496 yılında Lupercus geleneğini yasaklayan Papa I.Gelasius, eski kültürün geleneklerini Hıristiyanlık içerisinde yeniden yorumlayarak 14 Şubat’ı âşıkların koruyucusu olarak tarif ettikleri “Saint Valentine” günü olarak kabullendirmiş böylece Eski Roma inancının izlerini silmeye çalışmıştı Anadolu Aleviliğinde üç gün tutulan Hızır Orucu’nun önemli bir yeri bulunur. Tüm Aleviler için belirli bir tarihi bulunmamakla birlikte üç günlük devir, […]
496 yılında Lupercus geleneğini yasaklayan Papa I.Gelasius, eski kültürün geleneklerini Hıristiyanlık içerisinde yeniden yorumlayarak 14 Şubat’ı âşıkların koruyucusu olarak tarif ettikleri “Saint Valentine” günü olarak kabullendirmiş böylece Eski Roma inancının izlerini silmeye çalışmıştı
Anadolu Aleviliğinde üç gün tutulan Hızır Orucu’nun önemli bir yeri bulunur. Tüm Aleviler için belirli bir tarihi bulunmamakla birlikte üç günlük devir, yöreden yöreye, aşiretlerden aşirete döngüsel farklılık gösterir. Kimi yerlerde Ocak ayının sonunda kimi yerlerde Şubat başında tutulur. Ancak çoğunluk, 10-15 Şubat arasındaki perşembeye denk getirir. Darda ve yolda kalanların “Yetiş ya Hızır” diye çağırdıkları bu kutsal figür, kadim uygarlıklara beşiklik etmiş Anadolu ve Mezopotamya’nın ortak bir mirası olarak bugünlere taşınmıştır.
Hızır’da sadece oruç tutulmaz, kutsal sayılan perşembe günleri Hızır Cemleri yapılır. Sazlar çalınır, deyişler söylenir. Kimi yörelerde bayram havasında geçer. Bu tarihlerde kurtarıcı Hızır’ın farklı suretlerle görüneceğine inanılır.
Bereketin, diriliğin, tazeliğin simgesi ölümsüz Hızır, rahmet veren doğasıyla gittiği yere umut verir, mayısta ise İlyas kardeşi ile buluşup doğaya can verir. “Boz Atlı Hızır” olarak çağrılır, Bismişah diyerek doğadaki kurdun, kuşun, muhtacın, kimsesizin, garibin, yakın akraba ve dostların yardımcısı, yoldaşı olması istenir, Hızır Lokması dağıtılır.
Orucun perşembeye denk gelen gününde genç bekârlar oruçlarını açsalar bile gece su içmeden uyurlar ve niyet ederler. Rüyalarında su içtikleri yerden biri ile evleneceklerine inanırlar.
Alevilerdeki Hızır, Anadolu Ermenilerindeki Surp Sarkis’in karşılığı olagelmiştir. Aynı coğrafyada farklı toplulukların kışın kıtlığına bir çare ararken bunu inanca dönüştürmeleri ve farklı adlar altında ritüelleştirmeleri hiç de tesadüf değildir. Keza Antik Yunan’da Gamelyon ayı olarak adlandırılan Ocak-Şubat arasındaki takvimin Zeus ile Hera’nın kutsal evliliği şeklinde geleneksel sayılması da buna benzerdir. Yine Antik Roma’da “Bereket Tanrısı” olarak kabul edilen Lupercus’a keçi armağan edilmesi ve Lupercus’u simgeleyen keçi derisinin sokaklarda dolaştırılarak genç kızların dokunmasına ve böylece doğurganlıklarının artırımına dayanan geleneğin Şubat ayına denk gelmesi de tesadüfî değildir. M.S. 496 yılında Lupercus geleneğini yasaklayan Papa I.Gelasius, eski kültürün geleneklerini kendi formu (Hıristiyanlık) içerisinde yeniden yorumlayarak 14 Şubat’ı âşıkların koruyucusu olarak tarif ettikleri “Saint Valentine” (Hıristiyan olduğu için öldürüldüğüne inanılan Aziz Valentine) günü olarak kabullendirmiş böylece Eski Roma inancının izlerini silmeye çalışmıştı. Benzer tarihlerde farklı coğrafyalarda bereket festivallerinin olmasına karşın coğrafi keşiflerle, sömürgecilikle Endüstri Toplumuyla birlikte “14 Şubat” tüm bu geleneksel ve dini içerik veya anlamlarından kapitalizmin kültürel içeriğine doğru kaydırmaya başlandı ve küresel kapitalizmin kültürüyle bugüne taşındı. Eski Toplumun gelenek ve inançla bezeli figürlerinin yerini kapitalizmin akılcı “birey” figürü almaya başladı. Piyasa yeni inanç kültü oldu. Piyasa toplumu birey figürü bugünün dünyasının baskın karakteri olarak öne çıktı ve kendisinden önceki geleneksel biçimleri kendi kalıbında eritmeye, standartlaştırmaya doğru sürükledi.
Bahsettiğimiz geleneksel figürler, bereketin habercisi olarak doğaya ve üretime, döllemenin işareti olarak insana, ölümsüzlüğün temsili olarak ruha gönderme yaparlar. Figürlerin dönüştürülmesi çok uzun tarihsellikler ve ilişkisellikler içerir. Dönemin ruhuna karakterini vermek isteyen her inanç veya ideoloji bu geleneksel inançları kendi mantığı içinde yeniden formüle etme eğilimde olmuştur hep. Nasıl Hıristiyanlık, Eski Roma’daki inanç ve geleneği takvimini bozmadan anlamını değiştirdiyse, kapitalizm de kendisinden önceki gelenekleri kendi mantığı içinde yeniden yorumlayıp anlamlandırarak nüfuz ettiği uzama sunmuştur.
Kapitalizm, halkın her türlü kültürel ürününü veya geleneksel kalıntılarını metalaştırması beraberinde zamanın ve takvimin de metalaştırılmasını getirmiştir. Kapitalizmin zamanı metalaştırması ise “hız”da anlam bulmuş ve bu anlam, tüketim toplumu ile tüketim kültürü çerçevesinde hayata geçmiştir.
Kapitalizmin her şeyi metalaştıran mantığından Türkiye’nin de giderek nasibini aldığını görüyoruz. Metalaşan ürünün ve zamanın tüketimi, insanlar arasındaki duyguların ve güven ilişkilerinin de tüketimine yol açıyor. Zamanın ruhu “hız” felsefesine göre şekilleniyor. Duyguların ve hazların örgütlenişi, aşkların libidosu hız kültüründe mayasını buluyor.
Metalaşma çağında şubatın tüketim aşkı
Şubat, her toplumun tarihsel belleğinde aşkın, bereketin, tohumlamanın ayı olarak kodlanmıştı. Metalaşma çağında ise zaman, çeşitli özel günlere göre (sevgililer günü, anneler günü, babalar günü vb) taksimlendirilerek tüketim kültürünün formuna büründürülüyor. Türkiye’de de benzer sürece şahit olsak da gerek kapitalizm ve devlet sorunu, gerekse memleket insanının tüketim kültürü çerçevesinde sevgili ilişkilerinde yaşadığı çelişkili haller, meseleye farklı noktalardan bakmamızı gerekli kılıyor.
Önceki senelerden kalma bir sokak röportajındandı sanırım. “Sevgiliniz var mı?” sorusuna “sevgilim yok, çünkü evliyim” deyi vermişti biri. Yine, yıllar evvel, Mehmet Ali Birand’ın bir programında da benzer cümleyi kuran birine rastlanmıştı. Eşi ile sevgilisini ayırıp ikili bir karakter geliştirmek yurdum insanının yaygın eğilimlerinden biri olsa gerek. Öyle ki, bu ikili karakter eğlenecek kız bulmak ile evlenecek kız bulmak arasındaki ayırımda bile karşımıza çıkar. Erkeklik de kadınlık da benzer mantık formu ekseninde toplumsal cinsiyet rolleri kazanıyor böylelikle.
Yurdum insanının aşkta, işte ve tüm ilişkilerinde ikiliklere, çoklu taktiklere başvurması yeni de değildir. Ancak bugünün tüketim manzarasına baksak bile birçok örnekle rahatlıkla karşılaşırız. O yüzden “ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider çeşmeye” türünden davranışlara sıklıkla rastlamamız mümkün.
Misal, cebinde son model akıllı cep telefonu vardır ama aramaya, konuşmaya yeterli bakiyesi yoktur. Veyahut altında son model Mercedes’i vardır; ama benzine verecek parası yoktur ki bu yüzden LPG bile taktırabilir.
Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Lakin gerek yok. Ama kapitalizmin tüketim kültürüne uyumlu yerli bir kişilik tipi nasıl şekilleniyor diye sorgulamaya çalıştığımızda bu ikili ruh halinin izlerini de fark etmemiz gerekiyor. Zira yurdum insanının libidoyla imtihanı ile kapitalizmle imtihanı arasında bazı ortaklıklar, paralellikler bulunuyor.
Aslında meselenin özünü Marx, 1847’de kaleme aldığı Felsefenin Sefaleti eserinde ortaya koymuştu: “Ensonu, insanın devredilemez sandığı her şeyin değişime, alışverişe konu olduğu ve devredilebilir olduğu bir dönem gelmiştir. Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama asla değişilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan -erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb- kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu, çürümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para ile elde edilmesinin evrenselleştiği ya da ekonomi politik diliyle konuşacak olursak, manevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en gerçek değerinden kıymetlendirilmek için pazara getirildiği dönemdir.”
İnsani tüm değerlerin bir meta gibi pazarlandığı kapitalizmin 150 yıl önceki hali ile bugünkü hali arasında pek bir farklılığının olmadığı malum. Ancak değişen nitelikler de var şüphesiz. Sözgelimi, genelleşen çürümenin giderek daha fazla coğrafyaya yaygınlaşarak derinleştiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte sadece metaya özgü değil metalaştırılan manevi değerler kadar pazarlamaya hazır zamanlar da oluşturulmuştur. Bir metanın değeri nasıl gerekli toplumsal emek-zamanla ölçülüyorduysa artık metalaşan manevi değerlerin ölçüsü de zaman-emekle ölçülür hale gelmiştir. Başka bir ifade ile bir ürünün metalaşma sürecinde ihtiyaç duyulan artı-değerin dayandığı toplumsal örgütlülük, kapitalizmin hızlı tüketim çağında zamanın örgütlülüğü ile genişlemiştir. Emeğin sömürüsünden zamanın sömürüsü türetilmiştir. Bu yüzdendir ki her bir günün kendine özgü ayrı bir tüketim kalıbı inşa edilmektedir. Sadece gün mü, artık saatler bile birbirinden farklı tüketim alışkanlıklarıyla donatılmakta ve küresel kapitalizmin tüketim fetişizmiyle örgütlenmektedir. Sevgililer günü de zamanı örgütleyen kapitalizmin en tipik sembollerinden biridir. Tıpkı metalaştırılan diğer günlerdeki gibi kapitalizm bugünün de asli sponsorudur.
Peki, yurdum insanı kapitalistleştirilen zamanları nasıl yaşamaktadır? Elbette ki kendi kültürel ve zihinsel geçmişinin değirmeninde eriterek veyahut kapitalistleşmenin değirmeninde kendi kültürel doğasını öğüterek…
Belki biraz göçebe hayatın bıraktığı izden, biraz derme-çatma hayatların kültüründen, biraz da arada sıkışıp kalmanın getirdiği sarkaç gibi gel-gitlerden olsa gerek; hafif tez canlı ama en çok da aceleci bir kişilik tipiyle kapitalizmin içinde yoğuruyor kendi kendini yurdum insanı. Bu yüzden kapitalizmin haz yönelimli kültürüne uyum sağlaması da zor olmuyor. Ama tıpkı sevgilisi ile karısı arasındaki ikilik gibi kapitalizmle de bir türlü evlenemiyor; evlense bile sevgili kalamıyor. Velhasıl kapitalizm, yurdum insanının sevgilisi olmaktan öteye gidemiyor, ama onsuz da yapamıyor.
Kapitalizme duyulan aşkın tutkulu doğasında yeşeren yurdum insanının sevme biçimi, artık “sevgi neydi; sevgi emekti” repliğini çoktan sıradanlaştırıp yine kapitalizmin metalaştırma harmanına bırakmış durumda. Kapitalizmin varoluşunda elzem gücü teşkil eden emeğin sömürü biçimi dönüştükçe sevginin emek değeri de değişim gösteriyor. Lakin yurdumun kapitalizmi yaşayışı ve kapitalistleşmenin tahayyül etme şekilleri de öykündüğü Batı Kapitalizmi gibi olamıyor; hep bir şeyler yarım kalıyor ve bu tamamlanmamışlık hissi veriyor. Yine de onun çok eğlenceli, çok zevkli, çok heyecan verici doğasından da kendini alamıyor. Bu yüzden sevgilisine bir günü çok görmüyor ama sevgili kapitalizmi her gün yaşıyor. Onsuz hayatın tadı ve anlamı hep eksik kalıyor.
Aşkını zamana ve mekâna göre ayırarak yaşayan yurdum insanı, yoğunlaşarak sevmektense enerjisini farklı ve hızlı heyecanlara harcamayı tercih ediyor. Tıpkı kapitalizmin hızlı tüketimindeki gibi. Ürün/meta ile kurulan ilişki biçimi, sevgili(ler) ile kurulan ilişki biçimiyle paralellik arz ediyor. Piyasa toplumunun birey figürü doyumsuzlaştıkça tüketiyor; tükettikçe de güvensizlikleşiyor. Birini sevmek değil, bütün bu süreci/zamanı sevmek, bu ilişkilerin bütünü olan kapitalizmi sevmek, kapitalizmin hızını sevmek, müthiş bir toplumsal aşka dönüşüyor ve kutsanıyor. İşte bu yüzdendir ki 14 Şubat kapitalizmin küresel milli bayramlarından biri haline geliyor. Neticede kutsanan sevgi değil metalaşma aşkı oluyor ve özel bir güne dayalı yaşananlar ise kapitalizmin resmi bir geçit töreninden veya armağan ekonomisinden öteye işlev görmüyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.