sonuçlarına kim inanır ve dahası, her şey böyle devam ederse önümüzdeki iki büyük seçim hangi meşruluk üzerinden yapılacaktır?
Oligarşi sarsılıyor
Ülkemizdeki kapitalist sistem, artık kendisine yetmeyen eski politik rejimde, ana yapıyı değiştirmeden bir restorasyon yapmak istemişti.
Ama, ilkin, o restorasyon hala bir anayasal meşruiyete-güvenceye bile kavuşamadı.
İkincisi, eskisinin yerine kurulan yenisi, sermayenin oligarşik-totaliter diktatörlüğünün “asma yaprağı” olacak kurumların seçimlerinde bile ancak komplo ve hilelerle işini yürütebiliyor.
Peki, bu durum, hem sistem hem de siyasal rejimi açısından, çürüme, yozlaşma ve lümpenleşme değilse nedir?
O “muhteşem” oligarşik yapı, gözümüzün önünde sarsılıyor, komplo ve hileden başkasına yeteneği, kapasitesi ve gücü yetmiyor.
Egemenler böylesine şaşkın ve yönetemez hale düşünce, halkın kendisini yönetmeye talip olması yüksek toplumsal meşruiyet kazanabilir.
Aşağıdan halk inisiyatiflerinin, sermayenin çıkarlarına karşı kendi çıkarlarını dayatan bir hareket içinde kendi kurumlarını kurarak, farklı toplumsal güçlerin mücadelelerini ortaklaştırarak, mevzi ve merkezi iktidar savaşını birlikte vererek, şimdi zayıflayan oligarşik-totaliter yapıyı dağıtmalarının koşulları olgunlaşıyor.
Demokratik Cumhuriyet
Valilik ve kaymakamlık gibi merkezi oligarşinin saltanat makamları kaldırılmalı ve onların yetkileri yerel meclislere devredilmelidir.
Yerel meclislerin gönüllü ortaklıklar yaparak kuracağı bir demokratik cumhuriyet, günümüzün ana hedefi olarak öne çıkıyor.
Onların komplo ve hileleri kendi rejimlerini meşruiyet alanı bir yana yasallığın bile dışına sürüklerken, Gezi ve Amed’de somutlaşan halk hareketinin kaldıracağı “Demokratik Cumhuriyet” bayrağı, yüksek meşruiyet, değer ve anlam taşıyacak, gittikçe daha geniş halk güçlerini kendi etrafında toplayacaktır.
2 – Seçimler ve CHP
” Şerefli yenilgi” ya da “onurlu mağlubiyet”, eskiden milli takımın bitmeyen yenilgilerini hafifletmek ve bile isteye kendini kandırmak için kullanılan benzetmelerdi.
CHP’de çoktandır içinde olduğu çıkmazda bir “şerefli yenilgi” daha aldı. “Önümüzdeki maçlara-seçimlere bakalım!” gibi bir deve kuşu tutumu benimsenmiyorsa, durumu açıklığıyla değerlendirmekte fayda var.
İsterseniz öne çıkan figürden başlayalım.
Başkanlığa yeterince güçlü olmadığı için “getirilen” ve her an, özellikle de “istendiği zaman” sahneden çekilebileceği için el üstünde tutulan Kılıçdaroğlu’nun, gücü güçsüzlüğünden ve itibarı da “yok oluverme” yeteneğinden geliyor!
O, başkanlığı, geçmesi gereken turnikelerden geçerek, savaşıp önündeki engelleri kılıcıyla aşarak kazanmadı. Adi ve bayağı bir “kaset operasyonuyla” Baykal’ı devirenler tarafından “adrese” paraşütle indiriliverdi! Kürtlüğünden ve Aleviliğinden vazgeçerek kimliksizleşmesi ve emirlere uyma yeteneği seçilmesinin ana sebebi. O, bir hiç!
Peki, aynı gerekçeler, elbette farklı kişisel özellikler bir yana bırakılırsa, şimdi sivriltilen Feyzioğlu ve Sarıgül için de geçerli değil mi? İnönü’nün, Ecevit’in ve hatta Baykal’ın sahiciliğine sahipler mi? Sarıgül, TÜSİAD-YİK’in “Beykoz Konaklarındaki” toplantısından “uçuruldu”, Feyzioğlu kim bilir nereden?
Ve, bir soru: İçinden sahici bir lider çıkaramaması, CHP’nin içinde konumlandığı politik geleneğin çürüyüp çökerek iflasının bir sonucu olabilir mi?
Kılıçdaroğlu, sadece Erdoğan’la yaşadığı tümüyle anlamsız kişisel çekişmelerin ateşlediği öfke kıvılcımlarının itmesiyle ve ancak yüzeyde olup bitenler için bolca kuru gürültü koparıyor.
Ama, gerçekten halkın somut çıkarlarını doğrudan ilgilendiren ve üstüne örgütsel güçle gidildiğinde halkı sokağa çıkararak AKP’yi ve kurduğu yeni rejimi zora sokacak durumlarda, asla ses çıkarmıyor, çıkaramıyor. O durumlarda hemen korkakça gözlerini ve kulaklarını kapatıveriyor.
En son seçimlerde, herkesin gözünün içinde bakarak alenen Ankara ve kim bilir başka hangi beldeler AKP tarafından gasp edilirken, utanç verici bir zavallılıkla sessiz kalmadı mı?
CHP çıkmazda
CHP, gerçek bir tıkanma içinde can çekişiyor.
Ne AKP’nin kurucu öncülüğünü yaptığı sermayenin yeni rejimine bütünsel bir uyum doğrultusunda sağlanan örgütsel netlik üzerinden yol alarak ve AKP’nin rakibi olarak, o yeni rejimin yürütücü gücü-hükümeti olabilme kapasitesini kazanabiliyor; ne de kendi tabanının iki farklı kanadının taleplerine cevap verebiliyor.
Kanatlardan ilki Ergenekon hattında konumlanıyor ve etki alanı gittikçe zayıflasa da, eski Ordu merkezli Kemalist rejimi özlüyor; ikincisi, özellikle Gezi isyanı sonrasında kısmen güç kazanan kanat ve çoğunlukla yoksul Alevilerin demokratik bir rejim talebinde konumlanarak, yeni rejime karşı uzlaşmaz bir muhalefet yürütülmesini istiyor.
İşte, CHP’nin önünde üç yol ağzı var; o ise, Kılıçdaroğlu’nun acemi kaptanlığıyla bunlardan birinde, yeni rejimle uyumlaşma yolunda epey yol alsa da, tabandan kopmamak için ürkek davranılıyor ve böylece hiçbir yola bütünüyle girilemiyor.
Ama, bütün bunlardan sonra beklenen de olmuyor, ölüp- yok olmayı da beceremiyor; sürünerek ve zavallı duruma düşerek de olsa bir biçimde kendisini yaşatabiliyor.
Peki, bu haliyle de aslında yeni rejimin kuruluşuna hizmet etmiyor mu? Ve, sakın esas rolü de bu olmasın? Yeni rejime karşı oluşan muhalefeti onun önderi olabileceği umuduyla oyalayarak çürütmek; evet, lütfen söyler misiniz, CHP başka ne yapıyor?
Neler olabilir?
Sarıgül hamlesi, doğrudan ABD-TÜSİAD ekseninde üretilerek ülkeye dayatıldı ve CHP’yi netleşerek kurulan yeni rejime tam uyuma zorluyor. Ama CHP’nin bu uyuma ne kadar yetenekli olduğu tartışılır.
O, öyle bir netleşme sürecinde muhtemelen çatlayacak; bir kısmı MHP’ye diğer kısım HDP ya da farklı demokratik güçlere doğru dağılacak, elde kalan ise artık CHP olmaktan çıkmış olacaktır.
Sarıgül’ün parti bütünlüğünü koruması çok zor. Ama gene de yaşayalım, görelim ve bakalım paranın gücü neye yetecek, kimleri satın alabilecek?
Öte yandan, seçim sonuçlarının renkli haritasıyla yetinilmeyip biraz ayrıntısına girildiğinde, CHP’nin sadece Kürdistan’da değil, Anadolu’nun birçok bölgesinde de yok olduğunu, öyle söylendiği gibi sahillere değil, sadece Ege ve Marmara’nın kimi sahillerine sıkışıp kaldığını görüyoruz. Üstelik geleneksel sağın birçok gücüyle yapılan fiili ittifaka ve Cemaat desteğine rağmen.
Üç büyük şehirde, bir biçimde Gezi güçlerini uysallaştırarak oylarını alabildiği için ve Ankara’da da MHP oylarıyla sağladığı avantajı görmezsek, aslında ana muhalefet MHP. CHP, 3. parti durumuna düştü. Rakamların dili böyle söylüyor.
O, aslında bir ölü, suni teneffüsle ve ite-kaka yaşatılıyor.
Ve, ne yazık ki, bazı devrimci eğilimler hala “acaba bir şey çıkar mı” körlüğüyle, bağımsız bir politik duruşa yönelmek yerine, kendisini zorla ayakta tutabilen CHP’nin şemsiyesinin altına utangaçça girebiliyor. Ne demeliyiz?
3 – AKP kazandı mı?
Seçimlerin galibi AKP mi?
Dar ya da geniş açıdan bakışımıza göre, soruya farklı cevaplar verebiliriz.
Dar ve sırf sandık sonuçları açısından; geniş, ülkenin genel konumlanışı açısından sorunun cevabını aramalıyız.
Sadece seçime ve sonuçlarına indirgenmiş dar bir bakışla soruyu sorarsak:
Hem evet, hem de hayır diyebiliriz.
Evet, kazandı; kendisini sıkıştıran onca saldırıya rağmen en çok oyu aldı.
Peki, nasıl?
İlkin, kendi ülkesine “batıdan” bakanların göremediği tefeci-bezirgan ilişkilerin bu coğrafyadaki tarihsel derinliği ve günümüzde tarikat ağlarıyla desteklenerek sürüp giden geleneksel etki alanının gücü, bir kez daha ortaya çıktı.
Osmanlı’nın despotik egemenliğinin sonsuz çeşitlilikteki ezme ve sömürme biçimlerine karşı, “alttakiler”, hem “biat” kültürüyle uyuşturulup esir alındığında ve hem de sık sık olduğu gibi “isyan” ettiğinde olup- bitenler, günümüz şartlarına uyum sağlayacak bir yapıda değiştirilip- zenginleştirilip yeniden üretilerek, sonuç alınıyor.
O zamanlar, halkın meşru isyanları, kendisi üretimden kopuk ama üretici emekçileri soyan tefeci-bezirgan sermayenin ajan-tarikat ağlarıyla bir biçimde “kontrole alınır”; ve, yürütülen soygundan kendi “hakkını” isteyen padişaha karşı o isyanlar pazarlık aracı bir “koz” olarak kullanılırdı. İsyanın bayrağı da, sinsice sızan tarikat ajanlarının “İslam” yorumunu simgeleyen yeşile boyanırdı.
İşte, Erdoğan, o bezirgan geleneğin içinden konuşup-davrandı. Osmanlı’nın despotik geleneğini oligarşik-totaliter bir kapitalist devlet biçimine sıçrayarak sürdüren TC, farklılık olarak padişahın yerine Ordu ve paşaları geçirmiş, kurucu önderlik yapan Ordu, zirveye yerleşmişti.
Anadolu halklarının, TC’nin oligarşik-bürokratik yapısına karşı oluşan farklı biçimlerdeki öfkesini ve o devletin fideliklerinde itinayla beslenerek yetiştirilip büyütülen sermayenin soygunlarına karşı biriken tepkileri arkasına alan AKP-Erdoğan, sürekli “mazlum” rolü oynayarak siyaset yaptı.
Erdoğan, tarihi neredeyse tekrar ederek ve kendisinden önce aynı geleneği sürdüren Menderes, Demirel, Erbakan ve Özal’ın izinde giderek, halkın sisteme ve rejime olan tepkisini “kontrole aldı”. Kontrole alınan öfke ve tepki, devletin zirvesindeki Ordu konumlanmasının ağırlığından kurtulmak isteyen sermayenin hizmetine sundu.
Aynı olguyu başka bir konumdan okursak:
Tefeci-bezirganlığın tarihsel coğrafyası olan taşranın farklı şehirlerinde irili ufaklı sermaye birikim havuzları içinde konumlanan ve büyüyüp finans-kapitale katılma arzusuyla yanıp tutuşan eski-antika sermaye birikim geleneğinin günümüzdeki uzantıları; arkasında durdukları AKP eliyle, eskiden olduğu gibi, sinsice sızarak, mazlum edebiyatı yaparak, “İslamın” diliyle konuşarak ve kendi çıkar alanını genişletmek için “pazarlık kozu” olarak halk içindeki etki alanını kullanarak, yol aldı.
Kimler mi? Antep’e, Maraş’a, Çorum’a, Kayseri’ye…vd. bakılırsa, çok kolay görülürler.
Evet, tarihsel derinliğin içinden çıkıp gelen ve bu topraklardaki sonuç alıcı yeteneği defalarca test edilerek gelenekselleşmiş usuller, o derinliğin karanlık ve çirkin gücünü arkasına alan AKP tarafından uygulandı, uygulanıyor.
“Sol” ve devrimci hareket, despotik geleneği sürdürerek kapitalizmi kuran devletten ve onun Kemalist ideolojisinin etkisinden kurtulamadıkça ve dinin bu topraklardaki varlığının kodlarını ve sonuçlarını çözümleyemedikçe; halkın, onu ezen devletin sözcüsü olarak gördüğü solla arasına mesafe koyması ve sisteme ve devlete olan öfkesinin çıkmaz kanallarda körelmesi-köreltilerek tarihin tekerrür etmesi neredeyse kaçınılmaz. Kopuşunca neler olabileceğini de, Kürt halkı dostuna ve düşmanına gösteriyor.
İkincisi, 12 yıllık iktidar döneminde ilmek ilmek örülen çıkar ağının, en tepede devlet bürokrasisi ve sermaye ilişkilerinden başlayarak en dipteki otopark kahyasına dek yayılışının, akrabalık ve hemşerilik ilişkileri de kullanılarak iyice genişleyen etki alanı ve gücünün artarak sürdüğü görüldü.
Hiç küçümsememek lazım; çekirdeğinde devletin çekirdeğinin bir bölümünün de yer aldığı, şiddet ve siyasetin kurnazlık ve hilelerle birlikte egemenliğin devamı için tereddütsüz kullanıldığı ve kullanılacağı bu “görünmez” çekirdekten, devletin vali ve kaymakamlarından bakanlıklara bağlı müdürlüklerine doğru açılıp saçılan bir çıkar ağı-alanı; hepsi de devletin olanaklarıyla sürekli “yemlenen” tarikat ağaları ve onların örgüt ağları, parti teşkilatları, belediyeler, TOKİ müteahhitlerine doğru daha da açılır, ve en geniş halkalarında “sadaka” dağıtım ağlarıyla milyonlara ulaşır.
İşte, bu ağ yerinde duruyor; Gezi ve 17 Aralık sonrasında çıkarlarının tehlikede olduğunu anlayan ve daha ötesinde yargılanma korkusuna düşen çekirdek kadro tarafından, “İslam- Vatan tehlikede” söylemiyle motive edildi ve etrafındaki daha geniş bir alanı etkisi altına alıp oy toplaması için harekete geçirilebildi.
Üçüncüsü, AKP’nin uyguladığı neo liberal yoksullaştırma politikalarının yarattığı ve sürekli genişleyen yoksul nüfusun, gene AKP tarafından alçakça bir yüzsüzlükle uygulanan “yardım” görünümlü düşkünleştirme politikalarına bağımlı kılınışının sonuç yarattığı ve sandıklara yansıdığı görüldü.
AKP’nin vahşet düzeyinde bir acımasızlıkla uyguladığı neo liberal politikalar, yoksulları günlük tempoda işleyen “ayakta kalma stratejileri” yürütmeye sürüklüyor; işte bu isyan ettirici durum üstünde sinsice yürütülen“yemleme” uygulamalarıyla, emekçilerden koparılıp alınan değerin küçük bir bölümü “yüce gönüllü” akbabalar ve çakallar tarafından aynı emekçilere “sadaka” olarak dağıtılıyordu.
Yoksulluğun dibinde yaşamaya zorlananlar için o kimilerince küçümsenen “makarna-yağ-şeker” müthiş önemlidir ve sonuç üretebilir, üretiyor da.
İşte, “evet, AKP başarılı oldu” cevabını ana hatlarıyla böyle açabiliriz.
Sırf seçim sonuçları açısından değerlendirme yaptığımız “dar” bakış açısının diğer cevabı ise, ilkinin tam tersine “hayır, başarılı olamadı”. Her iki cevap da, birbirinin zıttı olmalarına rağmen, ancak birlikte olurlarsa gerçekliği ifade edebilirler.
Neden, başarısız oldu?
Herkesin bildiği sebep yüzünden:
Bu seçimlerde hile ve sahtekarlık en üst düzeyde uygulandı. Hepimizin gözü önünde, ülkenin belki en gözüken yeri olan Ankara-Çankaya’da böyle hile yapılırsa, gölgeli ya da karanlık olan, mesela tüm sandık görevlilerinin AKP’li olduğu birçok yerelde neler yapılmış olduğunu tahmin etmek pek zor değil.
Binlerce yıllık tefeci-bezirgan kurnazlığını ve hileciliğini genlerinde taşıyan AKP, kendi en güçlü parti durumunu değiştirmeyecek, ama yüzdeleri değiştirecek düzeyde hile yaptı.
Öncesinde açığa çıkan yolsuzluklarla birlikte düşünüldüğünde, bu parti ve onun iktidarıyla hile ve yolsuzluğun tam olarak iç içe geçtiğini, başka türlü yaşama potansiyelinin kalmadığını saptamalıyız. O, artık suç işleyerek ve suç örgütüne dönüşerek ayakta kalabiliyor.
Bu durumda, böylesi bir hile yoğunluğuyla ve bir suç örgütüne dönüşme yolunda daha da hızlanıp batağa iyice batarak kazanılan “seçim zaferinin”, bir “Pirus zaferi” olduğu açık değil mi? AKP, seçimleri bu biçimde kazanarak, kendi sonuna ve onun gittikçe ağırlaşan bedellerine doğru hız kazanmış oldu.
Öte yandan, bu yoğunlukta hile yapılması, sistemin ve onun politik rejimlerinin en güçlü toplumsal meşruiyet üretme kaynağı olan seçimlerin halkın gözündeki meşruiyetini azaltarak, seçimlerin kendisinin ve sonuçlarının manevi otoritesini zayıflattı.
Bir hükümetin görevi, tam tersi değil midir?
Genel gidiş
Peki, ülkenin içinde bulunduğu politik momentumu gözeten bir kapsayıcı-genel perspektifin içinden baktığımızda, AKP açısından seçim sonuçlarını nasıl değerlendirebiliriz?
Bu bakış açısından, seçim sonuçlarının, mevcut olağanüstü gidiş içinde, onun günümüze özgü derinliği, karmaşası ve güçlü derin dalgaları üstünde hoplayıp zıplayan bir yüzeysel dalga olmaktan öte fazla bir anlamı yok.
Bölgesel ve yerel düzeyde olup bitenler AKP’ye “kaybeden” damgasını vurdu ve seçim sonuçlarının bu güçlü damgayı silme kapasitesi çok düşük. AKP, çırpınıyor, ama her şeyi yeniden başlatma ve kendisinin kaybettiği süreci geri çevirme şansı pek yok.
AKP’nin üst üste, farklı ve birbirinin zıttı yönlerden yediği ve hepsi de şiddetli tokatlar, onun hem dengesini, kimyasını ve “havasını” bozdu hem de “iktidar olma-yönetme” kapasitesinin sınırlarını gösteriverdi.
Dip dalgaları
“Barış sürecini”, demokratik- özerkliğin meşruiyetini arttırmak, Güney/Rojava ve Kuzey/Bakur’da o meşruiyete dayanarak kuruluşun ilk hamlelerini yapmak ve silahlı güçlerini olası bir daha geniş bir savaş için hazırlama olarak kullanan Kürt hareketi, o derin dalgalardan biri ve AKP iktidarının temellerini sarsıyor.
“Barış sürecinin” şovenizmi kısmen gerileterek önünü açtığı Gezi isyanı da, AKP iktidarına karşı halkın farklı kesimlerinde biriken çok çeşitli tepkileri “büyülü” bir anda yaşanan bir toplumsal patlamayla/isyanla ortaklaştırarak, iktidarın zeminini sarsan başka bir derin dalga oldu.
AKP’nin tartışılmaz siyasi ve toplumsal hegemonyası Gezi’de yok oldu. İnip çıkarak halen de süre giden Gezi dalgası, AKP’nin korkulu rüyası olmaya devam ediyor.
Toplumsal güçlerin demokratik refleksleri, hakkını arama ve koparıp alma yeteneği güçlendi, sokağa çıkmanın önündeki engeller oldukça zayıfladı. Günümüzde sanayi işçilerinin bir arayış içinde oldukları ve belki de yeni bir isyan dalgasının başlatıcı enerjisini biriktirdikleri açıkça görülüyor.
Küresel krizin güncel durumunda içinde Türkiye’nin de olduğu bazı ülkelerin özel bir ekonomik bunalıma düşme tehlikesinin artması ve ülkenin son aylardaki ekonomik dengelerinin, büyüme hızında düşme, merkezlere kaçan “sıcak para” ve cari açığın zorlamasıyla o tehlikeye karşı tam bir savunmasızlık durumunda olması da, AKP’yi çok öğündüğü noktadan kaybetmeye iten başka bir dip dalgası.
Son bir dip dalgası olarak da bölgedeki gelişmeleri vurgulamalıyız.
Öyle oldu ki, saptanmış bir “stratejik derinlik” zeminine yerleşerek “bütün komşu devletlerle sıfır sorunlu” bir bölgesel hegemon devlet olma hedefinden; “bölgedeki herkesle düşmanlık” ve “değerli yalnızlık” noktasına düşülüverdi.
O düşüş, ABD’nin hassas küresel güç dengeleri üzerinden yürüttüğü bölge politikalarını da gerilime sokuyor. Ve Türkiye’yi de, El-Kaide ve türevlerinin savaş alanı haline sokma eğiliminde ilerliyor.
Öte yandan, bölgenin tümünde İslamın kapitalizmle daha derin kaynaşmasının güncel bir yolu olarak devreye sokulan ve içine AKP’nin de yerleşip güç devşirdiği “ılımlı İslam” konseptinin ortaya dökülen yetmezlikleri, bölgenin sistemle kaynaşmasının güncel yollarında bir restorasyon veya farklılaşma arayışlarının da önünü açtı. “Ilımlı İslamın” havası bozuldu!
AKP’nin düşüşü
Başkalarıyla da desteklenen bu derin dalgalar, AKP iktidarının kurduğu sermayenin yeni politik rejiminin anayasal bir güvenceye kavuşarak yerleşip kalıcılaşmasını engelliyor. Bölgedeki emperyalist işgale yarattığı pürüzlerle birlikte düşünülürse, küresel ve yerel sermayenin desteğini AKP’den neden çektiğini anlayabiliriz.
AKP üstüne yüklenen kompleks gerilimlerin baskısıyla bunalırken bir de aniden Gezi tokadını yiyiverince, dengesini iyice kaybetti.
AKP’nin iktidar olma-yönetme kapasitesinin, yetemeyince dağılmaya başladığı açıkça görülüyor.
Bölgenin tümüne yönelik hamlelerini Türkiye merkezli yapmayı planlayan ABD’nin hesapları, TC’nin ters, kontrol dışı ve hesap-bozucu hamleleriyle zorlanıyor.
Sistemin küresel krizinin sıkıştırmalarına, neredeyse kalıcılaşmış bir rejim kriziyle boğuşurken cevap vermeye çalışan Türkiye kapitalizmi için, AKP iktidarının devamı “taşınamayacak” ağırlıkta bir yük-risk oldu.
İşte, ülkenin kapitalist gelişme seviyesi, yerel ve küresel sermayenin yüz milyarlarca dolarlık yatırımları ve olası kazançlarının riske girme ihtimali oluşunca, sermaye güçleri AKP’yi iktidardan çekilmeye zorluyor. Üstelik, kurduğu rejime de yeni bir restorasyon yapma girişiminin de hazırlıkları yapılıyor.
AKP ise, Gezi sonrası şaşkınlığını bir türlü üstünden atamasa da, devlet imkanlarını kullanarak yürüttüğü sürekli gerginlik ve şiddet politikalarıyla, faşizmin ve aynı anlama gelmek üzere, etnik ve mezhep çatışmalarının ve derin bir iç savaşın yollarını açarak, ayakta kalmaya çalışıyor.
Bu koşullarda ve üstelik bolca hileyle kazanılan yerel seçimlerin, yüzeydeki bir dalgadan öte gidemeyeceği açık değil mi? Ve, malum “balkon konuşması” da bu gerçekliğin Erdoğan’ın ağzından itirafı değil midir?
Düşüşün tablosu
Evet, o balkon konuşması, sadece atılan savaş naralarıyla değil, ama aynı zamanda yanına aldıklarıyla da, çizmeye çalıştığımız tabloyu ”üstünde insanlar olan bir balkon” biçiminde gözümüzün önüne getiriverdi.
HSYK ve MİT yasalarını da hatırlayarak o “tabloya” bakarsanız, rejimin/TC’nin güncel durumunu netçe görebilirsiniz. Her taraflarına yolsuzluk bulaşmış bir aile ve onun etrafında kenetlenmiş bir haramzadeler güruhu. Gözümüzün içine soktuğu parmağıyla “bundan sonra böyle, yerseniz!” denilmiyor mu?
Geçtik sosyalizmi, Montesquieu ve kuvvetler ayrılığı prensibi, ya da, işçi sınıfı tarafından terbiye edildiğini unutturmaya çalışarak ve şişinerek de olsa kendisini Kant ve Hegel’e dayandıran burjuva demokrasisi/modern kapitalist devlet falan mı diyorsunuz? “Bizde işler böyle olur koçum, şöyle bir silkeler, olmazsa vurduk mu oturturuz icabında, anlaşıldı mı, yoksa tekrar mı edeyim?”
Eh, “onun geçmişi de zaten öyledir” denirse; evet öyledir de, şimdiki kapitalist gelişme seviyesinde ve bunca komleks gerilimin arasında, içlerinden birisinin diktatör olduğu ve ceplerinden çalıntı dolarlar fışkıran bir “ahbap-çavuş çetesi” devleti nasıl yönetecek, yönetebilecek mi, izleyelim görelim.
AKP, tarihsel hafızası ve güncel gücüne dayanarak direnmeye karar vermiş görünüyor. Ama yerel seçimlerin hemen sonrasında ABD merkezli bir irade tarafından ortaya saçılan “sarin gazıyla sivil katliamı yapma” iddiası ya da Cemil Bayık’ın son demeçleri ve Rojova’da olanlar da, onu sarsan derin dalgaların daha da güçlenerek yüklenmeye devam edeceğini gösteriyor.
Herkes biliyor, önümüzdeki iki seçim, olağanüstü koşullarda ve her an neler doğuracağı belli olmayan bir “lohusa gecenin” koynunda gerçekleşecek.
16 Nisan 2014
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.