AKP iktidarının geride kalan 12 yılı, yeni bir rejimin kuruluş yılları mıdır? G. Fuller’den başlayarak, kendi iktidar dönemine “sessiz devrim” diyen AKP’den, sol akımın hemen hemen tamamına varıncaya kadar bu soruya olumlu yanıt verildiği bilinmektedir. Ben farklı düşünüyorum. Yeni bir rejim kurulmuş değildir, söz konusu olan mevcut rejimin revizyonudur. Her iki önerme arasındaki farklılık, devrim […]
AKP iktidarının geride kalan 12 yılı, yeni bir rejimin kuruluş yılları mıdır? G. Fuller’den başlayarak, kendi iktidar dönemine “sessiz devrim” diyen AKP’den, sol akımın hemen hemen tamamına varıncaya kadar bu soruya olumlu yanıt verildiği bilinmektedir. Ben farklı düşünüyorum. Yeni bir rejim kurulmuş değildir, söz konusu olan mevcut rejimin revizyonudur. Her iki önerme arasındaki farklılık, devrim stratejisinden ittifaklar sorununa uzanan etki alanına sahip olduğu için, son derece önemsenmelidir.
Yeni uluslararası işbölümüne derin entegrasyonun tesis edilmesi programı, namı diğer ‘neoliberal gündem’, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de 1970’lerin sonlarında uygulanmaya kondu. Sermayenin yayılmacı genişleme eğilimini ifade eden bu programın alacağı biçimi, ete kemiğe bürüneceği ülkelerin koşulları belirledi. Türkiye bakımından bunun anlamı, siyasal rejimin üç temel sütununda (laik, üniter, sosyal) revizyona gidilmesinin gerekeceği idi. Neoliberal ajanda ile siyasal rejim arasındaki bu ilişkiyi egemenler, deneyerek öğrendiler.
Neden rejim revizyonu, sorusuna yanıt verebilmek için bir aposteriori saptamaya daha ihtiyaç var. Farklı iktisat politikaları ve farklı araçları bünyesinde barındıran neoliberalizmin eğer bir anatomisi -yapısal unsurları- var ise o da sanırım şu ilkelerden oluşmaktadır: İlki merkezsizleştirme ilkesidir ki bu yolla halk egemenliğinin siyasal ölçeği sermayenin doğrudan tahakkümüne uygun hale gelecektir. İkincisi politik toplumun sınıfsızlaştırılması ilkesidir ki bu yolla da toplumsal sınıf parametrelerinin politik toplumun örgütlenmesindeki etkisi kültürel kimlikler lehine çözülecektir. Son ilke ise piyasalaştırma/metalaştırmadır ki bu yolla hem işçi sınıfının son iki yüz yıllık kazanımlarının tasfiyesi gerçekleşecek hem de kamulaştırılmış alan ve varlıkların sermayeleştirilmesi mümkün olacaktır.
Bu ilkeler ışığında bakıldığında, merkezsizleştirme eğiliminin bir gereği olarak Türkiye’nin üniter yapısının revize edilmesi, adeta bir zorunluluktur. Mevcut laiklik anlayışı revizyona tabi tutulmadan politik toplumun kültürel kimlikler temelindeki örgütlenmesini sağlamak nasıl mümkün olacaktır? Siyasal İslam ve Kürt isyanı yükselirken, işçi sınıfı sosyalizminin irtifa kaybettiği koşullarda, sosyal hakların tasfiyesi, zorlu rejim revizyonun egemenler bakımından belki de en az tedirginlik veren boyutunu oluşturdu.
Laiklik, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ilkelerindendir. Bu ilke gereği kendi işleyişinde dini referanslara kapıları kapatan devlet, Sünni İslam’ın araçsalcı kullanımıyla inanç alanını tümüyle tekeline almıştır. Böylesi bir rejimde kimlik siyasetine son derece dar bir hareket alanının kalacağı kesindir. Üstelik Kürt isyanı ve de siyasal İslamcı meydan okuma da gündemdedir. Hem bu iki meydan okumanın düzen içine çekilmesi hem de politik toplumun kimlik siyaseti parametreleri ile yeniden şekillenmesi için laiklik ilkesinin revize edilmesi, düzenin idamesi bakımından elzemdir. Neoliberal düstur çerçevesinde laiklik ilkesinde girişilecek revizyon, her bir inanç ve etnik grubun birer alt-kültür grubu olarak vücut bulması ile sınırlıdır. Aslında Türkiye’nin AB ile yürüttüğü müzakereler üyelikle sonuçlanmış yada sonuçlanacak olsaydı, laiklik dahil siyasal rejimin diğer sütunlarında girişilen revizyon da tamamlanmış olacaktı.
Cumhuriyet rejiminin üniterlik ilkesi, egemenliğin siyasi birim ve ölçeğini tanımlar; ‘Türk ulusu’ egemenlik birimini, ‘ulus-devlet ‘ ise egemenlik ölçeğini ifade eder. Bütün dünyada gözlendiği gibi bizde de egemenliğin bu birimi ve ölçeği çözülmüştür. Neoliberal ajanda, ulusal yada federe fark etmez, halk egemenliğini hangi ölçekte olursa olsun tasfiyeye yönelen bir sermaye programıdır. Bunun yerine neyin tesis edilmeye çalışıldığı bellidir: ‘Karşılıklı bağımlılık’ ve ‘yönetsel merkezsizleşme’ yönelimi ile çokuluslu sermayenin yerelliklere doğrudan nüfuzu… Bütün dünyada gördüğümüz gibi ulus ölçeğinin çözülmesi neticesinde ortaya çıkan siyasal sistemin ana karakteri budur. Rejimin üniterlik ilkesinde girişilen revizyonun ana amacı, egemen halk formunun geriletilmesidir. Yerel iktidar bloğu artı çok uluslu sermaye nüfuzu, bunun da idari ademi merkezileşme ve karşılıklı bağımlılık şeklindeki önermelerle ifade edildiğini, dillendirildiğini biliyoruz.
Sosyal devlet ayağına gelecek olursak, Cumhuriyet rejimi altında bu ilkenin paternalist ve popülist karakterlere bürünerek gerçekleştiğini biliyoruz. Neoliberal gündem çerçevesinde devletin sosyal karakteri, neo-popülist yoksulluk yönetimi lehine aşındırıldı. İktidar bloğunu teşkil eden fraksiyonların büyük bir uzlaşı ile kamuculuğu ve sosyal devleti tasfiyeye giriştiği sır değil. Aynı mutabakatın laiklik ve üniterlik ilkelerinin revizyonunda gerçekleştiğini söylemek ise zor. Muhtemeldir ki 1990’lı yıllarda “önce şeriatçı ve ayrılıkçı kalkışmaları etkisizleştirelim sonra yönetsel merkezsizleşme ve çok kültürlülüğü esas alan reformlara girişiriz” diyen kanatlar etkili olmuştur. Bu kanatların önerdiği çizginin ülkeyi daha da istikrarsızlaştığı ve yönetilemez konuma sürüklediği fark edildiğinde ise sahne AKP’ye bırakılmıştır.
AKP bence siyasal rejimin üç temel sütununda gerçekleştirilmesi gereken ve geçmiş 20 yıl sürekli ertelenen revizyon rolünü üstlenen siyasal aktör olarak sahne almıştır. Mevcut rejimin egemenleri tarafından rejimin revize edilmesi misyonuyla ortaya çıktığı için bir tür ‘kurucu parti’ rolüyle de donanmıştır.
Ben AKP’yi farklı bir rejim inşa etmek üzere çevreden merkeze sıçramış bir aktör olarak değil, tam tersine düzenin sürekliliği içinde rejimin revizyonunun gerekliliği yerine getirecek politik aktör olarak görüyorum. AKP’ye verilen rol bu idi. AKP bu rolün gereklerini yerine getirmekle kalmadı bir de ‘rolün AKP’lileşmesi’ diyebileceğimiz bir süreci başlattı.
1990’lı yıllardan 2010’a kadar rejim revizyonu girişiminin belirlenimi altında yeniden saflaşan siyasal alanda toplumsal bir muhalefetin sol adına örgütlenmesi mümkün olamadı.
Laiklik ilkesinin çok kültürlülük çerçevesindeki revizyonunu söz konusu edildiğinde, liberal muhafazakârlar, siyasal İslamcılar, Kürt hareketi, Avrupa Birliği yanlısı sol ve sosyalistler ikirciksiz destek sundular. Buna iyi bir şey diye baktılar. Bu blok üniter yapının revizyonunu da destekledi. Kamusal varlıkların ve sosyal devletin tasfiyesi programı ise liberal muhafazakârlardan, siyasal İslamcılardan, milliyetçi ve Atatürkçülerin bir bölümünden destek gördü. Çok kültürlülük esasına direnenler içerisinde milliyetçiler, Kemalistler ve sosyalistlerin bir bölümü yer aldı. Merkezsizleşme şeklindeki revizyona direnenler gene milliyetçiler, Kemalistler ve sosyalistlerin bir kısmı oldu. Piyasa gereklerine tabiyet programına, sosyalistler, sol Kemalistler ve Kürt hareketinin bir bölümü direndi. Görüldüğü gibi sürece bir bütün olarak bakıldığında, ülkemizde toplumsal muhalefeti paralize eden, toplumsal muhalefet şekillenmesini adeta imkânsızlaştıran bir saflaşmanın yaşanmış olduğu görülecektir. Muhtemelen bunun ana nedeni de sınıf düzlemi ile rejim düzlemi arasındaki bağlantının hem teorik hem de politik olarak doğru kurulamamış olmasıdır.
2010’da gerçekleştirilen referandumla rejim revizyonu süreci de jure manada tamamlanmıştır. O tarihten bu yana ise yapılan değişikliklerin nasıl yerleşiklik kazanacağı hakkında bir kavga sürmektedir. Henüz revize edilmiş rejimin merkez siyasal kuvvetleri ki bunlar taşıyıcı kolonlardır, şekillenmiş değildir. Erdoğan’ın şahsında AKP bu belirsizliğin baş müsebbibidir. Devletle özdeşleşmiş kurucu parti konumunu terk etmeye niyeti yok gibidir. Dolayısıyla da kendi dünya görüşünü bir norm olarak topluma dayatan, bu anlamda da adeta yeni bir rejimin kurucu idaresi donuna bürünen bir parti söz konusu olmuştur. Bu gözlemin kanıtları özellikle laiklik sütununda bolca mevcuttur. Örneğin toplumsal etkileşimin örgütleyici ilkesi içinde dinin dolaysız bir referans olarak görülmesi laikliğin burjuva revizyonu sınırlarını aşan bir durumdur. Toplumsal etkileşimin örgütleyici ilkesi içerisinde din meşru bir referanstır demek, din devletine kapı açmaktır. Oysa AKP’den beklenti, katı laik yapının biraz gevşetilmesi ve çeşitli inanç gruplarına bir alt kültür olarak, yaşam tarzı çeşitliliği içinde alan tanınması ile sınırlıdır ve şimdi bu çevreler aldatıldıkları hissi içindedirler; bunların durumu, her an yeniden dönmek için işaret bekleyen kalbi kırık sevgilileri fazlasıyla andırmaktadır.
Yenilenmiş rejimin merkez solunda yer almaya aday olan ‘yeni CHP’ ise bilindiği gibi dini bireysel yaşam tarzı tercihi sınırlarında tutan bir yaklaşıma sahiptir. Fakat AKP çıtayı öyle bir noktaya çıkarmıştır ki merkez siyasetin iki taşıyıcı partisi arasında ‘tatlı rekabetin’ koşulları kalmamıştır. Din; birey-birey, birey-toplum ve birey-devlet ilişkisinde örgütleyici bir ilke olacak demekle bireysel yaşam tercihi olacak demek kategorik tercihlerdir; bu iki programı bir arada tutmanın olanağı yoktur; merkez siyaset içinde ya biri olacaktır ya da diğeri.
Üniterlik ilkesinin revizyonuna gelince… Merkez siyasetin liberal muhafazakâr kanadı da, sosyal demokrat kanadı da idari merkezsizleşme eşittir yerel iktidar bloğu ve çok uluslu sermaye nüfuzu şeklindeki bir yerelleşmeyi desteklemektedir. Sosyal devletin tasfiyesi çerçevesinde ortaya konan neopopülist yoksulluk yönetimi bakımından da aralarında bir farklılık olmadığı söylenebilir.
Dolayısıyla revize edilen rejimin yerleşiklik kazanması sürecinde siyasal saflar yeniden şekilleniyor. Bu ülkenin sol ve sosyalist birikimi son 30 yıldan farklı olarak ilk kez birleşik bir hat kurabilmenin nesnel zeminine kavuşuyor. AKP eliyle, kurucu iktidar çalımı atılarak girişilen yeni siyasi rejim atraksiyonlarının tamamına karşı ikirciksiz bir tutum almanın siyasi zemini doğmuştur. Ülkücü, siyasal İslamcı ve Kürt hareketi mensuplarının ise kendi içlerinde bölünecekleri, bir bölümünün AKP’nin kurucu rolüne biat eylerken bir bölümünün de buna karşı duracağı görülmektedir. Şimdi burada ileri sürdüğüm çözümlemenin asıl kritik ayağına değinebilirim. Türkiye halkı içinde sağlam köklere sahip bulunan ‘folk-Kemalist’ bir damar da söz konusudur. Henüz bir siyasi temsile kavuşamamış olan ve fakat Aydınlanmacı hakikat rejiminin kod ve sembollerini yerlileştirerek içselleştirmiş bir damardan söz ediyorum. Anamızdan babamızdan duymuşuzdur: “Evladım oku; müspet bilim oku, sanatla edebiyatla ilgilen, kendine, ailene, ülkene, insanlığa faydalı ol”. Şimdi bu öğütlerdeki kentli değer yargısı bu topraklarda sanıldığının aksine çok yaygındır ve çok güçlü temellere sahiptir. Egemen halk oluşumu, toplumsal ilişkilerin seküler karakteri ve ortaklaşa paylaşılan varlıkların mevcudiyeti, folk-Kemalist dünyaya ait değerlerdir.
Burada yapmaya çalıştığım çözümlemenin politik sonuçlarına gelince: Türkiye, siyasal rejimin kurucu ilkeleri zeminde cereyan eden bir toplumsal devrim konjonktüründedir. Konjonktürün gereğini getirmek bakımından sosyalizm akımının temsilcileri, folk Kemalistler ve Kürt siyasal akımının mevcut rejim revizyonuna karşı çıkan kesimleri arasında sağlanacak bir ittifak önemli olacaktır. Bu ittifakın programı da aslında hayat içinde ortaya çıkmış durumdadır: Seküler toplumda inanç serbestisini esas alan laiklik anlayışı, birinci ilkeyi oluşturuyor. Doğrudan demokrasi ve egemen halk olarak ulus yada proleter ulusa dayanan üniterlik anlayışı, ikinci ilkeyi oluşturuyor. Son olarak da sosyal yurttaşlık kavrayışına dayalı kamusallık ve metasızlaştırılmış yaşam alanlarının inşası anlayışı yer alıyor.
Burada sıralananları asgari program şeklinde nitelemek uygundur. Bu ilkeler, bu topraklarda yaşayan insanların hangi zeminde ve hangi ilkelerle karşılıklı etkileşime girecekleriyle ilgilidir. AKP’nin elinde rejim revizyonu meselesi tam anlamıyla arafta kalmıştır; konsolide olan bir şey yoktur; bu ülkenin yurttaşları olarak ayaklarımızı bastığımız siyasi zemin belirsizleşmiştir. AKP’de temsil edilen norm ve değerlerin, rejim norm ve değerleri haline geldiği bir Türkiye’de bizim varlığımızın bir anlamı kalmayacaktır. Böyle bir Türkiye’de siyaseten yok edilmemiz, kural gereğidir. AKP ve Erdoğan bunu ancak çıplak zor yoluyla yapabilir. Seçimden aldığı meşruiyetle yeni bir rejim ihdasında bulunması mümkün değildir. AKP 10 yıllık iktidarını “sessiz devrim” adıyla kitaplaştırdı; lakin devrim, çaktırmadan yapılmaz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.