Öcalan ve Bayık’ın birbirini tamamlayan beyanatlarıyla Kürt hareketi, AKP ve ona karşı konumlanmış olan Kürt dışı muhalefete pozisyonunu ilan ettiği gibi, hedeflerinin belli bir siyasî yapı, beklentisinin de seçim endeksli olmadığını ortaya koydu. Diyarbakır havalimanına vardığımız anda savaş uçakları da peş peşe havalanmaya başlıyor. Bilen bilir, burası aslında askerî bir havalimanı; biz fani sivillerin oraya […]
Öcalan ve Bayık’ın birbirini tamamlayan beyanatlarıyla Kürt hareketi, AKP ve ona karşı konumlanmış olan Kürt dışı muhalefete pozisyonunu ilan ettiği gibi, hedeflerinin belli bir siyasî yapı, beklentisinin de seçim endeksli olmadığını ortaya koydu.
Diyarbakır havalimanına vardığımız anda savaş uçakları da peş peşe havalanmaya başlıyor. Bilen bilir, burası aslında askerî bir havalimanı; biz fani sivillerin oraya inebilmesi tamamen devletimizin güzel bir lütfu! Diyarbakır’dan uçağa binenlerin GBT kontrolünden geçirilmesi de ayrı bir lütuf; güvenlik görevlisine sorarsanız. “Halkımızın güvenliği için…” Bindiğim taksinin şoförü neci olduğumu yoklamak için savaş uçaklarını bahane ediyor: “Ne diyorsun abê, sence bu uçaklar çözüm mü?” Kısa yolculukta koyu bir sohbete giriyoruz böylece. Otelin önüne varmadan yavaşlıyor, hafif boynunu bükerek şöyle diyor: “Abê, her milletin bir lideri var. Türklerin var, Arapların var, İngilizlerin var, Kürtlerin de var. Abê bizim liderimiz de yanımızda olsa ne olurdu? Aha yarın (21 Mart) bir milyon, belki iki milyon toplanacak ama Başkan’ın (Öcalan) sesini bile duyamayacak. Ma bu ayıp değil? Vallah ayıptır. Aha bu ayıp da bu devlete yeterdir ha!”
Anaakım medyanın web sitelerinde veya “kaçak” girilen Twitter’da hak ettiği ilgiyi görmemesi Diyarbakır’daki Newroz’un tarihî önemini ikincilleştirmez. Bütün otellerin tıklım tıklım dolduğu Diyarbakır’da elbette kimse dışarıda kalmadı. Civar illerden veya uzaklardan gelen binlerce kişi de tanıdık-tanımadık birilerinin evinde kendine yatacak bir yer buldu. BDP’li bir milletvekilinin esprili tabiriyle “siyasî turizm” vesilesiyle Diyarbakır’da her anlamda dopdolu birkaç gün yaşandı. Fakat elbette esas “doluluk” Newroz’da yapılan konuşmaların içeriğindeydi. Gerek Abdullah Öcalan gerekse Cemil Bayık, kendi tabanlarının izaha ihtiyaç duymayacakları kısa açıklamalar yaptılar. Kürt hareketiyle haşIr neşir olmayanlar açısından ise her iki açıklama, bir hayli fazla “gizli kodlar” ihtiva ediyordu.
KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın ilk defa Newroz alanına görüntülü olarak bağlanıp süreci değerlendiren bir konuşma yapması, keza Öcalan’ın geçen senekinin bir devamı olan ve bu bir yıl boyunca yaşanmış gelişmelerin sağaltılmış bir özeti niteliğindeki mektubunun iki milyona yakın insanın huzurunda okunması, Twitter’ın kapatılmasıyla oluşan gündemde pek dikkate şayan görülmedi. Keza ilk defa Diyarbakır Newroz’unda Doğu (İran), Güney (Irak), Batı (Suriye) sınırları içinde yer alan Kürdistanlardan PKK’ye yakın veya uzak çok sayıda siyasî temsilcinin iştiraki, özellikle de Celal Talabani’nin eşi Hêro Talabani’nin gelişi gördüğümüz kadarıyla anaakım medyada hak ettiği ilgiye nail olamadı.
Dolayısıyla Öcalan ve Bayık’ın açıklamalarını birazcık deşmeye çalışalım.
Newroz’daki beyanatlarla tekrar netleşen Kürt hareketinin tutumu, iktidar kaybetme korkusuyla akli melekelerini kaybetmiş gibi hareket eden ve her tarafa yumruk sallayarak soluk olmaya çalışan AKP açısından yeni bir fırsata da kapıyı araladı. Her ne kadar çözüm yolunda hükümetin dikkate şayan herhangi bir adım atmadığını ifade etse de Cemil Bayık, mevcut pozisyonlarını koruyacaklarını ve barış çabasından geri durmayacaklarını da ilan etti. Ama Bayık, aynı zamanda AKP’ye yönelik sert eleştirilerini ifade etmekten de kaçınmadı: “Eğer Türkiye’de demokratikleşme olmadıysa ve Kürt sorunu çözülmediyse, bunun sorumlusu AKP hükümetidir. AKP yaratılan müzakere zeminini boşa çıkardı (…). AKP’nin demokratik siyasetle çözümü istemediği de anlaşıldı. AKP’nin çözüm önündeki en büyük engel olduğu ortaya çıktı. Bu engel ortadan kaldırılmadan çözüm gelişmez.”
Peki, bu engel nasıl ortadan kaldırılabilir? Bayık’ın yanıtı şu: “Bizim umudumuz, Türkiye’yi bu krizden halklar lehine çıkarmak. Eğer demokratik bir program öne çıkarılır ve mücadele yürütülürse, alternatif oluşturabilir ve halklar dönemini öne çıkarabiliriz.”
Öcalan da Türkiye’de AKP hükümetine karşı yükselen genel tepki ve muhalefeti görmezden gelmedi ve muhtemel “AKP’yi koruyorsunuz” eleştirilerine de peşinen yanıt verdi. Bu açıdan da Öcalan’ın mektubu, Bayık’ın açıklamasıyla birbirini tamamladı. Öcalan elbette Bayık’tan farklı olarak daha üst perdeden, sürecin felsefesini izah eden bir beyanat verdi ama hükümete ve devlete de süreçteki yükümlülüklerini hatırlattı, AKP zulmüne direnen “Gezi ruhuna” da seslenmiş oldu: “Bizim direnişimiz, kardeş halklara karşı değil, hegemonik karakterli, yok sayan, imha eden, inkar eden zulüm düzenine karşı olmuştur. Dolayısıyla barışımız da hükümetler ya da devletler için değil, bu toprakların binlerce yıllık kadim değerlerini özümseyen, dünya kültürel mirasının eşsiz hazırlayıcısı olan Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya halkları içindir. Hükümet ve devlet bu gerçekliğe uygun bir ciddiyet geliştirmekle yükümlüdür.”
Öcalan’ın daha da mühim sözü, yine “Kürtler AKP’yle ittifak yapıyor” yaftasına sert bir yanıttı: “Direnirken korkmadık barışırken de korkmayacağız.” Meali; “bizi çözüm sürecine zorlayan şey, korkularımız değil…”
Öcalan’ın son derece soğukkanlı ve Türkiye’nin içinde bulunduğu aktüel krizin barış çabasını alt etmesine müsaade etmeyen bir yaklaşım içeren mektubunda, hükümete yakın çevrelerin daha önce ileri sürdüğünden farklı olarak herhangi bir sürpriz yoktu aslında. Tabiri caizse Öcalan gerek AKP’nin gerekse onun karşısında konumlanan ve AKP’nin baskısından rahatsız tüm kitleleri kendi safına çekmekle uğraşan Gülen Cemaati’nin taktiksel hamlelerini tali etkiler olarak değerlendirdi. Ama mühim bir uyarı da yaptı: “Tarih bize göstermiştir ki eğer kararlı bir barış önderliği sergilenmezse tarihsel sorunlar bildiğini okur ve genellikle çok kayıplı dönüşümlerle cevaplarını üretirler. Önümüzde en yakıcı bir şekilde cevap bekleyen şey, birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusudur.”
Son cümleyi mevcut politik atmosfere indirgeyerek yorumlarsak Öcalan’ın hem AKP’den hem de ona karşı konumlanan ama Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda pek de heveskâr görünmeyen cenaha dolaylı bir yanıt verdiğini söyleyebiliriz. Yani “Ne AKP ne darbe, tek yol radikal demokrasi.”
Öcalan’ın mektubundaki bu bölümde dikkat çekici bir unsur daha var: “Barış önderliği.” Sanırım önümüzdeki günlerde bu kavram daha sık telaffuz edilecek ve siyasi arenada daha sık kullanılacak. Öcalan bu kavramla, tüm sistem krizlerine rağmen sadece barışa odaklanmış bir liderlik öngörüsünde bulunurken aslında kendi pozisyonunu da ilk defa bu kadar net olarak tanımlamış durumda. Daha önce savaşa da barışa da karar verecek kişi olarak işaret edilen Öcalan, bu seneki Newroz mektubuyla tavrını özetledi: “Barış önderliği.” Dolayısıyla çözüm sürecinde yaşanması muhtemel derinlikli krizler gündeme geldiğinde Öcalan, aslında hep söylediği gibi “süreçten çekilecek” ama belki de bir daha asla “savaşa” karar veren kişi olmayacak. Bu, Öcalan’ın pozisyonuna daha fazla meşruiyet katarak onun “Mandela’laşmasını” daha da mümkün hale getirecek.
Öcalan’ın Newroz mektubuna sirayet eden soğukkanlılığı, devlet zulmüne karşı isyan halinde olan Kürt hareketinin geçen seneden bu yana sürdürdüğü yeni-silahsız siyasetini daha da derinleştirmesini sağlayacak. Diğer yandan AKP’nin baskıcı uygulamalarından mustarip olup Kürt hareketinin hâlihazırda sarsılmakta olan AKP’ye son tekmeyi vurmasını gerekli görenlerin beklentileri de şimdilik karşılıksız kalacağa benziyor. Ancak Öcalan’ın mektubunun okunmasından önce Newroz alanına bağlanarak Kandil’in hissiyatını özetleyen Bayık, hükümetin somut adım atması konusunda daha fazla oyalanmaya tahammülleri olmadığını ortaya koymuş oldu.
Öcalan ve Bayık’ın birbirini tamamlayan beyanatlarıyla Kürt hareketi, AKP ve ona karşı konumlanmış olan Kürt dışı muhalefete pozisyonunu ilan ettiği gibi, hedeflerinin belli bir siyasî yapı, beklentisinin de seçim endeksli olmadığını ortaya koydu. Deyim yerindeyse Kürt hareketi çözüm konusunda devlete, mücadele konusunda da tüm halklara geçen seneki Newroz’dan sonra yeni bir davetiye yolladı. Gerçi Bayık, Öcalan’ın geçen seneki deklarasyonunun kendileri dâhil hiç kimse tarafından değerlendirilemediğinden yakındı ama yine de Türkiye halklarına yeni bir barış davetinde bulunmaktan geri durmadı. Bu davete halkların, devletin, hükümetin ve diğer muhalefet güçlerinin vereceği yanıt sadece Kürt meselesinin değil, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasî krizin de çözümünün imkânlarını ortaya koyacak. Diyarbakırlı bir gencin tabiriyle geçen senekinden sonra “ikinci barış Newroz’u” olan kutlamanın gelecek sene tüm Türkiye’ye yayılıp sadece doğanın değil halkların da baharına dönüşmesini, sıkı bir barış mücadelesi sağlayacak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.