“İstediğini yap bana, sessizlik sonsuzda nasıl olsa.” (Bülent Ortaçgil / İntegral) Türkiye’de siyaset etme alanlarının ve siyasal aktörlerin “merkez”e doğru kayması hikâyesini 12 Eylül’ün yukardan aşağıya indirdiği yumruğun sesinin geldiği güne dek vardırabiliriz. Bu merkezileşme olgusunun ’80 sonu, ’90 başında hızlandığı, 2000’lere doğru ve bu yılların birbirini izlemeye başladığı ilk dönemde ise şiddetlendiği söylenebilir. Bu […]
“İstediğini yap bana, sessizlik sonsuzda nasıl olsa.” (Bülent Ortaçgil / İntegral)
Türkiye’de siyaset etme alanlarının ve siyasal aktörlerin “merkez”e doğru kayması hikâyesini 12 Eylül’ün yukardan aşağıya indirdiği yumruğun sesinin geldiği güne dek vardırabiliriz. Bu merkezileşme olgusunun ’80 sonu, ’90 başında hızlandığı, 2000’lere doğru ve bu yılların birbirini izlemeye başladığı ilk dönemde ise şiddetlendiği söylenebilir. Bu yüzden gerek “düzenin içinde”, gerekse “düzenin dışında” olsun sağdan sola tüm siyasal özneler öne konan opsiyonlar dışında hareket etme hususunda güçlü tıkanma ve gerilemeler yaşıyor. Özetle bugün, Türkiye’de siyasetin mevcut düzenin kendi içindeki kamplaşmalar üzerine tercihler üstünden yürümesi artık hem siyasetin yapıcıları; hem de siyasetin takipçileri nezdinde bir kader biçiminde algılanmaktadır.
Memlekette siyasetin artık Türk-Kürt, laisist-anti-laisist, Alevi-Sünni gibi daha genel ama daha daraltıcı kalıplara itelenmesinin ve bu kamplaşma hâlinin seçim sonrası haritalarına sarih bir biçimde yansımasının izlekleri yerel seçimler özelinde de net olarak izlenebiliyor. Farz-ı misal, İstanbul’da belediye başkanlığı için geniş Kemalist, laisist, “solcu” ya da sola meyyal ve “endişeli modern” yığınların Sarıgül’ü destekliyor olmasını, tartışmasız, hubb-ı Ali’den ziyade, buğz-ı Muaviye’ye[1] yoruyoruz.
Öyle ki bu Sarıgül-“Topbaş” (Erdoğan mı demeliydik?!) zıtlaşmasının HDP gibi CHP ile uzak yakın ilgisi bulunmayan bir partinin tabanının bir kısmında bile “AKP alırsa bunu açıklayamayız” gibi kaygılar yaratabildiğini de biliyorum. Ya da devrimci örgütlerin etkin olduğu mahallelerde, örgütler CHP ve tüm düzen partileri aleyhine propaganda yapsa bile “geri sempatizan”ların sandığa gidip CHP’ye oy verdiklerini de. Çünkü insanlar ülkenin politik atmosferinde kendilerini genel bir psikolojik kuşatılmışlığın tam ortasında buluyorlar. Bugün, işte bu “o gelmesin de bari bu gelsin”, “benimki zaten alamaz” gibi güdülenmeler eksenindeki mecburi oy depolanmaları önemli bir hegemonik endeks olarak karşımızda duruyor.
Aynı durumdan Kürdistan alanı da azade değil. Kürt oyları neredeyse yarı yarıya, devleti ve Müslümanlığı simgeleyen AKP ile Kürtlüğü ve sekülerliği simgeleyen BDP arasında bölünmüş durumda, fakat buradaki pozisyonun da dört başı mâmur bir ideolojik ayrıksılığı imlediğini söyleyemiyoruz. Zira gerek AKP’ye, gerekse de BDP’ye “mecburen” oy vermek zorunda kaldığı söylenen geniş bir kesimden söz ediliyor.[2] Yani AKP’nin tabanında Kürt sorununa duyarlı, hatta ona bu minvalde eleştiriler de getiren bir çevreyle, BDP’nin tabanında Kürt yurtsever hareketiyle aslında mesafeli olan ve sıkı dindar bir kümenin varlığı net. Zaten Kürdistan’da siyasi hayatın PKK ile daha erken dönemde Kürdistani akım özelinde tekleştiği, öncesininse çok “renkli” bir ortam olduğu, fakat ilgili örgütlerin tabansızlaşıp, mültecileştiği mâlum. Benzer bir durum AKP ile birlikte düzen siyaseti cephesinde de gerçekleşti ve orası da tek odaklı hâle geldi.[3] Verili konjonktür de insanların siyasal eğilimlerine göre net tercihlerde önemli bir daralma payı yarattı.
Türkiye siyasetinde “merkez”e kaymanın, sağdan sola hemen tüm akımlara sirayet ettiğini daha önce de söylemiştik. Sağ zaten, İslami hareket ve ülkücüler dışında büyük oranda merkez üzerinden yürümekteydi. Solda ise ’80’den önce, soldan sayılan CHP dışında büyük bir radikal, sosyalist akım gerçeği vardı. Bu devrimci kanadın mühim bir paydası darbeden sonra illegaliteden legaliteye yönelip, yasal partiler altında örgütlendi. Fakat bu yasal sosyalist partiler hiçbir zaman önemli bir güç olamadılar. İllegalite ve devrimci mücadelede ısrar eden sol örgütlerse 19 Aralık 2000 hapishaneler katliamından sonra yakıcı bir daralma ve eylemsel/kitlesel düşüşe geçtiler. Ne tuhaftır ki aynı düşüş operasyondan doğrudan etkilenmeyen yasal sosyalist partiler için de geçerli oldu ve devrimci ve sol hareket bugünkü etkisiz, gündem yaratamayan pozisyonuna hızla çekilmiş oldu.
19 Aralık nasıl devrimci hareket için bir “yeniden biçimlendirme operasyonu” idiyse, 28 Şubat da siyasal İslam ve merkez siyaset için böyleydi. ’90’lı yıllar müesses nizamın her siyasal özneye yeni mecburi tek yönler göstermesiyle kapandı. “Sivil darbe” denilen ameliyatla DSP-MHP-ANAP hükümeti çatırdadı ve çöktü, ülkenin klasik siyasal odakları kısa sürede sıfırı tüketti, bir kadro ve sokak hareketi olan MHP ise verilen mesajı alıp “merkez”e kayışını hızlandırdı, böylece politik arenada varlığını sürdürebildi. Milli Görüş Yenilikçiler-Gelenekçiler ayrışmasıyla bitme noktasına getirildi, oradaki yeni kanattan ülkenin yeni güçlü iktidarı ortaya çıkarıldı. Bu iktidar üç evreli bir aşamadan sonra tam olarak “muktedir” (devlet) olabildi.
Bugün yaşadığımız yeni reorganizasyon sürecinin ise, bu yeni cumhuriyetin “daha fazlasına” doğru attığı adımlar ve üslup/yönelimler açısından artık beraber yürünemeyecek raddeye gelmesiyle ilişkili olduğu açık. Burada AKP yerine “daha fazla sağa kaydırılacak” bir CHP’nin ikame edilmek istendiği söyleniyor fakat biz stratejist yahut “burjuva politika” uzmanı filan değiliz, öyle mi, bilemiyoruz. Bilebildiğimiz ya da görebildiğimiz Cemaat’in çektiği söylenen operasyonla hükümetin “yolsuzluğa bulaşmayan” herhangi bir biriminin kalmamış olduğunun gözler önüne serildiği ve bizim tüm olan biteni “o onu aldı, bu bunu” diye çekirdek çitleyerek izlediğimiz. Sürekli gündem değişse ve değiştirilse de[4], baş döndürücü hızla gerçekleşen karşılıklı operasyon ve tasfiyelerle Türkiye’nin cumhuriyet tarihinin belki de en önemli durağında konakladığımızı düşünmememiz için hiçbir gerekçemiz yok. Hükümet, “paralel devlet”, “zamanlama manidar”, “ameliyata izin vermeyiz”, “milli irade karar verir” gibi alışkın olduğu retorikleri yeniden ve yeniden ısıtıp toplumun algısını yönetmek için kullansa ve muradına ermede kısmen başarılı olmuş olabilse bile, bu böyle.
Fakat “yolsuzluk ve rüşvet operasyonları” diye özetle anabileceğimiz şu içinde bulunduğumuz dönem de gösterdi ki toplumun taleplerini kanalize edip, itirazlarıyla çoğalabileceği ve düzenin kendisine yönelik bir reddiyeyle donanıp, siyaset edebileceği herhangi bir mevzi bulunmuyor. Daha dün Gezi gibi müthiş bir halk kalkışması yaşamış olmamıza rağmen bu böyle, ki Gezi’nin kendisi zaten bu kendiliğinden ret hareketini, iradi, iktidarı almak için bir kalkışma yoluna döndürebilecek bir öznenin var olmadığını/yaratılamadığını bizzat gösterdi. En radikal sol/devrimci yapılar bile o süreçte “genel kitle”nin eğilim ve asgari taleplerine kendilerini uyumlu kılma zorundalığı hissetmiş ve “bir adım ileri!” diyememiştir -söylemde demiş olmak hiçbir şey ifade etmiyor, onu tartışmıyoruz. Lafız bazında “geçici devrim hükümeti”nin kurulmasından söz edenler de oldu (!).
Bu tarafa baktığımız vakit, ülkenin genel tablosunda gözle görülmesi çoğu kez güç olabilecek devrimcilerle, Gezi’de ayağa kalkan diğer geniş kesimlerin arasındaki makas farkını en son ve gayet net bir biçimde, Taksim Dayanışması’nın çağrısıyla yolsuzluklara karşı örgütlenen 27 Aralık Taksim eylemlerinde gözlemleyebiliriz. Bu çağrıya icabet edenler neredeyse sadece, devrimci/sol hareketler oldu, bu grupların kitlesel, disiplinli ve kararlı duruşları “Gezi benzeri bir nostalji”yi bir geceliğine yaşatabilse de, ulusalcılar/sağ-sol Kemalistler ile Gezi’de öne çıkan “cumhuriyet ve laiklik değerleri” hususunda duyarlı ve demokrat “kentli kaygılı gençler” gösterilere karşı çıktılar. “Taksim’e gitme, gündemi değiştirme” diyen bu kesimin siyasete ve ülke gündemine nereden baktıkları açıktır ve o aşikâr olan yer de yine “merkez”dedir.
Siyasal İslam’ın durumuna gelince, bu kesimin ahvalinin diğer bütün politik parçalardan daha “içler acısı” olduğu, bu hareketin artık hemen hemen tamamen “tek merkezli”, ortak kaygı ve söylemli olduğu rahatlıkla söylenebilir. “Yolsuzluk” gündemli bir konjonktürde dahi, “vicdan ve adalet”ten malul değil mamul olması gereken bu çevrenin hemen tüm hücreleriyle Erdoğan’a ve AKP’ye “hep destek, tam destek” çerçeveli savunularla ve olduğu gibi kopya bir lafızla sarıldığı açık.[5]
Ve vâki ki, siyaset etme alanının her kulvarında bahsettiğimiz bu merkezleşme ve tekleşme, söz konusu sahada hareket etme imkânlarını bu şekilde daraltırken, “başka olanaklar” yönünde sarf edeceğimiz her cümle de ne yazık ki toplumun algısında -ki eğer bizi duyabiliyorlarsa- boşlukta asılı kalmaya mahkûm olacaktır.
Durum buyken biz “hüzünle düşünen insanlar”a da halka şu soruyu (u)mutsuz ve bezgince yöneltebilmek kalıyor yalnız; “gardaş, devrim de mi yapmıyah?!”
[1] “Ali sevgisindense, Muaviye’ye soğukluk” anlamında. Yani Sarıgül’ü onu sevdiğinizden değil de Erdoğan’ı sevmediğiniz için tercih etme durumu gibi.
[2] Kürdistan’da gayr-ı PKK Kürdistani etkisiz oluşumlar da var: Hak-Par (Burkaycıların “li gor me federasyon” [bize göre federasyon] diyen partisi), Hüda-Par (eski Hizbullahçıların partisi. PKK ve AKP’nin dışında, belli bir tabana sahip en önemli güç olarak değerlendirilebilir fakat bu hareket bölgedeki BDP-AKP zıtlaşmasından kendine bir çıkış yolu bulabilir mi şüpheli. Yerel seçimlerde özellikle belli başlı yerlerde AKP oylarını olumsuz etkileyecek durumlar yaratabilecek mi göreceğiz), ÖSP (Özgürlük ve Sosyalizm Partisi. MESOP [Mezopotamya Sosyalist Partisi] adıyla yürütülen çalışmaların nihayeti. TKEP’in [Türkiye Komünist Emek Partisi] seksiyon örgütlenmesi olan KÖÖ-KKP’nin [Kürdistan Özerk Örgütü-Kürdistan Komünist Partisi] devamı. Örgüt 1990’da TKEP’ten ayrılmıştı), KADEP (Katılımcı Demokrasi Partisi. Şerafettin Elçi kurmuştu. PDK/Barzani çizgisinde ve “geleneksel Kürt tabanına hitap ediyor”), Kürdistani Parti Girişimi (Rızgari, KDP [Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi], KUK, Kawa, Tekoşin, DDKD, Ala Rizgari, Özgürlük Yolu geleneğinden gelen öznelerin yasal parti çalışması. Barzani çizgisinde. Âkim kalan Tev-Kurd’un bir tekrarı olarak da görülebilir), Azadi İnsiyatifi (Kürt-İslamcı parti girişimi/platform. Kürt çizgisi daha ağır basıyor ve PKK ile ilişkileri kötü değil).
[3] Kürdistan’ın en batısında kalan bazı illerde ya da Kürtlerin önemli bir nüfus oluşturduğu Kürdistan dışındaki bazı yerellerde ise PKK’nin öteden beri “yeterince” güç elde edemediği mâlum. Buralar başta AKP ve CHP olmak üzere, kimi il ile ilçelerde de MHP, Saadet gibi merkez ya da klasik partilerin etkisi altında olan bölgeler. Öte yandan Kürdistan’da aslına bakılırsa Demokrat Parti geleneğinin de belli bir tabanı vardı, fakat bu taban Refah tabanıyla birlikte AKP’ce yutuldu. Dersim’e gelirsek, buraya özel olarak değinmek gerekir. Orası Türkiye’de AKP’nin “yeterli” güç olamadığı tek şehir. Bunun yanı sıra Dersim’de PKK dışında CHP, MKP, EMEP, TKP/ML ve DHKP-C’nin de belli güç odakları anlamına geldiğinin altını çizmek gerekiyor.
[4] Ülke uzun süre Haziran direnişi ve onun artçılarıyla meşgul oldu ve bunun dışında bir şey üzerine konuşulamadı. Ancak bir ara araya şike davası da girer gibi oldu ki, sonra “derin ilişki icat etme” müptelası medya/sosyal medya pompalamasıyla, Parti-Cephe’nin politik şiddet eylemleri ve etkinliği üzerine biraz biraz konuşur bulduk kendimizi. Ardından Yüksekova’daki (Gever) devlet şiddetiyle sarsıldık, televizyonlarda, gazetelerde devletin tarafındaki dezenformatif haberleri takip edip, bir süre hararetle bunu tartıştık. “Paralel devlet” söylencesi Gever’le şeddelendi ki, dersanelerin kapatılması mevzuu geldi gündeme konduruldu. Sonra da 17 Aralık’ta tüm ülkeyi tamamen kilitleyen yolsuzluk operasyonu ve kirli ilişki ağları günümüz, gecemiz oluverdi. Şimdi de gündem “milli orduya kumpas” ve “yeniden yargılama” mevzuuna çekiliyor güç bela, araya bir “TIR” girse de. Üstelik işin içinde Kemalistlerle uzlaşmadan, MHP’ye Engin Alan üzerinden şantaja, Kürt tutsakların özgürlüğüne dek girift anlamlar içeren hikayeler dönmekte.
[5] (5) Cemaat, İslami kesimde bir odak fakat buranın hem kitleselliği, hem “politikliği”, buna binaen Gülen severlerin 30 Mart günü gelip çattığında AKP dışında bir partiye oy atıp atamayacakları müphem. Saadet doğal olarak AKP ile mesafeli, yolsuzluk meselesinde de hükümeti alay etmeye varan bir üslupla eleştiriyor, ancak partinin gücü belli. Mazlum-Der’in Gezi sürecindeki çatırdaması ise, “devrimci İslam” denilebilecek bir çizgide olan hak eksenli bu örgütte bile AKP etkisini gözler önüne serdi. Özgür-Der/Haksöz çevresi, yani “devrimci/tevhidi İslam”ın kalesi diyebileceğimiz, 28 Şubat protestolarında, başörtüsü eylemlerinde devrimcilerle beraber yürümüş, devrimci solla her zaman eleştirel bir temas kurabilmiş bu hareketin bugün geldiği “ölürüm AKP’m” çizgisiyse mâlum -şu “eser”i dinleyip, gelinen noktaya tanıklık edebilirsiniz, Erdoğan’ın sözüne şarkı bestelemek “devrimci” Yürüyüş grubuna kalmış; http://www.youtube.com/watch?v=L-yikBCcV5g ). Küçük çaplı işler de olsa en eylemci İslamcı örgütlerden İBDA-C’nin ise sesi soluğu pek çıkmıyor, zaten büyük oranda Mirzabeyoğlu’nun tecrit hapishanelerindeki durumuna kilitlenmiş durumdalar. Müslüman gruplar içinde etkisiz bir pozisyonda olan İBDA-C, dergilerinde yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun 28 Şubat’ın, mekanizmaya Kemalistler yerine Cemaat’in yerleştirilip tertip edilen bir tekrarı olduğunu ve hükümeti daha önce defalarca uyardıklarını söylüyor. Türkçülükle İslamcılığı bulamaç eden fakat Müslümanlığı daha ağır basan BBP ise Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra AKP ile belli bir yakınlaşma içine girmişti. % 1’e yakın tabanı olmasına karşın, bir “özgül ağırlığa” sahip olduğunu söyleyebileceğimiz BBP’nin operasyonla birlikte ortada durma diye özetleyebileceğimiz bir gayret içindeymiş gibi gözükse de Cemaat’le flörtöz konuma çekildiği söylenebilir. Anti-kapitalist Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar gibi “sol Müslüman” sayılan ekiplerse elbette ayrı bir kategoride. Ancak bunlar reklamları bol yapılsa da güçlü değiller ve Müslüman çevrede büyük bir tepki ve antipatiyle karşılanıyorlar, Müslüman grupların bu çevrelerle ilgili yaptığı tamamen belden aşağı dezenformasyonsa hitap ettiği kitlelerde tutmuş, karşılık bulmuş durumda. Siyasetin İslam cephesinde, tarikatlar meselesi ise daha önemli gibi duruyor. Yakın vakte dek AKP’nin istisnai birkaç kaç odak dışında tarikatlarla olan muhabbetli ilişkisi tartışmasızdı ve önceleri sürekli ayrışan tarikat güçleri 2002’den bu yana AKP etrafında toparlanıyordu. Bugün bu durum değişti mi, yoksa sürüyor mu elimizde bir şey söyleyebilmek için bir veri yok. Fakat, tek bir güçlü tarikatın bile hükümete desteği bırakmasının önemli değişikliklere sebep olabildiğinin altını çizmek elzem. Örneğin 2009 yerel seçimlerinde Isparta, Uşak ve Manisa’yı MHP’nin alması Süleymancıların AKP’yi değil MHP’yi desteklemesine bağlanmıştı. Bu arada bir not; Süleymancıların bu seçimlerde de -AKP’yi destekleyen Mehmet Beyazıt Denizolgun’un küçük çevresi dışında- oylarını yine MHP’ye verecekleri ve bu durumun MİT tarafından AKP’ye iletildiği bildiriliyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.