AKP-Gülen Cemaati arasında bir iktidar savaşı yürütüldüğünü çocuklar bile görüyor. Bu savaşın hangi araçlarla yürütüldüğü de ortada. Ama bu savaşın gerçek nedenleri konusunda farklı görüşler var. Bu yazı iktidar savaşının bütün nedenlerini ele alma iddiasında değil. Mevcut durumu Marksist açıdan analiz etmenin sadece ip uçlarını vermeyi amaçlıyor. Bu yüzden esas olarak teorik bir analiz yapılacaktır, […]
AKP-Gülen Cemaati arasında bir iktidar savaşı yürütüldüğünü çocuklar bile görüyor. Bu savaşın hangi araçlarla yürütüldüğü de ortada. Ama bu savaşın gerçek nedenleri konusunda farklı görüşler var. Bu yazı iktidar savaşının bütün nedenlerini ele alma iddiasında değil. Mevcut durumu Marksist açıdan analiz etmenin sadece ip uçlarını vermeyi amaçlıyor. Bu yüzden esas olarak teorik bir analiz yapılacaktır, bu teorik analiz temelinde politik açıklamalar denenecektir.
Dolayısıyla teori ile politika arasındaki farklılığı açıklamakta yarar var: Teori, gerekli olanı açıklar; bunun sonucu olarak teori, radikal, tavizsiz ve uzlaşmaz olmalıdır. Politika ise mümkün olanı yapmaya çalışır. Bu nedenle politika, güçler dengesine bağlıdır; güçler dengesi ise politik alanda uzlaşmaları, ittifakları gerektirir. Bir başka şekilde ifade etmek istersek, şu söylenebilir: Teori, doğru analizler temelinde amacı saptar. Teorideki yanlışlık, amaçlardan sapmayı getirir, hedefin gözden çıkmasına zemin hazırlar; politika ise sınıf dengelerinin durumuna göre, araçları belirler. Elbette amaca uygun araçların seçilmesi önemlidir. Kısacası; teori, uzlaşmaz özellikler gösterirken, politika uzlaşmalara açıktır. Marksizmin ustaları, teorik tavizlere karşı çıkarken, politik uzlaşmaları reddetmemişlerdir. Çünkü amaca ulaşabilmek için bazen, politik alanda dolambaçlı yollara ve araçlara başvurmak zorunda kalınabilir.
Marx, teorik analiz konusunda şöyle yazıyordu Komünist Manifesto’da:
‘Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde dünya reformcusu tarafından icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar, yalnızca, varolan bir sınıf savaşından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir.’’
Teorik analiz, verili durumu temel almalıdır. İktidar savaşının nedenleri konusunda farklı görüşler var. Bu farklı görüşlerin neler olduğuna değinmeden önce, görünüş ve öz ilişkisi üzerinde kısa bir açıklama yapmak zorunlu görünüyor. Ayrıca yaygın olan görüşlerin yüzeyselliğini sergilemek açısından, hem yöntem konusu hem de küresel kapitalizmin bazı özelliklerini açıklamak da gereklidir.
GÖRÜNÜŞTEN ÖZE
Goethe, ‘teori gri, yaşam ağacı yeşildir’ diyerek, yaşamın ve gerçekliğin önemine vurgu yapıyordu. Kitaplardan öğrenilemeyecek pek çok konu var. Dayanışma duyguları, kolektif arzular, yoldaşlık ilişkileri, kitaplardan öğrenilmez; ancak yaşanarak öğrenilebilir. Ancak gözlemlerle, deneylerle, sağduyu ve güncel akılla öğrenilemeyecek bazı gerçekler de vardır. Örneğin, değer teorisi ve artı-değer/kar teorisi gözlemlerle öğrenilmeyen kavramlardır. Bu teorik bilgiler, soyut düşünmeyi ve en temel kavramlara ulaşmayı gerektirir.
Marx, ‘her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı’ diyor. Hegel, varlıktan öze, özden kavrama ulaşmak gerektiğini vurgular. Ona göre öz, görünüşe yansır. Dolayısıyla görünüş ve öz arasındaki ilişkinin daha derinden incelenmesi gerektiği açıktır. Gerçi burjuva düşünürleri de öz ve görünüş arasındaki ilişki ve farklılığa dikkat çekerler. Bu düşünürler de, görünüşü değil, gözle görülemeyen, ama akıl yoluyla ortaya çıkarılabilecek özü de kavramaya çalışırlar. Biz burada, vülger burjuva düşünürlerini değil, bilimsel düşünceye sadık kalan, Adam Smith, David Ricordo gibi burjuva düşünürlerini kastediyoruz. Bu düşünürler, gerçekliği yavanlaştırmaya, çarpıtmaya çalışmamışlardır. Görebildikleri ve kavrayabildikleri kadar, kapitalizmin ‘özü’nü açıklığa kavuşturmaya çalışmışlardır. Hatta kendi araştırmalarının bilimsel sonuçları, eğer kapitalizme tavır olmayı gerektirmişse, kapitalizmi eleştirmekten çekinmemişlerdir.
Bu nedenle, görünüşün değil, özün önemli olduğunu vurgulamak önemlidir, ama bu kadarı da yeterli değildir. Neden yeterli değildir? Çünkü özün, nasıl ele alındığı da önem taşımaktadır. Peki, burjuva düşünürleri öz denilince ne anlıyorlar? Özü kavramak demek, görünüşleri harekete geçiren yasaları vb. kavramak demektir. Ne var ki, burjuva düşünürleri, özü, yasaları vb. dinamik ve değişken bir süreç olarak değil, sabit bir ‘şey’ olarak ele alırlar. Bir başka deyişle, burjuva düşünürleri, özü, toplumsal yasaları, değişmez ve sabit yasalar olarak algılarlar.
Marx, haklı olarak, sermayenin bir ‘şey’ değil, ‘toplumsal bir ilişki’ olduğunu vurgular. Marx’ın en büyük katkısı; saygı gösterdiği, ama aynı zamanda eleştirdiği düşünürlerin (Adam Smith, David Ricordo vb.) politik ekonomi alanındaki kategorilerinin ve varsayımlarının eksik ve yanlış olduğunu göstermesidir. Grundrisse’de Marx, siyasal iktisadın uyguladığı yöntemi eleştirir. Marx’a göre bireyi anlamak istiyorsanız toplumu, toplumu anlamak istiyorsanız toplumu harekete geçiren yasaları kavramak zorundasınız. Dünyayı anlamak istiyorsanız, dünyayı bütünlüğü içinde ele alan bir yöntem geliştirmek zorundasınız.
Hegel, Mantık Bilimi’nde mantık biliminin çok zor bir bilim olduğunu ve diyalektiğin çok zor anlaşıldığını söyler. Çünkü mantık bilimi, görünüşlerle, hatta geometrideki gibi soyut ama duyumsanabilen şekillerle ve tasarımlarla değil, saf soyutlamalarla ilgilenir. Ama saf soyutlamalar ve düşünsel güç, yetenek, maharet gerektirir. Ve bu soyutlamalar öze ulaşmak için gereklidir. Hegel’e göre diyalektiği anlamak son derece önemlidir, çünkü diyalektik ‘bütün gerçek bilimsel bilginin ruhudur’. Hegel açısından, gerçekliğin felsefi içeriğe yansımasının üç aşaması, üç biçimi vardır:1) soyutlama, 2) diyalektik 3) spekülatif (kurgusal).
Soyutlama, görünüşten öze doğru inmek demektir; basit olgulardan hareket ederek yasalara gitmektir. İkinci aşama olarak diyalektik, birinci aşama olarak, soyutlamadan daha zordur. Çünkü bu aşamada, gerçekliğin içindeki ilişkiler, karşıtlık, çelişki, olumlu ve olumsuz yönler açığa çıkarılır. Spekülatif (kurgusal ) olarak bilinen üçüncü aşama ise karşıtları birlik içinde, düşünmek demektir. Hegel’de spekülatif kavramı, olumsuz olanın içinde olumluyu görmeye çalışan, gelişme eğilimlerini gösteren, akla yeni alternatif sunan düşünme demektir. Spekülatif kavramının, sofistik düşünmeyle ilişkisi yoktur. Hegel açısından, soyutlama ve diyalektik, anlak’ın (verstand) alanıyken, spekülatif olan ise aklın (Vernunft) alanıdır.
Hegel, Mantık Bilimi’nde en önemli olanın ama aynı zamanda mantığa alışmamış bir düşünce için en zor olanın spekülatif mantık olduğunu vurgular. Çünkü spekülatif, negatif olanla pozitif olanın birliğidir. Hegel’e göre ‘spekülatif’ mantık, anlak’ın (Verstand)[1] koyduğu sınırları aşar. Düşünce biçimi olarak anlak koşullara bağlıdır; deneyden, varlıktan hareket ederek kavramlara ulaşır. Akıl ise koşullardan bağımsızdır daha doğrusu belirli bir özerkliğe sahiptir. Bununla birlikte Hegel açısından anlak ve akıl birbirinden ayrılmaz. Hegel’in anlak ve akıl konusundaki düşüncesi şöyle formüle edilebilir: Anlak, şeyleri kavramaya çalışır; akıl, gelişim ve değişim süreçlerini ve olası gelişmeleri kavramaya yöneliktir. Bir başka deyişle, anlak, olanı, akıl ise olması-gerekeni anlamaya çalışan düşünce biçimleri olarak adlandırılabilir. Bu yaklaşım ise, verili olanın sürekli değişim içinde olduğundan hareket eder.
Anlak’ın ilkeleri, özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin olmazlığı olarak bilinen ilkelerdir. Anlak, zıtların birbirine geçişini kavrayan bir düşünce biçimi değildir. Anlak’ın ilkesine göre, zıtlıklar birbirini dışlar, dolayısıyla pozitif ve negatif olanın birliği mümkün değildir. İşte bu anlamda Spekülatif düşünce, zıtları bütünlük içinde, daha kapsamlı bir birlik içinde, birliğin ayrılmaz unsurları olarak kavramak, negatif ve pozitif olanı birlikte düşünmek demektir.
Diyalektik, kitaplardan ezbere öğrenilecek bir yöntem değildir. Diyalektik düşünce, ilkin olgular konusunda somut ve ayrıntılı bilgiyi gerektirir. Olgular üzerine somut ve etraflı bilgi, analitik yöntemle elde edilir. Demek ki analitik yöntem, bütünü değil, parçaları inceler. Tek tek olgular hakkındaki bilgimiz ne kadar geniş ve detaylı olursa, bütünün bilgisi de o kadar kapsamlı olur. Dolayısıyla analitik yöntem gereklidir, ama yeterli değildir. Analitik yöntem, bir bütünün parçalarını (olgularını) bir araya getirmek, olgular arasındaki ilişkiyi kurabilen bir yöntem değildir. Olguları bir araya getiren farklı bir yöntem gereklidir. Diyalektik düşünce şeyleri değil, karmaşık ilişkileri ve süreçleri inceler.
METODOLOJİK MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçilik konusunda araştırma yapan İngiliz yazar Antony Smith, 1983 yılında yazmış olduğu Nationalism and Classical Social Theory adlı makalesinde şöyle sorar: Neden sosyal bilimlerde, millet ve milliyetçilik konusu, verili, değişmez bir olgu olarak kabul edilmiştir? Niçin toplumsal bilimler, toplumu daha geniş bir açıdan değil, dar bir açıdan ele alarak, kendilerini bir ülkedeki sorunlarla, devlet, millet vb. sorunlarıyla sınırlamışlardır. Niçin topluluk denilince, bir ulusal topluluk anlaşılıyor? Bu sorulardan hareket eden Smith, toplum bilimlerinde var olan metodolojik milliyetçilik’e dikkat çeker. Başka yazarlar ise Antony Smith’in yaklaşımını daha geniş bir açıdan ele almışlardır. Bu yazarlara göre, metodolojik milliyetçilik klasik sosyolojiden kalan bir mirastır. Bu yazarlar, klasik sosyolojinin iki ünlü düşünürünü, Durkheimer ve Weber’in ‘milli körlüğe saplanmış’ bir sosyoloji geliştirdiğini ileri sürerler. Çünkü bir ülkenin koşullarını, dünya toplumundan ayırarak incelemek, ağacı görüp, ormanı görememek anlamına gelir.
Metodolojik milliyetçilik, bir anda ulus ve devleti özdeş olarak ele alır, diğer yandan ulusu ve devleti değişmez doğal olgular olarak ele almaktadır. Metodolojik milliyetçilik, mevcut durumu haklı göstermeye çalışarak, toplum bilimlerini körleştirmektedir. Almanya’da Ulrich Beck, toplum bilimlerinde metodolojik milliyetçiliğin yaygın olduğunu belirterek, ‘metodolojik kozmopolitizmi’ önerir. Beck, kapitalizmi iki döneme ayırır: birinci modernite ve ikinci modernite. Ona göre birinci modernitenin yöntemi Metodolojik milliyetçilik yöntemidir. Beck’e bakılırsa, internet ve modern iletişim araçlarının yaygınlaştığı günümüz toplumları bu metodolojik milliyetçilik yöntemiyle anlaşılamaz, çünkü bu toplumlar ulus-ötesi toplumlardır. Beck, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği yöntemin, birinci modernitenin yöntemi olduğunu iddia ederek, Marx’ı etkisizleştirmeye çalışır. Eğer Kapital’i okuma zahmetine katlansaydı Marx’ın metodunun ‘metodolojik milliyetçilik’ ile ilgisi olmadığını görecekti. Marx, tek bir ülkeyi ele alıp incelemez, meta üretimini ve meta üretimine dayanan ‘modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmayı’ amaçlar. Meta üretimi de, sadece yerel ve ulusal çapta olan bir olgu değil, dünya çapında cereyan eden bir süreçtir. Küreselleşme döneminde, Marx’ın analizlerinin daha da güncellik kazanmasının nedeni, onun diyalektik yönteminin bütünlükte hareket etmesi nedeniyle ‘‘metodolojik kozmopolitizmi’ de içermesidir. Kısaca; Marx’ın yöntemi, bir ülkeyi, bir ulusu, bir ulus-devleti veya tek bir toplumu inceleyen yöntem değildir. Marx, tüm dünyada geçerli olan meta üretimini ve sermayenin genel hareket yasalarını inceler. Bu nedenle onun yöntemi, metodolojik bireycilikten ve metodolojik milliyetçilikten farklıdır. ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşin’ sloganı, metodolojik bireycilikten ve metodolojik milliyetçilikten kopmanın sonucudur.
21. YÜZYILDA KAPİTALİZM
Türkiye’de olup bitenlerin, 21. yüzyılda özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kapitalist-emperyalist sistemin aldığı yeni biçimlerden bağımsız olarak ele alınması, eksik bir değerlendirme olur. Bu nedenle, kapitalist-emperyalist sistem içinde yeni çıkan olgu ve eğilimleri iyi gözlemek gerekir.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Hitler Faşizmi’nin yenilgiye uğratılmasından sonra, sosyalizm büyük bir prestij kazanmıştı. Stalin, ABD’de bile büyük bir kahraman olarak anılıyordu. Sosyalizmin başarıları, kapitalizmi değişmeye zorluyordu, kapitalist sistemi işçi sınıfına taviz vermeye, sosyal hakları tanımaya itiyordu. Aynı zamanda savaşta yıkılan Avrupa ekonomilerinin ABD yardımıyla canlanması sonucu, 1960’lı ve 1970’li yıllarda kapitalizmin ideologları, “kapitalizmin sosyal kazanımları”ndan dem vuruyordu. Avrupa’da işçi sınıfının sosyal haklarının garantörünün Sovyet sisteminin ve o dönem güçlü olan işçi sınıfı hareketinin olduğu pek görülmüyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, sosyal haklar adım adım geri alınmaya başlandı. “Marksizmin öldüğü, kapitalizmin zafer kazandığı” ilan edildi. (Çok geçmeden kapitalizmin yaşadığı derin kriz sonucu, zafer çığlıkları, yerini, kapitalizmin geleceği konusunda kuşkulara bırakmıştır. “Marx, yeniden dirilerek” güncellik kazanmıştır).
1974 sonrası kapitalizmin krizleri sonucu, işçi sınıfının haklarına saldırılar arttı, ‘sosyal devlet’ yavaş yavaş yok edilmeye başlandı. Kapitalizmin savunucusu İngiliz tarihçisi Niall Ferguson, liberalizmin yaşayabilmesi için, ‘sosyal devlet romantizmi’nin bir kenara bırakılması gerektiğini savunuyordu.
Son 20-25 yıldır yaşanan, küreselleşme denilen süreçte birçok açıdan değişimler yaşandı. Kapitalizmin ‘alternatifsiz’ olduğu topluma şırınga edildi. ‘İdeolojilerin Sonu’nu, kapitalizmin alternatifsiz olduğunu yaymak için, tonlarca kağıt harcandı, bir çok TV programı yapıldı, yüzlerce entelektüel bu işe soyundu. İdeallerini yitiren komünistlerin, sosyal demokrata dönüştüğü bu süreçte, sol ideoloji giderek zayıfladı. Birçok devrimci, sosyalizme inancını yitirdi. Sosyalist dayanışmanın yerini, ulusalcı demagojiler aldı. Öte yandan küreselleşmenin ve rekabetin kaçınılmaz olduğu propagandası yapıldı. Kapitalist-emperyalist küreselleşme yeni bir olgu olarak lanse edildi.
ÜÇ TİP KÜRESELLEŞME
Küreselleşme denilen olgu yeni bir olgu değildir. Marx, Kapital’de üç tip sermayeden bahseder: 1. Meta-Sermaye, 2. Para-Sermaye 3. Üretken-Sermaye (makineler, hammaddeler, işçiler). Bundan hareket ederek üç tip küreselleşmeden bahsetmek mümkündür. Ticaret kapitalizmi olarak merkantilist dönem ve serbest rekabetçi dönem, kapitalizmin ilk küreselleşmesi olarak değerlendirilebilir. Meta ihracı ilk küreselleşme döneminin belirgin özelliğidir. İkinci küreselleşme aşaması ise emperyalist küreselleşme dönemidir. Lenin’e göre mali-oligarşinin egemen olduğu emperyalist dönemin en belirgin özelliği ise sermaye ihracıdır. Lenin, Emperyalizm adlı eserinin “Sermaye İhracı” başlığını taşıyan bölümünde şöyle yazıyor: “Serbest rekabetin tamamen egemen olduğu eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Kapitalizmin, tekellerin egemen olduğu en son aşamasının ayırt edici niteliği ise sermaye ihracıdır.” (Lenin, Emperyalizm, s. 73-80)
Bizi ilgilendiren konu, emperyalizmin derinleşmiş biçimi olan üçüncü küreselleşmedeki en yeni olguları ve temel eğilimlerini açığa çıkarmaktır. Bugün yaşanan emperyalizmin derinleşmiş biçimi olan üçüncü küreselleşme (Yeni-Liberalizm) sürecinin en belirgin özelliği ise, üretken sermaye ihracıdır. Üretken sermaye ihracı ile kastedilen şey, üretken sermayenin küreselleşmesi; bir başka deyişle, üretimin küreselleşmesidir. Yani üretken sermaye, ulusal devletten ayrılmıştır. Bu önemli bir nitel değişimdir. Eskiden üretim, esas olarak bir ulusal-devletin sınırları içinde cereyan ederdi. Üretken sermaye, ulus-devlete aitti. Ulus-devletler, ihtiyaç olduğu ürünleri, başka ülkelerden ithal ederdi, fazla ürünlerini diğer ülkelere ihraç ederdi. Bugün, durum değişmiştir, üretim küresel ölçekte yapılmaktadır. Üretim sürecinde uluslararası işbölümü vardır. Kapitalist-emperyalist sistem, organik bir bütün oluşturmaktadır. Organik bütünlüğün bir parçasında olup biten, bütün organik yapıyı etkilemektedir.
Kapitalizmin en genel belirgin özelliği, artı-değer üretmek, maksimum karı elde etmektir. Kapitalizm, çözemeyeceği temel bir çelişki ile karşı karşıyadır: Artı-değeri yaratan canlı emektir, işçilerdir. Ama rekabet koşulları, diğerlerinden daha ucuza üretebilmek için kapitalistleri, en yeni teknolojileri kullanmaya götürür. Emeğin verimliliğini artıran yeni teknolojiler iki eğilime yol açmaktadır: Birincisi, işçileri, üretim sürecinin dışına atarak, toplam artı-değeri düşürme eğilimi; İkincisi, üretim süreci içinde kalan işçileri daha uzun ve yoğun çalıştırarak, artı-değeri yükseltme eğilimi. Burada şu sonuç çıkıyor: Kapitalizmin amacı ile bu amaca ulaşmak için uyguladığı araçlar arasında bir zıtlık vardır. Amaç, artı-değerdir; ama rekabet nedeniyle kapitalistlerin, yeni-teknolojilere başvurması nedeniyle artı-değer üreten işçilerin bir kısmının üretim sürecinin dışına düşmesi sonucunda, toplam artı-değer azalmaktadır. Bu şu demektir. Artı-değerin düşme eğilimi, toplam karın, kar oranının düşmesi demektir. Bu durum, kapitalist sistemde iki gelişmeye yol açmaktadır: Karların düşmesi, karteller arası rekabete yol açmaktadır; (Türkiye’de AKP-Gülen Cemaati arasındaki iktidar kavgasını, Türkiye burjuvazisi içindeki iki kanadın paylaşım kavgası olarak görmek gerekir); ikincisi toplam artı-değeri artırma çabalarını yükseltmeye çalışacaktır. Ne var ki, kapitalizmin, toplam artı-değeri artırma çabası büyük engellerle karşı karşıyadır.
Bu engeller nelerdir? Bu sorunun cevabı için kısa bir benzetme yapmak durumundayız. Toplam artı-değeri artırma çabası, milyonlarca insanın üretim sürecine katılması demektir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Avrupa, gerekli iş gücünü diğer ülkelerden sağlamıştı. Hemen hemen tam istihdam sağlanmıştı. İşsizlik, çok küçük bir düzeydeydi. Küresel, kapitalizmin, Ortadoğu ve Arap dünyasındaki uygulamaya çalıştığı, politikanın özü, toplam artı-değeri ve kar oranını yükseltmek, yani artı-değeri gerçekleştirme koşullarını yaratmaktı. Oysa bugün emeğin verimliliğini müthiş artıran teknolojik gelişmeler sonucu, milyonlarca insanı istihdam ederek, toplam artı-değeri gerçekleştirmek daha önceki gibi kolay değildir. Bu şu anlama gelir ki, artı-değeri paylaşma mücadelesi iki alanda, yani, hem sermayenin kendi içinde, hem de emekçilerle sermaye arasında çelişkiler şiddetlenecektir.
Küreselleşme, kendi içinde iki eğilimi içermektedir. Bir yandan üretim alanında, ekonomik bakımdan sosyalizmin koşullarını yaratırken, diğer yandan, siyasal, kültürel vb. alanda gerici ve anti-demokratik eğilimleri içermektedir. Bu iki eğilimi görmeden, iç-olgu haline gelen küresel kapitalist-emperyalist sisteme karşı politik olarak doğru bir strateji izlemek mümkün değildir. Üretimin küreselleşmesi, ezilenlerin politik mücadelesinde yeni biçimleri gerektirmektedir. Emekçiler arasında uluslararası ve bölgesel dayanışma zorunludur. Eskiden de bu dayanışma gerekli ve zorunluydu; ama günümüzde küreselleşmiş üretim süreci, işçilerin ekonomik alanda dayanışmasını kolaylaştırırken, sosyalizmin siyasal açıdan kısmen itibar yitirmesi ve burjuva ideolojisinin ve gericiliğinin baskın olması, işçilerin uluslararası dayanışmasının önünde önemli bir engel oluşturmaktadır.
KAPİTALİZM VE DEMOKRASİNİN BOŞANMASI
Tekelci kapitalizm olan emperyalizm konusunda şöyle diyordu Lenin: ”Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm, tekelci kapitalizmdir) siyasi üst yapısı demokrasiden siyasi gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasi gericilik tekele tekabül eder. Rudolf Hilferding Finans Kapital kitabında haklı olarak ‘Finans kapital hakimiyet için çalışır, özgürlük için değil’ demektedir. Emperyalizm hem dışta hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru götürmek için mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin inkarıdır.( Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm,s.27)
Lenin, emperyalizmin, siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele ettiğini söyler. Lenin’in eğilim olarak saptadığı şey, bugün pratik olarak uygulanmaya çalışılmaktadır. 20. yüzyılın sonundan itibaren, kapitalizm ve demokrasi birbiriyle kavga halindeydi. Küreselleşmenin bu üçüncü aşamasında, kapitalizm ve demokrasi birbirinden boşanmıştır; ayrı ayrı yürümektedirler.
Bu boşanma ne anlama gelir? Devletin ve toplumun, sermayenin çıkarlarına göre yeniden yapılandırılması demektir. Mevcut devlet yapısı, küreselleşmiş sermayenin çıkarlarına uygun değildir. Küresel sermaye, sosyal kısıtlamalara gidecek ve kendi çıkarlarına uygun yeni tipte bir devlete ihtiyaç duymaktadır. AKP, Gülen-Cemaati’nin ‘paralel devlet’ oluşturduğu iddiası temelsiz değildir. ABD’nin güdümünde olan Gülen, küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun yeni bir devlet ve toplum oluşturmayı hedefliyor. İktidardan pay almak değil, bütün devleti istiyor.
Emperyalizm siyasal gericiliğe eğilim gösterirken, demokrasi mücadelesi ezilenlerin omuzlarına yüklenmiştir. Sosyalistler, tutarlı demokratizmden yanadırlar. Özellikle de Kürt Sorunu’nun çözümünde Marksistler, Lenin’in sık sık vurguladığı gibi tutarlı demokratizmden yanadır.
KÜRESELLEŞME VE ULUS-DEVLET
Bu noktada ‘ulus-devlet’ tartışması gündeme gelmektedir. Küreselleşmeyi tek yanlı algılayan liberallere göre ulus-devlet aşınmaktadır/aşınmıştır ve ulus-devlet gereksiz hale gelmektedir. Liberallerin yaklaşımı, eksik ve tek yanlıdır; bu nedenle yanlıştır. Çünkü sermaye, devlete ihtiyaç duyar. Devlet, sermayenin ihtiyaç duyduğu, siyasal-kültürel-ideolojik koşulları hazırlar. Bu nedenle ulus-devlet değil, ulus-devleti ulusal yanları törpülenerek küresel sermeyenin ihtiyaçlarına uygun hale getirmek arzulanmaktadır. Küreselleşmeyi tek yanlı algılayan ulusçu/ulusalcı sosyalistler de, ‘ulus-devleti’ savunmaya çalışmaktadırlar. Emperyalizme karşı olayım derken, ‘ulus-devleti’, ‘milli hükümeti’ savunmak, ileri değil, geriye gitmek olur. Günümüzde, ulus-devleti savunarak, emperyalizme karşı mücadele edileceğini sanma yanılgısına düşmektedirler. Ulusçu/ulusalcı sosyalistler, kapitalist-emperyalist sistemin temel mantığını terk etmeden, emperyalizme karşı savaşmak istiyorlar. Ulus ve ulus-devlet sorununda, sağcı partilerle, bazı ulusçu solcuların yanyana gelmesi tesadüfi değildir.
Avrupa’da sözde sosyalist pratikte şovenist olanların tarihi ibret vericidir. Ayrıca Arap dünyasında Milli Sosyalizm kurmak isteyenlerin izledikleri politikalar, sonuçta emperyalizmim işine yaramıştır. Nasır’ın ‘Milli Sosyalizm’i, Baas Rejimleri, sonuçta kapitalizme, emperyalizme teslim olmuştur. Kapitalizmin mantığını aşmadan, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele etmenin sonu hüsrandır.
Ulusçu (milliyetçi) sosyalistler, teorik-ideolojik bakımdan güçlü olmasa da, politik bakımdan güçlü olma potansiyeline sahipler. Ulusçu (milliyetçi) sosyalizmin zeminini oluşturan sosyolojik ve politik koşulların analizi gereklidir. Gerçek bir burjuva devrimi yaşamayan, feodalizmden kapitalizme devrim yoluyla değil de, evrimci yolla geçen ülkelerde, milliyetçiliğin sosyolojik temeli güçlüdür. Bunu anlamak üzere tarihten iki örnek göstermek mümkündür: Almanya ve İtalya. Bu iki ülkede burjuva devrimi devrimci yolla oluşmamıştır. Bu ülkelerde faşizmin güçlenmesinin iki temel nedeni olduğunu söylemek gerekir. Birincisi, gerçek bir burjuva devriminin yaşanmamasının doğurduğu sosyolojik ve politik olgular. İkincisi, komünist partisinin izlediği yanlış politikadır.
Türkiye’de yükselen milliyetçiliğin düşünce üzerinde baskısı da, ulusçu sosyalizmin gelişmesinin önemli nedenlerinden biridir. Nihayet Lenin, Emperyalist Ekonomizm Marksizmin Bir Karikatürü adlı incelemesinde I. Emperyalist Savaşı’ın bir çok Marksistin düşüncesi üzerinde baskı oluşturmasının iki sonuca yol açtığını açıklar. Bazı Marksistler, sosyal şovenizme eğilim göstererek, emperyalist savaşı ‘Ana Vatanın savunulması’ olarak göstermeye çalışırlar. Bazı Marksistler ise, ‘Ana Vatan Savunması’na tepki olarak Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) sloganına karşı çıkarlar. Böyle düşünen Marksistlere göre bu hak (UKKTH), emperyalist savaşı ‘Anavatanı savunma’ savaşı olarak göstermeye çalışanların işine yaramaktadır.
Türkiye’de milliyetçilik ideolojisini canlı tutan çeşitli toplumsal ve politik nedenler de vardır. Türkiye’de milliyetçiliğin ve ulusçu sosyalizmin toplumsal temelini, esas olarak köylülük ve şehir küçük burjuvazisi oluşturur. Öte yanda ABD ve Batı emperyalizminin müdahaleleri bu politik nedenlerden biridir.
Modernleşmiş, ama gerçek aydınlanma sürecinden geçmeyen Türkiye’de, sosyalizm düşüncesi henüz derin köklere sahip değildir. Kendini sosyalist sananların bir kesimi, milliyetçi olduğunun farkında bile değildir. Öte yandan Türkiye, Avrupa’da olduğu gibi düşünsel-kültürel bir aydınlanma süreci yaşamamıştır. Avrupa’da özellikle Fransa’da aydınlanma süreci, dinin ve kilisenin, toplum içindeki ideolojik ve siyasal gücünü kırarak, dini, kamusal-siyasal alanın dışına atabilmiştir. Aydınlanma süreci yaşamadan modernleşen Türkiye’de din hala etkili bir ideoloji olarak gündemdedir. AKP, sermayenin uşağı olarak, dinin toplum üzerindeki etkinliğini, emekçinin samimi duygularını, egemenlerin iktidarına hizmet edecek şekilde kötüye kullanmaktan geri kalmamıştır
Sosyalist düşüncenin güçlendirilmesi için büyük çabalar harcanması gerektiği açıktır. Türkiye’de Marksistlerin işi, Batı’daki Marksistlerden daha zordur. Batılı Marksistler, burjuva devriminin (ulus, din, toprak vb) görevleriyle uğraşmak zorunda değildir. Üstelik; ulus, din vb. gibi sorunlarla uğraşmak, Marksist açıdan teorik netliği gerektirmektedir. Burada Batı Marksizminin eleştirisine girmeyeceğiz. Sadece şunu belirtmekle yetineceğiz. Batı Marksizmi, Marx’ın Kapital’de ileri sürdüğü ‘meta’, ‘para’ ‘değer’, ‘artı-değer’, ‘emek’ gibi kategorileri tarihsel olarak ele alacağına, bu kavramları yanlış bir şekilde ontolojikleştirmiştir. Bu ise, kapitalizmden kopamamaya götürmüştür. Artı-değer üzerine kurulmuş kapitalizmi aşmak, meta üretimini, artı-değeri üretimini aşmayı gerektirir. Oysa 20. Yüzyılın Batı Marksizmi, meta-üretimi ve artı-değeri aşan bir perspektife sahip olacağına, meta-üretimi ve ‘artı-değerin paylaşılması nasıl adil olur’ şeklinde hukuksal bir yanılsamaya saplandı. Hukuksal yanılgının kökleri, bence Aydınlanmanın düşüncesine dayanmaktadır. Batı Marksizmi, aydınlanmanın pozitif ideallerinin (‘eşitlik’, ‘özgürlük’ vb.) doğru, ama kapitalizmin negatif gerçekliğinin bu ideallere ters olduğu görüşünden hareket etti; Aydınlanmanın pozitif ideallerinin, negatif kapitalist gerçekliğin bir yansıması olduğunu açığa çıkarmada yetersiz kaldı.
DİNCİ GERİCİLİĞİN YÜKSELİŞİ VE POLİTİKLEŞMESİ
Bugünkü gelişmeleri bütünüyle anlayabilmek için, AKP’nin nasıl iktidara geldiğinin kısa bir öyküsüne bakmak kaçınılmazdır. Dinsel gericilik koalisyonu olarak AKP’nin geçmişi çok eskilere dayanır. Marksist bakış açısı, AKP’nin seçimlerdeki başarısını sınıf mücadelesine dayandırmak durumundadır. 1960’lı ve 1970’li yıllar, Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin ve devrimci hareketin geliştiği yıllardı. Türkiye’de sosyal uyanışın gelişmesini engellemek için CİA harekete geçer. Sosyal uyanışın önüne set çekmek için milliyetçi ve dinsel ideolojilerin siyasetin gündemine alınmasını Türkiye egemen sınıflarına önerir. Türkiye’de 1960’lı yılların başında Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri kurulur. Örneğin Fettullah Gülen, Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin bir numaralı adamıydı. Şoven milliyetçi bir parti olan MHP ise 1960’lı yılların sonunda kuruldu. Sosyal uyanışı engellemek için bu derneklerin ve örgütlerin yetersiz kaldığı durumda, özellikle ABD Emperyalizmi ve Türkiye burjuvazisi siyasal baskı aracı olarak Türk Ordusunu devreye sokmuş, sosyal uyanışı engellenmeye çalışmıştır.
Genel olarak burjuvazi, işçi sınıfı düşüncesinin güçlendiği, sosyal mücadelenin yükseldiği dönemlerde dini ve milliyetçiliği kullanır. Burjuvazi, yükselen devrimci harekete karşı, bir yandan siyasal baskı ve şiddete (12 Mart darbesi, 12 Eylül Faşist darbesi) başvururken, diğer yandan da, devrimci hareketin ideolojik olarak güçlenmesini engellemek için, ideolojik bir dalgakıran olarak, şovenist milliyetçi eğilimlerin ve dinsel gericiliğin politika sahnesine çıkmasını desteklemiştir. Gerçi 12 Mart’ta Erbakan’ın Milli Nizam Partisi kapatıldı. Ama Türkiye devrimci mücadelesi, örgütsel darbeler almasına rağmen, 1974’ten sonra siyasal ve ideolojik olarak yeniden güçlendi. Bu gelişen devrimci hareketin önüne dinsel bir barikat kurabilmek için bazı generaller, 12 Mart’tan sonra yurtdışına kaçan Erbakan ile görüşerek, dinci gerici bir partinin kurulmasını desteklerler.
Aynı şekilde 12 Eylül rejimi, Kenan Evren ve onun emrindeki Türk Ordusu, solun yeniden güçlenmesinin önüne geçmek için maddi, siyasal ve ideolojik açıdan dinsel gericiliği destekledi; cuntanın başındaki askeri liderler, kuran kurslarını ve imam hatip okullarını yaygınlaştırarak, dinci gericiliğin sosyal tabanını güçlendirmeye çalıştı.
Türkiye’de gericiliğin ideolojik kaynağı özellikle şoven milliyetçilik ve yobaz dinciliktir. Türkiye’de şovenist milliyetçiler ve gerici dinciler birbirine çok yakındır. Gerçek bir aydınlama dönemi yaşamadığından Türkiye’de şoven milliyetçiler dinci, dinciler şoven milliyetçidir. Şoven milliyetçiler ve gerici dinciler arasındaki fark şudur: Şoven milliyetçiler, Türk-İslam tezinde, Türklüğe birinci, İslam’a ikinci sırayı verirken, dinci gericiler, İslam’a birincil, Türklüğe ikincil derecede önem vermektedirler. Türk-İslam sentezini savunan Alparslan Türkeş, ‘Biz içerdeyiz, fakat fikirlerimiz iktidarda’ diyerek, gerçek durumu özetlemişti.
NEOLİBERALİZM VE 24 OCAK 1980 KARARLARI
24 Ocak 1980 kararları, Türkiye’de bir dönüm noktasıdır. Turgut Özal’ın mimarlığını yaptığı, Süleyman Demirel hükümetinin altına imzasını attığı bu tarihi kararların özü iki noktada özetlenebilir: Birincisi, 24 Ocak kararlarıyla, Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinde karma ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçilmiştir. Neo-liberal politikaların uygulanmasına geçilerek, bir yandan devlet eliyle yeni burjuvazi yaratılırken, Kamu malları, özelleştirmeler aracılığıyla, yağma edilerek, küresel sermayenin ve onun işbirlikçi-içsel uzantılarının yemi haline getirilmiştir. Diğer yandan Türkiye, devrimci hareketin güçsüz düşürülmesiyle, emperyalist sermayenin aradığı siyasal açıdan istikrarlı ülke haline getirilir.
1979 yılında emperyalizmin uşağı Demirel, Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut Özal’a İMF’nin istekleri doğrultusunda yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevi verir. Özal ve ekibinin yaptığı ‘ekonomik istikrar programı’ 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı. Demirel’in bakanlara yönelerek ‘ülke için çok hayırlı kararlar alındı‘ dediği bu kararlar, emekçilerin haklarını ortadan kaldırmak ve emekçilerin yoksullaşması demekti. İşçi sınıfı direnişleri yaşandı, ama 12 Eylül faşist darbesi gündeme geldi.
12 EYLÜL FAŞİST DARBESİ ve DİNSEL GERİCİLİK-NEOLİBERALİZM
Emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına bağlı olan Türk Ordusu, 12 Eylül 1980’de darbe yaparak iktidara gelir. 12 Eylül faşist askeri darbesi, ekonomik, siyasal ve ideolojik saldırıları örgütleyen karşı-devrimdir.
Kenan Evren komutasındaki “kahraman” Türk Ordusu, üç alanda saldırıya geçer.
12 Eylül döneminde PKK’nin ilk eylemleri ve çıkışı bir umut ışığı yaratmıştır. Ama Türkiye devrimci hareketi ideolojik gücünü yitirmiş olduğundan, şovenist milliyetçilik giderek güçlenmiştir. Kısacası,12 Eylül rejimi, bir yanda toplumda, tüm örgütlenmeleri dağıtarak umutsuzluk ve çaresizlik duyguları yaratmış, diğer yandan da insanların milliyetçi ve dinsel ideolojilere sarılması için ortam yaratmıştır. Yoksullaşma ve çaresizlik, özellikle dinsel gericiliğin gelişmesi için uygun toplumsal zemin oluşturmuştur. Yoksul ve çaresiz insanın önünde iki seçenek vardır: ya direnecek, ya da kaderine boğun eğecek. Çaresizliğin panzehiri, dayanışma ve örgütlü mücadeledir. Çünkü dayanışma ve örgütlü bir mücadele içinde, insanlar kendi gücüne güvenerek, çaresizlik duygusunu aşarlar. Ne var ki, örgütlü mücadele olanaklarının ortadan kaldırıldığı ortamda, çaresizlik ağır basar ve dinsel ideolojiler güçlenir.
1905 Rusya Devrimi’nin yenilgisinden sonra gericiliğin gelişmesi, Bolşevik saflarda bile dinsel eğilimlerin ortaya çıkması, genellikle örgütsel mücadelenin bozguna uğratılmasının sonucudur. Uluslararası bazı olaylar ve gelişmeler, dinsel gericiliğin gelişmesine elverişli zemin yaratmıştır. Örneğin Sovyetler Birliği’nin dağılması, sol ideolojiye darbe vururken, dinsel gerici ideolojilerin toplumda yankı bulmasına olanak sağlamıştır.
REFAH PARTİSİNİN BÖLÜNMESİ ve AKP’NİN YÜKSELİŞİ
1990’lı yılların başında iç ve dış koşullar Erbakan’ın önderliğindeki REFAH partisini siyasal güç haline getirmiştir. 28 Şubat 1997 ‘modern darbesi’, Refah partisini iktidardan uzaklaştırmıştır. Erbakan, sınırlı ölçülerde olsa da, arasıra gürleyerek Birleşmiş Milletler’e, küresel sermayeye karşıydı ve ABD’ye ‘meydan okuyordu’; ulusal ve yerli eğilimleri dile getiren bir söyleme sahipti. Bugünden geriye bakıldığında, 28 Şubat’ın, hala belirli bir yerli ve ulusalcı eğilimleri olan Erbakan ve partisi Refah’ın parçalanmasına hizmet eden ve küresel sermayeye daha bağımlı Amerikancı bir dinci parti olan AKP’nin doğmasına hizmet eden bir operasyon olduğu daha iyi anlaşılıyor. 29 Şubat döneminde basın, Generallerin kuklasaı haline gelmişti. Erbakan, Milli Güvenlik Kurulu(MGK) Kararlarını imzalamamıştı. Ama medya, Erbakan’nın İmam Hatip Okullarının kapatılmasını da öngören MGK kararlarını imzaladığı yalanını yaymıştı. Bu haber, REFAH partisi içindeki derin çatlaklıklara yol açmıştı.
Erdoğan ve REFAH partisi, ‘Milli Görüş’ olarak milli söylemlere sahipti. Ara sıra sözde de olsa Batı’ya karşı açıklamalar yapıyordu. Dolayısıyla Erbakan, küresel sermayenin ve ABD’nin, küreselleşmenin gerektirdiği bir devlet biçimini yönetecek bir kişi olarak uygun görülmüyordu. ABD, Batı emperyalizmi ve Türkiye burjuvazisinin bütün kesimlerinin, küreselleşmeye hizmet edecek bir kişiye ve partiye ihtiyaçları vardı. Anlaşılıyor ki, Tayip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, küresel sermayeye ve ABD emperyalizmine hizmet edebileceğinin ipuçlarını vermiştir. AKP yöneticilerinin birden bire Batı karşıtlığını bırakıp, Avrupa Birliği’ne girmek istemeleri, AKP’nin ne kadar belkemiksiz bir parti olduğunu göstermektedir.
Özellikle ABD ve Türkiye burjuvazisinin bütün kesimleri, Tayyip Erdoğan’ı ve onun partisi AKP’yi destekledi. AKP, çok kısa zamanda ilk parti durumuna geldi. Ağustos 2001 yılında kurulan AKP’nin bir yıldan daha az bir süre içinde, yani 2002 seçimlerinden birinci parti olarak çıkması, emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin desteğinin tam olarak aldığını gösteriyor. Yüzde 34.5’lik bir oy oranıyla parlamentoda çoğunluğu ele geçirmesi, Türkiye’de burjuva demokrasinin gerçek yüzünü göstermektedir. AKP, sadece ‘Yeşil Sermaye’nin iktidarı değildir; iktidar, bir sınıfın elinden alınıp diğer bir sınıfa verilmiş değildir. AKP iktidarı, sermayenin bütün gruplarının çıkarlarını dengelediği için uzun dönem iktidarda kalabilmiştir. AKP iktidarı, burjuvazinin ‘laik’ kesimi ile ‘dinci’ kesiminin ortak olarak büyük vurgunlar yapmasına olanak sağlayan bir iktidardır. AKP, sermaye iktidarının özünü değil sadece biçimini değiştirmiştir. Sermayenin rengine ‘yeşil’ renk veya ‘ılımlı İslam’ rengini vermiştir. Ama sermayenin yeşil rengi, Koçları, Sabancıları rahatsız etmemektedir. ‘Laik-Kemalist-cumhuriyet’ değerleri, Koç ve Sabancı gibi tekelci burjuvaların umurunda değildir. Çünkü sermayenin biricik hedefi, birikim ve kardır. Hükümetin rengi ve cumhuriyetin niteliği, burjuvaziyi esas olarak ilgilendirmez. Nihayet ‘laik’ büyük burjuvazi AKP döneminde sermaye birikimlerini artırmıştır. Örneğin, KOÇ Holding’in, 2002 yılında kârı, 244 milyon dolardı. AKP iktidarı döneminde üç yıllık bir süre içinde kârını 8,5 kat artırarak, 2 milyar dolara yükseltir. Koç Holding, 2007 yılında Avrupa’nın ilk 50 şirketi arasına yükselir (Kaynak: Yeni Şafak, ‘Türkiye’nin Büyüme Gerçeği’, 24.07.2007). Ayrıca AKP, dinci gerici ideolojisiyle, toplumu denetim altında tutarak, sosyal mücadeleleri engellediği için de ‘laik’ sermayenin desteğine sahip olmuştur. AKP, hem ‘laik sermaye’ye hem de ‘yeşil sermaye’ye hizmet etmiştir. Aradaki fark, AKP’nin yeşil sermayeye biraz daha fazla hizmet etmesidir.
Tayyip Erdoğan’ın ve onun uzantılarının sık sık söyledikleri, ‘Kişiler Müslüman devletlerse laik olur’ sözleri, küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazinin hoşuna giden sözlerdir. Özellikle ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki politikalarına destek olacak şekilde AKP kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Tayyip Erdoğan, Büyük Orta Doğu Projesi’nin Eşbaşkanlığına getirilir. Ama Türkiye’nin bu projeye destek verebilmesi ve katkı sağlayabilmesi için birtakım sorunlarını (Esas olarak Kürt Sorunu, Kıbrıs Sorunu ve Ermeni Sorunu vb.) çözerek siyasal bakımdan istikrarlı bir ülke olması gerekir. Çünkü küresel sermaye ve onun yerli içsel uzantıları, sermayenin birikim sağlaması ve kendini gerçekleştirmesi için siyasal istikrarın önemli bir koşul oluşturduğunu biliyorlar. Ama bu sorunlar tam da Kemalist Cumhuriyetin ve Türk Ordusunun kırmızı çizgileridir. Öcalan, Kürt Sorunu’nun çözümü için defalarca Kemalistlere el uzatmış, ‘gelin bu sorunu, kendi içimizde çözelim. Bu sorunun çözümünü dış güçlere bırakmayalım’ demiştir. Ne var ki, eski Kürt Sorunu’nda eski çizgisini değiştirmeyen Kemalistler ve Türk Ordusu, Öcalan’ın uzattığı barış isteyen elini tutmamışlardır. Kemalistlerin ve Türk ordusunun bu öngörüsüzlüğü, hem AKP’yi güçlendirmiş, hem de Kürt sorunu konusunda ABD’nin müdahale etmesine olanak sağlamıştır. Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi sorunların çözümüne direnen, eski kırmızı çizgilerinde ısrar eden Kemalistlerin ve Türk ordusunun generallerinin tasfiye edilmesine götürmüştür. Türkiye’de Kemalistlerin ve laikçilerin önemli toplumsal potansiyeli var. Ama özellikle Kürt sorununda yanlış tutumları nedeniyle, toplumdaki bu potansiyellerini, siyasal güce dönüştürme yeteneğinden yoksundurlar.
AKP dinci gericiliği güçlendikçe, bir yandan kendi zihniyetini topluma dayattı, öte yandan devletin çeşitli kurumlarını eline geçirmeye çalıştı. İlkin parlamentoyu, sonra Cumhurbaşkanlığını, daha sonra ise Yargıyı ele geçirdi. Polis kurumuna kendi adamlarını yerleştirdi, Türk ordusunu “hizaya” getirdi. Emperyalizm ve burjuvazinin desteğiyle yaşayan ordu, bu destek çekilince kağıttan kaplan gibi yıkıldı. Hiç bir hukuka ve yasallığa dayanmayan Ergenekon operasyonu, özellikle Kürt sorunu ve diğer önemli sorunların çözümüne karşı çıkan generallerin tasfiye edilmesine yönelik bir operasyondur. Bu operasyonun iki özelliği göze çarpmaktadır: A) Cumhuriyet tarihinde ilk defa generaller seçilmiş bir hükümet tarafından tutuklanmaktadırlar. Bir Başçavuşun bile kendini dokunulmaz ve ‘bir şey sandığı’ bir ülkede, generallerin tutuklanması, dokunulmaz olmadıklarının halka gösterilmesi, kısaca ordunun itibarının sarsılması devrimci mücadelenin geleceği ve gelişmesi açısından önemli olanaklar sağlamaktadır. B) Ama Ergenekon operasyonu, hiç bir ‘hukuk’a dayanmayan keyfiliğin egemen olduğu bir operasyon olması nedeniyle, AKP’nin ne kadar anti-demokratik olduğunu göstermektedir.
Cumhurbaşkanlığı kurumunu da ele geçiren AKP, tüm kaleleri ele geçirmesi nedeniyle, iktidar sarhoşluğuna kapıldı. Şimdi ismini hatırlayamadığım bir İngiliz yazarı, 10 yıldan fazla iktidarda kalan kişinin, iktidar sarhoşluğuna kapıldığını, ‘Kibirlilik Sendromu’ yaşadığını dile getirmişti. İktidar sarhoşluğuna kapılmanın bazı sonuçları var. İktidar sarhoşluğu, hem egemen sınıf hem de ABD ve Batı emperyalizmi için bazı sorunlar doğurmaktadır. Şöyle ki, ‘büyüklük sendromuna’ kapılan Tayyip Erdoğan, sınırları aşarak, kendi başına buyruk olmaya yelteniyor. Yer yer dengesizlik, siyasi istikrarı bozan eğilimler sergiliyor. Dolayısıyla kontroldan çıkma tehlikesi karşısında Tayyip Erdoğan’ın yeniden denetlenmesi ve tamamen kontrol altına alınması gerekir. Erdoğan’ı yeniden hizaya getirmek için emperyalizm ve onun içsel varlığı olan işbirlikçi burjuvazi çeşitli yöntemler geliştirmeye çalışıyor. Aynı anda bir kaç planı devreye sokuyor. Bir yandan, AKP’ye muhalefeti desteklerken, bir yandan da AKP içinde çatlaklar yaratacak yöntemlere başvuruyor.
AKP ve SONUN BAŞLANGICI
AKP-Gülen Cemaati arasındaki iktidar kavgası, genel olarak dünyanın durumu, özel olarak ABD içinde yaşanan sorunlar ile Avrasya ve Ortadoğu’daki koşullardan ayrı olarak değerlendirilmez.
İlk önce şunu saptamak önemlidir: Hem Gülen Cemaati hem de AKP, küresel sermayenin birer parçasıdır. Her iki kesim, büyük burjuvazi ile sıkı ilişkiler içindedir. Dolayısıyla karmaşık bir durum söz konusudur. Böyle olunca, Gülen Cemaati ve AKP arasındaki iktidar savaşının gerçek nedenlerini, alışılmış mantığın dışına çıkarak açıklamak gerekir. ‘Paralel devlet’ sözcüğü, bize bazı ipuçları vermektedir. Yukarıda, küresel sermayenin, yeni bir devlet ve toplum biçimi yaratmak istediğini vurgulamıştık.
AKP-Gülen Cemaati arasındaki iktidar kavgası, sadece dışsal çelişkilerle izah edilebilecek bir olay değildir. Bu iktidar kavgası, aynı zamanda Türkiye burjuvazisinin içindeki bir iktidar kavgasıdır. Küresel emperyalizm ile tamamen bütünleşen sermaye ile AKP dönemi sırasında palazlanan Anadolu burjuvazisi arasındaki iktidar kavgasıdır.
AKP, dünya görüşlerinde belirli farkları olan, esas olarak iki temel dinci gerici akımın (Erdoğan Ekibi+Gülen Cemaati) ve kısmen de sözüm ona askeri vesayetten kurtulmak isteyen liberal entelektüellerin koalisyonuna dayanan bir partidir. Dolayısıyla koalisyona dayanması nedeniyle parçalanma eğilimleri içeren bir partidir. Özellikle “gezi direnişi” sırasında AKP’nin izlediği şiddet politikası, liberallerin AKP’den giderek uzaklaşmasına neden olmuştur. Türkiye’de “Gezi” merkezli 2013 Haziran direnişi, AKP ve Erdoğan’ı güçten düşürmüş, Erdoğan’ın hayallerini yıkmıştır.
AKP koalisyonunun esas bileşenini oluşturan iki dinci kesim, ayrı yollardan yürümüşlerdir. 1985’den itibaren İslami gruplar üzerine araştırma yaptığını söyleyen Ruşen Çakır ‘Cemaat-hükümet savaşının küresel boyutu’ başlıklı makalesinde bu iki dinci grubun birbirine karşı tutumu konusunda şöyle diyor: İslamcıların ‘çoğu ne Gülen’i seviyor, ne de onun lideri olduğu harekete iyi gözle bakıyordu. Kimileri bunu sistemin İslami hareket içindeki Truva atı olarak görürken özellikle radikal eğilimli gençlik gruplarında Gülen “Amerikancı İslam’ın Türkiye şubesi” olarak telakki ediliyordu. Refah Partisi’nin yükselişe geçtiği 1990’lı yılların başlarında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üzerinden Gülen ve cemaati daha görünür oldular. Ancak kendilerini İslami hareketten ziyade merkez sağ ve hatta sol’a yakın yerlerde konuşlandırmayı tercih ettiler. Bu süre zarfında da Gülen cemaatinin ulusal ve uluslararası sistemle iyi geçinmeyi her şeyin önüne koyduğu algısı etkisini sürdürdü.’
Özellikle 28 Şubat operasyonu, bu iki kesimin güçlerini parti olarak AKP’de birleştirmesine yaramıştır. Ama ortak düşmanlarını tasfiye ettikten sonra, aralarında iktidar kavgası başlar. Şöyle devam ediyor Ruşen Çakır: “AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte ve özellikle 27 Nisan 2007 e-muhtırasından sonra taraflar geçmişi bir yana bırakıp ittifaka gittiler ve ülkedeki eski iktidar sahiplerini hep birlikte tasfiye ettiler. Ne var ki ortak düşmanın devre dışı bırakılmasının ardından AKP ile Gülen cemaati arasında, kısa zamanda bir savaş hâlini alan iktidar mücadeleleri başladı.”
AKP ve yandaşlarının yaşanan olaylarla ilgili ileri sürdüğü şu gerekçeler gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Şunlar iddia ediliyor: “Yolsuzluk iddiaları, Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen küresel güçler ve onun yerli uzantılarının bir oyunudur. AKP’yi gözden düşürmeye çalışıyorlar. Bu kirli kampanyanın nedeni, Başbakan Erdoğan’ın Ortadoğu’da küresel güçlerden ‘bağımsız’ bir siyaset izlemek istemesidir. Özellikle Türkiye’nin yüzünü Avrasya’ya çeviren Tayyip Erdoğan’a karşı bir komplodur.” AKP yandaşlarının en temel gerekçeleri bunlardır. Her iddiada olduğu gibi bu iddialarda da kısmen de olsa gerçeklik payı vardır, ama gerçekliğin bütünlüğünü yansıtmadığından, tek yanlı bir yaklaşımdır. Örneğin bu iddia sahipleri, AKP iktidarının, küresel sermayenin ve iç uzantılarının desteğiyle iktidara geldiğini görmezlikten geliyor.
Yolsuzluk ve rüşvet ilişkilerinin açığa çıkarılması, ses bantlarının devreye sokulmak istenmesi vb. gibi araçların kullanılması, Gülen-Erdoğan arasındaki iktidar savaşının giderek daha üst boyutlara yükseleceği anlamına gelir. Bu iktidar savaşının, uluslararası bağı olduğu, küresel sermayenin çıkarlarıyla ilişkisi olduğu dikkate alınmalıdır.
Elbette, Erdoğan’ın Avrupa Birliği’nden uzaklaşarak, altı ülkenin (Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve sonradan katılan Özbekistan) katılımıyla oluşan Şanghay İşbirliği’ne girmek istemesi, Çin füze sistemini kullanmaya karar vermesi vb. gibi nedenler elbette önemlidir. Burada bir duruma dikkat çekmek gerekir. Erdoğan’ın böylesi açıklamalar yapmasının ve kararlar almasının tek nedeni, Erdoğan’ın AB’den bağımsız çizgi izlemek istemesinden kaynaklanamaz. Erdoğan’ı bu gibi açıklamalara ve girişimlere götüren nedenlerin önceden var olması gerekir. Burada AKP-Gülen Cemaati arasındaki iktidar kavgasının daha önce ne zaman başladığı konusu önemlidir. Ama kavganın tarihsel cetveli başka bir araştırmanın konusu. Sadece şunu söylemekle yetinelim: 2010 yılında, Mavi Marmara gemisine İsrail devleti saldırdığında, Fettullah Gülen’in İsrail devletinden yana tutum takınması, AKP-Gülen Cemaati arasındaki ilk çatlağın başlangıcını oluşturmuştur.
Erdoğan ve AKP, 2007-2012 yılları arasında bölgesel güç olma politikası yürüttü. Erdoğan, Türkiye içinde çoğunluğun desteğini aldığı için, büyüklük hayaline kapıldı, Türkiye’nin bölgesel güç olacağı hayalini kurdu. Ama bu izlediği politika, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla çelişiyordu. Dolayısıyla ABD, Türkiye için esas olarak çeşitli alternatifleri devreye sokmuştur. Şu anda ikili bir plan paralel olarak yürütülmektedir: Birinci plana göre, AKP’nin politik gücü kırılmalı, AKP’nin mutlak bir güce sahip olmadığı gösterilmelidir. Emperyalizm ve onun uzantısı burjuvazi, ilkin AKP ve Tayyip Erdoğan’ı tamamen kontrol altına almaya çalışacak, Erdoğan’a sınırlar içinde hareket etmesini dayatacaktır. Nihayet AKP’nin yargı üzerinde bir gücü olmadığı, AKP’ye net bir şekilde gösterilmiştir. Küresel sermaye ilkin, AKP’yi zayıflatmayı amaçlıyor; bunun için, Gülen Cemaati’ni bir araç olarak kullanıyor. AKP’yi küresel sermayenin çıkarına uygun bir hale getirmeye çalışıyor. AKP’nin tümden tasfiyesi için zaman henüz erken.
Olası gelişmelere göre paralel yürütülen ikinci plan ise şöyle görünüyor: AKP’ye karşı güçlü bir muhalefet ve alternatif yaratmak. Burada CHP devreye girmektedir. CHP-Gülen Cemaati ittifakı, bu ikinci planın temel ekseni gibi görünmektedir. CHP, küresel sermayenin politikalarına uyumlu hale getirilmektedir. Kılıçdaroğlu gibi eğitimi sınırlı, yeteneksiz ve hiç bir ufku olmayan bir devlet memurunun CHP’nin başında getirilmesi, küresel sermayenin ikinci planını kolaylaştırmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına Mustafa Sarıgül’ün aday gösterilmesi, CHP’nin sağ-merkez partisine doğru gelişeceği demektir. Baykal, gazeteciler önünde, ‘Sarıgül partiye girerse CHP bozulur’ demişti. Bence, Baykal’ın sözünü şöyle düzeltmek gerekir: ‘Sarıgül partiye girerse CHP daha da bozulur.’ Baykal, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesiyle CHP’nin bozulduğunu göremiyor. Kısaca, ABD’nin ikinci planının formülü şöyle: CHP-Gülen Cemaati-Sarıgül-ABD.
AKP, Cumhuriyet tarihinin en rezil partisidir. AKP’nin rezilliğini kullandığı en kirli araçlarda görmek mümkün. Siyasal ve ideolojik araçların dışında, en kirli araçlara başvurarak, cumhuriyet döneminin en düzeysiz partisi olduğunu ispatlamıştır. Örneğin gündeme getirdiği video kasetleriyle (Deniz Baykal’a karşı uygulanan kirli video operasyonunu düşünün), muhalefet liderlerini toplumda gözden düşürecek en kirli oyunlara başvurmaktadır.
AKP, Türkiye’de zaten varolan gerici bir potansiyelin desteğini kendinde toplayan tek partidir. Diğer tutucu ve gerici partilerin (ANAP, DYP) siyasal alanın dışında kalması nedeniyle AKP, bütün gerici potansiyeli kendi tekelinden toplayan parti olmuştur. AKP’nin monopol gücü, onun zayıflığının kaynağını da oluşturmaktadır. AKP, kendi içinde ve dışında muhalefetle karşılaştıkça daha da hırçınlaşacaktır. Sonuç olarak AKP gittikçe daha çok köşeye sıkışacaktır. AKP’nin büyük çatlaklar vermesi kaçınılmaz gözüküyor. AKP, su alan bir gemiye benzemektedir. Tüm enerjisini, süreç içinde deliği tıkamak için harcayacaktır.
Bu durum Türkiye sosyalist hareketi için büyük olanaklar yaratmaktadır. Türkiye sosyalist hareketi, çok hassas ve ince bir politika uygulamak zorundadır. Bağımsız bir çizgi izlemek, teorik netlik kazanmak bu noktada çok önemlidir. Sol, henüz politik bir güç değildir. Ama politik güç olmak için elverişli koşullar doğmaktadır. Ciddi politika, milyonların olduğu yerde yapılır.
Kürt hareketi, ara sıra bocalasa da en dinamik muhalefet olduğunu gösteriyor. Ne var ki, Türk emekçileriyle birlik olmadan, Kürt hareketinin demokratik dinamizmi, sistemi değiştirmeye yeterli değildir. 2013 Gezi isyanı, milyonları harekete geçirdi. Ama programsız, örgütsüz ve öndersiz olması nedeniyle istenilen başarıyı gösteremedi. Bu nedenle siyasal olaylara müdahale edebilecek güçlü bir işçi sınıfı partisinin varlığı zorunludur.
Küresel emperyalizmin sorunları ve çelişkileri büyüyor. Marx, şunu diyordu. Burjuvazi, onun devleti, paralı entelektüelleri, halkın bilincini karartmasına karşın, kapitalist sistemin derin çelişkileri, eninde sonunda, yüzeye çıkar ve bu çelişkiler sosyal hareketleri doğurur. Önemli olan ortaya çıkacak sosyal harekete yön verecek devrimci programın ve devrimci örgütlülüğün yaratılmasıdır. Türkiye çatışmalı bir döneme doğru gidiyor. İdeolojik, politik ve örgütsel bakımdan hazır olanlar, yaşanacak sürece müdahale etme olanağına sahip olacaktır.
[1] Almanca’daki ‘Verstand’ sözcüğünün Türkçe’de herkes tarafından kabullenilen bir karşılığı yok. Kimileri, ‘anlak’, kimileri ‘anlayış gücü’, kimileri, ‘idrak gücü’ sözcüklerini kullanıyor. Bu yazıda ‘anlak’ sözcüğü tercih edildi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.