Türkiye’de sivil ağırlıklı bir “iç savaş”ın yakın olduğu yolundaki söylentiler en azından Gezi’den itibaren az çok gündemde. Bu “iç savaş tahlilleri”nin 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu karşısında Erdoğan ve taraftarlarının konumlanışı sonrasında yaygınlaşıp, yüksek sesle dillendirilmeye başlandığı da açık. Şunu net bir biçimde ortaya koymak gerek ki, ülkede sivil ağırlıklı bir iç savaşın, yani […]
Türkiye’de sivil ağırlıklı bir “iç savaş”ın yakın olduğu yolundaki söylentiler en azından Gezi’den itibaren az çok gündemde. Bu “iç savaş tahlilleri”nin 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu karşısında Erdoğan ve taraftarlarının konumlanışı sonrasında yaygınlaşıp, yüksek sesle dillendirilmeye başlandığı da açık.
Şunu net bir biçimde ortaya koymak gerek ki, ülkede sivil ağırlıklı bir iç savaşın, yani “sıradan insanlar”ın bir araya gelerek oluşturacağı kampların “düşman”ı öldürmek için antlaşarak harekete geçebileceği yönünde “öngörü”ler 12 Eylül’den sonra ilk kez bu denli güçlü.
PKK ile T.C. Arasındaki savaş, birbirlerine eşit olmasa da sonuç olarak iki ordu arasında cereyan eden bir vak’aydı, bu yüzden şimdi gündemde olan “iç savaş”la kast ettiğimizin daha farklı bir şey olduğu, bu olasılığın daha çok ’80 öncesindeki tabloya benzetilebileceğini söylemek gerek. PKK-T.C. savaşı elbette doğuda ya da batıda toplumun tüm kesimlerini çeşitli düzey ve biçimlerde etkileyerek sürdü; fakat savaşın sivil hayata olan bu etkisi “cephe gerisi gerçekleri” üzerinden yorumlanabilir.
30 yıla yakın süren, hâlen de tam olarak teskin edilememiş olan bu savaş, Türk-Kürt ya da başka bir temelde (sağ-sol) düşük, orta ya da yüksek yoğunluklu (mesela Kuzey İrlanda benzeri) bir iç savaşı beraberinde getirmedi. Buradan bir sıcak iç savaşın çıkmamasının çeşitli sosyolojik, siyasal ve benzeri saikleri var fakat yazımızın konusu bunlar değil.
Kürtlere ya da Alevilere, bazen de farklı etnik, dini ya da siyasi birimlere karşı Türkiye’de zaman zaman linç kampanyaları örgütlense de bunlar hemen her zaman, karşılıklı çatışmadan ziyade tek taraflı bir saldırı şeklinde gelişmiştir.
Bugün HDP’ye karşı Fethiye’de, Giresun’da, Aksaray’da örgütlenen vahşet bu toprakların tabir-i caizse alışık olduğu bir “toplumsal realite”yi imliyor: Linç. Dün Sivas’ta, Gazi’de yaşananların ya da henüz birkaç yıl evvel Halk Cephesi çevresinin neredeyse yurdun her yerinde muhatap olduğu kitlesel linç operasyonlarının, geçmişten günümüze Kürtlere yapılan, bugün de HDP’yi kendine hedef seçen faşist cinnetle doğrudan kan bağı var.
Bu cinneti her yerde ve her durumda bizzat örgütleyense her zaman devlettir, gözden kaçırılmaması gereken birinci nokta da bu. Türkiye’de hemen hemen hiçbir faşist saldırı, sırtı sıvazlanmadan, çeşitli biçimlerde devletten destek almadan, siyasal erkten bağımsız gerçekleşmez.
“Kaos”a Doğru mu?
Pek sevilen bir lügatle konuşacak olursak; “ülke hızla bir kaos ortamına doğru sürükleniyor”. “Sürükleniyor” çünkü, bizi bu “kaos hâline” doğru koşar adım götüren bir irade söz konusu.
Türkiye’deki devlet, yönetim, yargı krizinin (siyasal kriz) tetiklediği ekonomik krizle bu kargaşanın daha çok büyüyeceği açık. Yolsuzluk rejimi özellikle yargıda yapılan hamleler sayesinde, sallanıyor ama düşmüyor. Fakat sallandıkça daha çok pisliği ortaya saçılan hükümetin çâre olarak gördüğü formül: Ortamı daha çok kızıştırmak.
Esasında bir tür sağ koalisyon olan AKP tabanını kemikleştirmek için bizzat Erdoğan tarafından yapılan hamleler bazen kulaklarımıza ve gözlerimize inanamayacağımız boyutlara varıyor. Bilhassa “Milyonları evde zor tutuyorum”la Haziran direnişinde zirveye varan kesif nefret ve kamplaştırma dili, bugün herkesin teslim edebileceği kadar sarih.
Yetvart Danzikyan’ın meseleye dair benzetmesi şüphesiz dört başı mamur bir tespit; “AKP, iflas edince sigortadan para almak için dükkanını yakan tüccara benziyor”. Evet, içine düştüğü bataklıktan sıyrılmak için AKP tek çareyi iktidarda kalmakta görüyor. Çünkü Başbakan “sıradan bir emekli” haline geldiğinde başına gelebilecekleri hepimizden çok daha iyi tahmin edebiliyor olsa gerek.
Erdoğan tek parti iktidarını sürdürebilmek adına şekilden şekile girerken, tabanına verdiği dinamitin fitilini de her gün meydanlarda dillendirdiği retoriğiyle kendi ateşliyor. Bu uğurda, dün öve öve bitiremedikleri can ciğer dostları kanlı bıçaklı düşman, dünün hain darbecileri ise masum oluveriyor. Başbakan’ın savcılığını yaptığı Ergenekon ve benzeri davalarda Feyzioğlu operasyonuyla salıverilmeler başladı, sürüyor. Bunu da ulusalcıların bir kısmıyla ittifak edebilmek için onlara verilen “iyi niyet” payeleri olarak okuyabilliriz.
İP’in, mesele dahilinde çekimser, şüpheci olan diğer ulusalcı kesimlerin ne kadar yanlış yaptıklarına delalet olsun diye sık sık “onurlu bir Kemalist” namıyla etiketlediği Feyzioğlu’nun, “17 Aralık yolsuzluk operasyonu değildir” söyleminin nereye oturduğunun takdirini ise okuyucuya bırakıyoruz.
Ulusalcı kanadın bu “ultra” kesimi AKP ile flört mü ediyor? Onların lafızlarındaki AKP karşıtı ifadeler sadece birer süs mü? Açın Ulusal Kanal’ı izleyin derim, bakın mesela AKP’ce Cemaat’e çekilen operasyonlar orada kimin diliyle haberleştiriliyor? (*)
Bir yandan “ateist”, “solcu”, “komünist”, “çapulcu”, “vatan haini”, “ecdad düşmanı” gibi sıfatlarla sola karşı; bir yandan da klasik ayrımcı, kışkırtıcı söylemle Kürtlere karşı geniş ve aksiyoner faşist bir koalisyonun sahalara sürüldüğünü görüyoruz. Kimi arkadaşlar işin içindeki AKP & devlet parmağını “es geçe” dursun (**), sırf Fethiye kışkırtmasını örgütleyen adamların facebook profillerine bakınca bile lincin önemli faillerinden birinin de AKP’liler olduğu seçilebiliyor.
Fethiye özelindeki geniş sağ koalisyonun diğer unsuru Kürtçeyle dalga geçmek için hazırladığı afişte Kürtçe kelimeler geçmesi sebebiyle MHP’den ihraç edilince DP’ye katılan belediye başkanının etrafındaki eski/sabit MHP’liler ile öteki sağ gruplar. Sırtındaki Fenerbahçe formasında “Ali İsmail Korkmaz” yazıyor olan birinin saldırıda yer almasından ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganların atılmasından (***) yola çıkılarak bu linç koalisyonunun içinde bir kısım CHP, DSP ve İP seçmeninin de olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Burada adlarını saydığımız partilerin doğrudan merkezi bir dahli, iteklemesi var mıdır bunu kanıtlamak güç, bu iddialar zaten muhtelif birimlerce partiler tarafından elbette reddeliyor.
Daha beş altı yıl önce AKP’nin liberaller ve liberal soldan aldığı desteğin sağladığı güçlü bir PR çalışmasıyla başlattığı “derin devlet” operasyonunun asıl derin devleti hedeflemediği bizce zaten malumdu. Ancak bugün gerçekleştirilen tahliyelerle daha net bir biçimde anlıyoruz ki, yapılan -masum olanlar ve “tek suçu” faşist/ postal muhibi olmak olanlar bir yana- “sığ derin devlet”in de aklandığıdır. Buna tahliye edilen “darbe” davası muhataplarının dışarı çıktıklarında söz birliği etmişçesine verdiği beyanatları da eklediğimizde karıncalı olan görüntü daha bir netleşiyor.
Ve siz buna bir de faşist çetecilerin, katillerin hızla dışarıya salınıyor olmasını da ekleyiverin. Buyrun size en azından “şüphe duymak” için yığınla argüman.
Salıverilen ırkçılar ve çetecilerle AKP’nin yeni “Pax Ottomana”sının şu toz duman altında yürünen ağır süreçte ne şekilde işlevselleştirilebileceğini çıkarsamak zor olmasa gerek. AKP’nin iktidar yitimi kaygısından, seçimlerin bile yapıl(a)mama olasılığının olduğu dışarıda bangır bangır konuşuluyor.
Ve Türkiye bugün feverana hazır, zembereğinden boşaldı ha boşalacak. Ülkedeki bütün sinir uçları uyanık. Erklerin arasında şedid bir savaş söz konusu, bunun düzen adına siyasal ve ekonomik ağır sonuçları var, devletin bütün kurumları hiçleşmiş, itibarsızlaşmış ve üstelik birbirini de tanımıyor. Saydığımızın her şeyin toplumun bütün parçalarına ve tabii düzen dışı ya da düzene muvazaalı siyasete de dönüştürücü etkileri oluyor/olacak.
Bu sert dönüşümler ve toplumsal teyakkuz hali elbette ki bölüklere ayrılmayı, karşı karşıya gelmeyi ve savaşmayı bileyliyor. Ancak yine Türkiye için bir sıcak iç savaş ihtimali tespiti yapabilmek için bizce oldukça erkendir. Eğer ki devlet deriniyle sığıyla, hassasiyetleri sert tırnak darbeleriyle iştahla ve sürekli kaşıma aşamasına geçmezse…
Şu anki durumu bir tür “kontrollü tansiyon” olarak değerlendirebiliriz; fakat konjonktür egemenler için öylesine bunaltıcı ve belirsizliklerle dolu ki, bu tansiyonun “dönülmez akşamın ufkuna” varıldığı vakit “kontrol”den çıkarılması oldukça sıcak bir olasılık olarak görülmeli.
Zira “kaos”, Yunanca bir kelime; “khaos”tan, yani “gaz”dan gelir. Ve biliyorsunuz “her şey önce bir gaz bulutuyla başladı”. Bu “gaz bulutu”ndan sonra ortaya çıkacak yeni şeyin kime yararlı olacağı ise bilinmez.
Şimdilik siyasal erkler Allah ne verdiyse ve çoğunlukla izanı kaybederek, hesaplarını, oynayabilecekleri tüm oyunların planlarını yapıp, onları tek tek yürürlüğe koyuyorlar. Toplumsal toplamın, her geçen gün gerilen ve öfke biriktiren kesimleri ise henüz daha çok izleme ve kaygılanma biçiminde zaman geçirseler de, kaos biteviye büyüyüp, yayılıyor.
Türkiye’de İç Savaşın Dinamikleri Üzerine
Türkiye’de olası bir iç savaşın karşılıklı “denge” unsurları olabilecek üç dinamikte altı “aktör”ü söz konusu. Bunlar sağ-sol, Türk-Kürt ve Alevi-Sünni. Özellikle son on yılda “sağ-sol”un “laik-anti laik” biçimine evrilme olasılığı söz konusu edilse de, bu “laik kanat” başta Kürt meselesi olmak üzere kendi içinde de ciddi zıtlıkları barındırıyor. Öyle ya illa “laisist” diye bir üst küme icat edeceksek, onun içine yalnızca solcular, sosyalistler, komünistler değil, CHP, “merkez sağ”, hatta biraz zorlayınca MHP bile girebiliyor.
Bu da bize Türkiye’de sıcak bir iç savaşın laisist-anti laisist üzerinden şekillenemeyeceğini gösteriyor olsa gerek. Keza o kadar geniş bir cephe herhalde açık işgal durumları dışında hiçbir ülke halkına “nasip” olmaz!
Bugüne kadar ülke sivil ve sıcak bir iç savaşı sadece sağ-sol çelişkisi özelinde yaşadı, kabaca 74-80 arası tarihsel dilimde. Bu dönem, tam anlamıyla bir iç savaş niteliğinde olmasa da, en azından görüntüsü, dinamikleri, sarsıcılığı ve sonuçları itibariyle bir iç savaşı rahatlıkla andırıyordu. Ülkenin ilçe ilçe bölündüğü, kendini siyasal olarak “merkez”de ananların dahi militanlaşıp, silahlanmak zorunda kaldığı, klasik tabirle her gün on-on beş sivil insanın siyasi sebeplerle öldürüldüğü bir “kargaşa” dönemi. Öykü bilindik, devrimci hareketin hızlı yükselişini bastırmak için ’60’lı yılların ortalarından itibaren sivil faşistler silahlandırıldı, eğitildi, devrimcilerin ve halkın üzerine salındı. Karşılık olarak oldukça geç bir dönemde de olsa devrimcilerin de silahla karşılık vermesiyle ülkenin dört bir yanını etkisi altına alan amansız bir savaş başladı. Sonucu günümüze dek bir hayli tavsamış olsa da kültürel, sosyolojik, psikolojik etkileri süren derin bir kamplaşma, karşılıklı binlerce ölüm ve halk düşmanı, ABD onaylı faşist bir askeri darbe olan, Türkiye’nin cumhuriyet tarihinin en buhranlı yılları.
Bugün ise Türkiye’de AKP taraftarlığı ve karşıtlığı üstünden yürüyen bir karşılıklı gerilme ve saflaşma söz konusu. İşte bu gerginliğin bir iç savaşa evrilebilmesi çokça dillendiriliyor olsa da güçtür. Neden? Çünkü Türkiye’de olası bir sıcak savaşı yürütebilecek az çok birikim, motivasyon ve sokak gücüne sahip olan sadece üç hareket var: Türkiye devrimci hareketi, Kürt hareketi ve ülkücü hareket. Mevzu Erdoğan ve AKP karşıtlığı olunca da sol yalnız değil, geniş bir kesim söz konusu ve bu toplam içinde MHP de var. Bu yüzden seçimler sonrasındaki ya da seçime doğru giden şu süreçte hükümetin olası hamlelerine göre Gezi benzeri bir isyanın patlak vermesi olasıdır; fakat bu hareketlenmeye MHP tabanının göstereceği tavrın Haziran direnişi sürecinde olduğu gibi daha çok sessiz kalma biçiminde olması da yüksek olasılıktır.
Ancak, akıldan çıkarmamak gerekir ki yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra dengeler bizzat AKP eliyle değiştirilmeye çalışılmaktadır ve üstünde yürüdüğümüz hat Gezi sürecine benzemiyor. Şu anki durumda MHP’nin AKP karşısında konumlanışı geçerli olsa da, HDP’ye ve Kürtlere yapılan saldırılar ve Ergenekon benzeri tahliyeler, demokrasi güçleri karşısında etkin ve daha geniş bir mutlak koalisyonu karşımıza çıkarabilir.
Zira AKP’nin muradı eğer iktidarda kalabilmek için kaos dahil her yolu denemekse -ki öyle görünüyor- bunu çatışmaya alışkın ve hevesli olmayan kendi tabanıyla yapabilmesi imkansız -bunu Gezi’de gördük-. Erdoğan her ne kadar Gezi sürecinde esasında bir bulamaç olan tabanını kemikleştirip, bir ölçüde mobilize edebilse de Türkiye’deki politik Müslümanların “sıcak bir savaş” için pek bir motivasyonu yoktur. -Siyasal İslamcılar 12 Eylül öncesinde de, diğer gruplara göre düşük oranda seyreden solcular ve ülkücülerle çatışma ve ülkücülerle ortak kitle katliamları dışında, saldırıdan ziyade savunmayı tercih ediyorlardı. İslamcıların bu “pasifist” tavrı en son 28 Şubat’ta net bir biçimde izlenmişti, “meşru hükümet” devrilirken o cenahta neredeyse tek bir çıt sesi bile çıkamadı. Ayrıca İslamcıların “üstün” uyumlanabilme becerileri kendini AKP iktidarında daha net göstermiş olmalı.-
Karşımızda duran tablo oldukça karmaşık ve bunun toparlanıp, anlatılabilmesi hayli güç. “Cemaat’i bitirme planı” ve sonrasındaki MİT’çileri sorgulama girişimiyle iyice açığa çıkan, Dersanelerin kapatılması gündemiyle kızışan, son olarak da yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile ona karşı AKP’nin giriştiği devleti altını üstüne getirerek reorganizasyon -aslında re-reorganizasyon- hamlesiyle memlekette düzen siyaseti adına işler iyice çığrından çıkmış oldu. Erdoğan ve şürekası ortaya saçılan bunca yüz kızartıcı suça rağmen “istiklal savaşı” argümanına iştahla sarılıyor. Süreç dahilinde rengini açıkça belli etmeyen AKP’li vekilleri bile televizyonlarda açıkça tehdit edebilen, kendisi gibi düşünmeyen herkesi de bir çırpıda “vatan haini” diye etiketleyen Erdoğan’ın işi gerçekten bir hayli zor.
O, şu duruma göre ya bir şekilde iktidarda kalacak, ya yargılanacak ya da kaçacak. O da bir şekilde iktidarda kalabilmek için elindne geleni ardına koymuyor, şiraze de kaydıkça kayıyor. Son derece saçma olduğu belli olan “saftık, kandırıldık” gibi ifadeler, iktidarı döneminde yapılan ve şimdi işine gelmeyen her şeyi kaypakça “paralel”e yamaması, onun kan kaybetmesine karşın yine de güçlü olan kitlesini besleyebiliyor. Zaten rantın küçük ortakları olan bu kesimler de kendilerine Erdoğan’ı desteklemekten başka bir çare göremiyorlar. Zira meselenin Cemaat açısından Erdoğan’sız bir AKP ile bile çözülebilmesi mümkünken, Erdoğan bütün kudretini kullanarak hem parti üstündeki etkisini başarıyla sürdürüyor; hem de üç dönem kuralının çöpe atılabileceğini ima ederek elini daha da güçlendirmeye çalışıyor. -Cumhurbaşkanı olabilme şansının iyice azaldığı malum-.
Seçimlerden sonra -hadi, “eğer yapılabilirse” diyelim- düzen cephesinde saflar daha bir netleşecek, muhtemel olumsuz sonuçlar da AKP’de derin bir yarılmayı kuşkusuz tetikleyecek. Bu toz duman içinde pek seçilemese de bu maçın mutlak mağlubu Erdoğan olacaktır.Tabii mesele düzenin içinde aynen bu seyirde, fazla sapmadan giderse. Çünkü eninde sonunda özünde “sivil” bir yapı olan Cemaat’in elinde Erdoğan’sız bir AKP iktidarından, CHP-MHP koalisyonuna kadar muhtelif opsiyonlar var. Yani şu an için “daha mağdur gibi duran” Cemaat olsa da daha geniş manevra alanına sahip olan da Cemaat gibi.
Fakat burada zaten asıl problem Erdoğan’ın meseleyi düzen içindeki akışına bırakmayacak olması ve halihazırda bırakmaması. Bu da işin, düzenin kendi çarkları içinden çıkıp, derin bir siyasal krizi ortaya çıkarmasına, bu siyasal krizin ekonomik bir darboğazı peşi sıra getirmesine yol açıyor. Bu ikisinin toplamı da toplumsal bir depremi kısa vadedeki düzleme doğru tetikliyor.
Unutmamak gerek, seçimlerden sonra da yüksek olasılık sürecek olan siyasal krizin besleyeceği Kürt hoşnutsuzluğunun ortaya çıkaracağı yine olası bir Kürt kalkışması, var olan bütün dengeleri tek başına alt üst etmeye tek başına adaydır. Böylesi bir, öncekilere benzemeyen, kitlesel bir Kürt ayaklanması da tüm siyasal cenahlardaki safları yeniden organize edecektir.
Türkiye toplumunda etnik ve mezhepsel anlamda hoşgörüsüzlükten hep şikayet etsek de burasının bir Pakistan, Irak ya da Kuzey İrlanda olmadığı da açıktır. İyi günündeki Türk milliyetçisi “düşünce adamları” gibi konuşmuş olacağım ama Türkiye’deki bu durumun başat belirleyeni de toplumdaki yakın akrabalık ve komşuluk ilişkileridir. Burada elbette tüm kışkırtmalara karşın Kürtlerin ve Alevilerin Türk-İslamcılara “aynı dille” yanıt vermemiş olmasının da payı es geçilemez.
Fakat bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan, tüm dengelerin ve olguların iç içe geçtiği, kökünden karmakarışık hale gelmiş ve iyiden iyiye gerilmiş bir tarihsel kesitten geçiyor. Ve yakın birkaç yıllık süreç baş döndürücü bir hızla ve sarsıntılı bir halde geçecek. Bu depremler fay kırıklarını derinleştirip, o kırıkların içinde siyasal, kimliksel öbeklenmeler yaratıyor. Bu öbeklenme, “barış ve çözüm süreci”nin fiili darbeler alması, siyasal ve ekonomik kriz, toplumsal muhalefetteki yükselmeler ve bir ülke gerçeği olarak “sıradan faşizm”, netameli bir depremin eline sivil ayağı da olan bir iç savaşın fitilini verebilir. Bu da aslında Türkiye’de otuz yılı aşkındır süren “guerre civil froid”in (****) ısınması anlamına gelecektir.
Bu tip bir olası iç savaşın da klasik faşist saldırıganlık sebebiyle Türk-Kürt, Sünni-Alevi gibi görünümleri muhakkak olacaksa da, ana çizgileri itibariyle, ülkenin siyasal, toplumsal, kültürel ve tarihsel gerçekleri sebebiyle “sağ-sol” ya da “faşistler ile devrimci-demokrat güçler” arasında olabileceğini tahmin ediyorum.
Yazı İçin Son Söz
Bu uzun ve belki de “karışık” sayılabilecek yazının sonuna eğer üşenmeden okuyup, gelebildiyseniz, son sözüm “devrimci/demokrat dayanışma” ve “faşizme karşı birleşik mücadele” olacak. “Birbirimizin” koluna girmenin en elzem olduğu, resmi haber bültenleri diliyle söylersek “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günler”den geçiyoruz. Tarihin bu durağında solun içindeki bütün tartışmalar artık talidir, başta “sen liberalsin!”, “vay babam sen sektersin!”, “aa bu ukusolcu”, “yaa onlar ilkel milliyetçi”… olmak üzere… “Hazır” olmalıyız.
Dipnotlar:
(*) Ulusalcıların en önemli kesimlerinden CHP’nin ana kümesinin de artık Cemaat’le kol kola girdiği açık. Bunu anlamak için en azından Zaman okumak yeterli.
(**) Foti Benlisoy baslangicdergi.org’daki yazısında HDP’ye yönelik gerçekleştirilen Fethiye ve benzeri saldırılardaki sarih devlet desteğini neredeyse önemsizleştirip ve AKP’li katılımını yok sayarak, olayı yalnızca safi bir Kürt düşmanlığı boyutunda ele alıp sorumluluğu sadece ulusalcı ve MHP/BBP’li faşistlere atıyor. http://baslangicdergi.org/fethiye-ve-direnis-olarak-fasizm-foti-benlisoy/
(***) Kimileri ısrarla reddetse Fethiye’de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganının atıldığı yönünde yoğun tanıklık iddiaları var. Ayrıca bu sloganın atılabilme ihtimalinin bazı çevrelerce neden bu denli düşük görüldüğünü ve buna şaşıldığını da anlayabilmiş değilim. Orada toplanan kitlenin faşizmin ya da gericiliğin tek bir kümesinden olmadığı açık. İşi örgütleyenler ve destekleyenler oldukça geniş bir koalisyon.
Linç saldırısında Ali İsmail Korkmaz forması giyen genç ya da linci destekleyen gençlerden birinin facebook’taki arka plan fotoğrafında Denizler’in olması da üzücü olmakla birlikte bence hiç şaşırtıcı değil. Bu çelişki bir Türkiye gerçeği. Bu ülkede kanlı bıçaklı PKK/Kürt ve devrimci örgütler düşmanı olup da, devrimci önderlere, sembollere “sempati” besleyen ve Türk milliyetçiliği yapmayı solculuk sanan yığınla insan var. Özellikle de CHP tabanında bu gerçeklik çok üst seviyede. Ben de bir örnek vereyim; Mahir’i, İbo’yu, Deniz’i sevgiyle anan bir yakınım “İlker Başbuğ tahliye edildi!” yazıp, duygu durumunu “mutlu hissediyor :)” yapabiliyor pekala! Mesela Lazca gazetenin çıkması da aynı adamı mutlu edebiliyor! Türkiye gerçeklerinden…
(****) Guerre civil froid. Fransızca “soğuk iç savaş”. Daha çok Belçika’daki Flaman-Valon gerginliği için kullanılır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.