Bu sürecin en veciz sözünü Tayyip Erdoğan söyledi; “acırsak acınacak duruma düşeriz.” Çok haklı, Tayyip bu savaştan yenik çıktığında Yüce Divan’a Lahey’e kadar gidebilecek bir yol önünde uzanacak Günlük gazetelerin satışları düşmüş durumda. Çünkü gazeteler bile “bomba haberleri” takip etmekte yavaş kalıyorlar. Artık revaçta olan internet siteleri, twitter. Her an yeni bir operasyon haberi gelebilir, […]
Bu sürecin en veciz sözünü Tayyip Erdoğan söyledi; “acırsak acınacak duruma düşeriz.” Çok haklı, Tayyip bu savaştan yenik çıktığında Yüce Divan’a Lahey’e kadar gidebilecek bir yol önünde uzanacak
Günlük gazetelerin satışları düşmüş durumda. Çünkü gazeteler bile “bomba haberleri” takip etmekte yavaş kalıyorlar. Artık revaçta olan internet siteleri, twitter. Her an yeni bir operasyon haberi gelebilir, yeni bir kayıt ifşa edilebilir. Baransu’yu, Gülerce’yi takip etmek, zırt pırt (sık sık) youtube’a, sendika.org’a bakmak gerek.
Cemaat ile savaşa bir taraftan zorunlu kalan ama aynı zamanda da bu savaşı tercih eden Tayyip Erdoğan, hazırlığını iyi yap(a)mamış. Darbe aldıkça önlem almaya çalışıyor. Ancak Cemaat’in elinde hem çok malzeme var hem de Erdoğan’ın cephesinde çok açık var. Erdoğan’ın neredeyse tek yapabildiği; Cemaatçi savcıların, nereden geleceği belli olmayan operasyonları sonrası, o bölgedeki polisleri görevden almak. Cemaate karşı giriştiği tek ciddi atak Bank Asya’dan para çektirme operasyonu oldu ki o da başarılı bir sonuç vermedi. (“Haşhaşilerin” herhangi bir üyesini gözaltına aldıracak bir savcı bile bulamıyor!)
Ya yılan denize düşerse
Cemaat’in sistematik saldırıları ise Erdoğan’ın yakın çevresine, MİT’e ve Suriye bağlantılı İHH’ya odaklanmış durumda. Özellikle İHH’ya, yolsuzluk gerekçesiyle değil de silah kaçakçılığı ve El Kaide bağlantıları üzerinden yapılan operasyonlar, Cemaat’in doğrudan ABD tetikçiliğini yaptığının somut kanıtı. Erdoğan’ın yakın çevresine (oğullar, bacanaklar) yapılan operasyonlar ise AKP iktidarını itibarsızlaştırmaya, yalnızlaştırmaya yönelik. Cemaat şimdilik bir siyasi tercih oluşturmaya yönelmiş değil. Bu operasyonun belki de en zayıf tarafı bu. Merkez sağdaki tüm partilerin Tayyip Erdoğan tarafından iç edilmesi, bunda en büyük etken. HAS Parti kalmış olsaydı, şimdi çok “işe yarayabilirdi.”
Denize düşen yılana sarılır, ya yılan denize düşerse? Tayyip Erdoğan’ın durumunu herhalde en iyi bu ifade tanımlıyor! Panikleyen Erdoğan, bir taraftan Cemaat operasyonlarını savuşturmaya çalışırken diğer taraftan neredeyse herkesle ittifak arayışına girmiş durumda. Ergenekonculara, Balyozculara yeniden yargılama vaat ediyor, Kürt milletvekillerinin cezaevinden çıkmasıyla yetinmiyor diğer KCK’lıların da çıkarılacağı umudunu pazarlıyor, Fethullah dışındaki diğer tarikatların yemlerini artırıyor, yurtdışına önümüzdeki 12 ay içinde 136 milyar dolar ödemesi gereken sermayeye karşı siyasi istikrarsızlığın borçlarını katlayacağı korkusunu salıyor, kendisine Avrupa’dan yeni müttefikler arıyor (21 Ocak’ta Brüksel’de olacak). Hatta ABD’ye bile Japonya’dan mesaj gönderiyor: “Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir hedefi yok. Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle bir yere oturtuluyor.”
Erdoğan destek yitirmeme çabasında
Tüm bunlar Erdoğan’ın iktidarda kalmak için Esad’ın taktiklerini örnek aldığının göstergesi aslında. Nasıl ki ABD, Suriye krizinin başında Esad’a karşı çok sert tutum almasına rağmen, daha sonra Esad’ın ulusal ve uluslararası ittifaklar geliştirmesi ve kitle gücünü sağlamlaştırması karşısında geri adım atarak Esad ile uzlaştıysa, Tayyip Erdoğan da aynı taktiği izleyerek benzer bir sonuca ulaşmak istemektedir. Tam da bu yüzden Cemaat’le savaşını mutlaka kazanıp, yerel seçimlerden de başarılı çıkmak zorunda. Yoksa Tayyip’in sonu kendinin de farkında olduğu ve ifade ettiği gibi olacak; “acırsanız, acınacak hale gelirsiniz.”
Bu “it dalaşının” daha da süreceği, açılmadık daha çok cephe olduğuna göre daha da genişleyeceği aşikar. Bu dalaşın dışında kalan güçler ise şimdilik bir iktidar perspektifi geliştirebilmiş değiller.
Ulusalcılar ve Kürt hareketinden mevzi kazanma taktiği
Ulusalcılar büyük bir beklenti içindeler. Bir taraftan “yesinler birbirlerini” ruh haliyle ellerini ovuştururken diğer yandan Erdoğan tarafından pazarlanan “yeniden yargılanma” yani salıverilme umuduna sarılmış durumdalar. Bu toz duman dağıldığında ise ister kolu kanadı kırılmış Erdoğan ile ister sağcılarca sarmaş dolaş olmuş CHP ile yeniden iktidarı paylaşmanın tatlı hayallerini kurmaktalar.
Kürt siyasi hareketi de benzer bir tutumla, AKP’yi doğrudan karşısında almak yerine koşullu bir destek sunarak, çatışmayı siyasi özerklik hedefi doğrultusunda değerlendirmeye çalışıyor. AKP’ye Cemaat karşısında sunulan bu “koşullu desteğin” Kürt hareketine bölgede mevzi kazandırmakla birlikte, Türkiye toplumsal muhalefeti ile Kürt siyasi hareketi arasındaki açıyı daha da genişletebileceği görülüyor.
MHP ise sütten ağzı yanmış kedi misali. Daha önceki seçimlerde kaset operasyonunun doğrudan hedefi haline gelmiş olmasının tecrübesiyle ortalıkta görünmemeye çalışıyor. Ne olur ne olmaz filler tepişirken birkaç MHP’linin kaseti de tekrar yeni sürümleriyle ortaya çıkıverir. Var olan pozisyonuyla seçimlerden çıkması MHP için en büyük başarı olacak.
Durumdan vazife çıkaran CHP
CHP ise durumdan vazife çıkarmış hatta vazife çıkarmaya zorlanmış durumda. Kendilerine iktidarın tepsiyle sunulduğuna kanaat getiren CHP yöneticileri dönem fırsatını kaçırmamak için her türlü “sağ projeye” sosyal demokrat bir kılıf geçirmeye çabalamaktalar. Cemaate tek kelime laf dokundurmadan hatta kendi iç yapılanmasında hiçbir demokratik ve şeffaf kuralı barındırmayan bu “haşhaşin” topluluktan Türkiye halklarının yararına olacak açılımlar beklemek tam bir aymazlık olsa gerek. Kendi iç muhalefetini bile “bu projeyi yapmazsak (örneğin Mansur Yavaş) ülkede iç savaş çıkacak” diyerek korkutan CHP yönetiminin, proje gerçekleştiğinde yani İstanbul ve Ankara yönetimlerini ele geçirdiklerinde nasıl bir fark yaratacakları da ayrı bir muamma!
Sol, AKP’ye rahat vermiyor
Sol siyasal muhalefet cephesinde ise iki kritik müdahale öne çıkmakta. Bunlardan ilki AKP’ye sokakta konan “propaganda yasağı”. AKP afişleri sökülüyor, AKP seçim masalarında propaganda yapılması engelleniyor hatta AKP’nin kullandığı bu araçlar, karşı propaganda malzemesi haline getiriliyor. Artık AKP’liler kendi çöplüklerinin dışında hiçbir yerde rahat değiller. Devrimciler öncülük misyonunun gereklerini yerine getiriyor, AKP’nin kaybettiği meşruluğunu yeniden kurmasına izin vermedikleri gibi, AKP karşıtı muhalefetin (halk muhalefetinin) nasıl yapılması gerektiğinin de dersini veriyorlar. (Siyasi iktidara muhalefet etmek, sadece seçimden seçime sandığa gitmekle olmaz!)
Ankara’da bağımsız sol aday
İkincisi ise Ankara’da bağımsız aday çıkarma iddiasıdır; AKP’nin Melih Gökçek’i ve CHP’nin Mansur Yavaş’ı karşında. İlk olarak belirtmek gerekir ki bu tercihin yapılmasını asıl zorlayan CHP yönetimidir. Tüm Türkiye’de “AKP’nin geriletilmesi” politik amacını belirleyen Devrimciler, bu politikanın Ankara’da çok daha elzem olduğunun, yani halk düşmanı Melih Gökçek’in –ki en büyük zararı onlar görmüştür- indirilmesinin öneminin farkındadırlar. Ancak bu amaç bile devrimcilerin kendi ilke ve değerlerini yok saymasına, tescilli bir faşisti (zımnen bile olsa) desteklemesine, sol-sosyal demokrat güçlerin kirli bir “sağ koalisyona” ortak edilmesine ve hepsinden önemlisi de emekçi ve yoksul halkların ve onların taleplerinin istismar edilmesine yol açmamalıdır.
Nerden icap etti?
O yüzden “nerden icap etti” sorusunun yöneltilmesi gereken asıl yer CHP yönetimidir. Evet nereden icap etti, Alevileri, kadınları, Haziran isyanının öznelerini (taleplerini), üniversite ve ilköğretim öğrencilerini, Ankara’nın solcularını, demokratlarını bir bütün olarak yok saymak, onları payanda olarak kullanmak? Bu tescilli faşist mi Alevileri gözetecek, kadınların taleplerini hayata geçirecek ya da ODTÜ öğrencilerinin taleplerinin yanında olacak? Diğer yandan Mansur Yavaş tercihinin, sadece Melih Gökçek’i indirmeyle sınırlı olmadığı ortada. Bu mühendislik projesi, CHP içinde bir sağ koalisyon oluşturmayı içerdiği gibi, gerek duyulan koşullarda yeni bir sağ partinin meşruluğu için de değerlendirilmesini içeriyor. Ankara halkının oyları ise buna kanıt gösterilecek. CHP yönetiminin bu tutumudur ki, Ankara’da bağımsız aday çıkartılmasını bir tercih değil, bir zorunluluk haline getirmiştir.
Daha sonra söyleneceği şimdiden de söylemek gerek, eğer CHP Ankara’da seçimi kaybederse, bunun sorumlusu bağımsız sol aday çalışması yapanlar olmaz. Bunun tek sorumlusu CHP yönetimi olacaktır. (Dayatılan seçeneği kabul etmeyenler, hangi hukuk kuralına göre suçlu ilan edilirler). Ayrıca bu söylem CHP yöneticilerinin yıllardır pişirip sundukları bir taktiktir ve artık kabak tadı vermeye başlamıştır. Basiretsiz ve yanlış tercihler hep halkın suçu olagelmiş. Üstelik CHP yönetimi böyle bir tokat yiyecekse de bu çok hayırlı olur, sola karşı olmayı değil, biraz da solla birlikte düşünmenin ve birlikte sağa karşı olmanın gerekliliğini öğrenirler.
Tercih değil zorunluluk
Bu konuda (bağımsız aday çıkarma) birkaç ayrıntının daha açıklanması gerek. Her ne kadar büyük kısmı iyi niyetli kaygılardan hareket etse de Mansur Yavaş’ı desteklemek gerektiğini açıktan ifade edemeyen ama dolaylı olarak çelişki yaratmaya çalışanların kaygıları giderilmeli. Bu “kaygılar”ın başında; aday çıkartmadan da varolan seçenekler dışında bir farklılığın yaratılıp yaratılamayacağıdır? Devrimci Hareketimizin tarihinde asıl olarak bu taktik benimsenmiştir (özellikle bağımsız, güçlü bir tercihin yaratılamadığı durumlarda) ve genel olarak da bu taktik doğrudur da. Ancak burada söz konusu olan özel bir durumdur; Ankara halkına iki faşistten birini seçmesi emredilmektedir. (Bu arada Mansur Yavaş faşistlikten vazgeçtiğini beyan edip sosyal demokrat oldu da biz atlamadık değil mi?). Bu noktada sandık tavrı olmayan bir siyasi faaliyet ciddi zafiyet gösterir. Bu zafiyetin en somut karşılığı, en rezil durumda bile seçenek oluşturamamaktır. Sandıkta seçenek oluşturulacaksa da çok değil iki tane mevcut; ya boykot çağrısıdır ya da bağımsız aday çağrısı. (Boykot tercihinin yerel yönetim seçimleri için uygun olmadığı ortada. Yerel yönetim seçim dönemleri “var olan kötüyü” reddetmekle birlikte, ne istendiğinin ve nasıl yapılacağının propaganda edildiği bir faaliyeti içermek zorundadır, özellikle güçlü siyasi hareketler için.) Kısacası, farklılığı ortaya koymanın en somut ve gerçek yolu, özellikle Ankara’da iki faşist aday karşısında bağımsız aday çıkarmaktır, bu durum da yine bir tercih değil bir zorunluluktur.
Haziran İsyanı sandığa girmez
Bir başka kaygı da bağımsız aday çıkararak Haziran İsyanı’nın sandığa sokulmak istendiği va sandıkta ölçülmesi sonucunu doğuracağı! Kimsenin kaygısı olmasın iki faşistin karşında aday olundu diye Haziran İsyanı sandığa girmez. Ayrıca bu ülkenin bütün solcuları, devrimcileri ortak karar bile alsalar Haziran İsyanı’nı sandığa sokamazlar. Ne yani Mansur’a zımnen destek olunsa Haziran İsyanı büyüyecek mi? Tam tersine Ankara gösterilen bu bağımsız tutum, Ankara İsyanı’nı her konuda büyütme amacı taşımaktadır. Aynı zamanda Ankara İsyanı’nı görmezden gelenlere de bir isyandır bu. Diğer yandan haklı olan kaygı, sandıktan çıkacak olan oy sayısının düşük olabileceği yönündedir. O zaman bu kaygıyı taşıyanların yapacağı iş bellidir; daha fazla oyalanmadan oy toplamaya başlamak.
Sandık siyaseti değil, sandığa sokak müdahalesi
Devrimciler sokak siyasetinden vazgeçip sandık siyasetine mi yöneliyor? İşte bu sorunun niyetinden kuşkulanmak gerek. Sadece tarihsel kesit olarak yakın zamanı bile alsak yani son 20 yılı, “sokak siyasetinden vazgeçiliyor” iddiası ciddiye bile alınamaz. Bu iddianın daha yumuşak biçimi de var “bir kere sandığı işaret edersek, bu teamül oluşturmaz mı?” Yıllardır mahallelerde, üniversitelerde, emek mücadelesinde sürekli işaret edilen yer hep sokak olmuştur. Sandık tavrı, devrimciler için sadece bir taktik olmuştur. Bu noktadaki parametreleri de emekçi halkın mücadelesinin kazanımlarıdır. Elbette bu dönem sandık siyasetine bu kadar kuşkuyla bakılmasının nedenleri anlaşılabilir, çünkü kendisini devrimci diye tanımlayanların bir kısmı sokak mücadelesini sadece sandığa tahvil etmek için sürdürüyor. Sandıkta başarılı olabilmenin bir yolunu bulsalar sokağa hiç çıkmayacaklar. Bu noktada tekrar etmek gereksiz de olsa belirtmek gerekir ki araç ile amaç yer değiştirmemiştir. Ankara’da bağımsız aday çıkartmak hatta o bağımsız adayın seçimleri kazanması bile bir amaç değildir, bu tercih emekçi halkın mücadelesini ileri götürmeyi hedefleyen bir araç olarak değerlendirilmektedir. Buradan yola çıkılarak da her durumda bundan sonra aday çıkarılacak sonucuna da ulaşılamaz çünkü emekçi halkların çıkarına uygun tek taktiksel biçim her durumda sandığı işaret etmek de değildir.
Lahey’e kadar…
Sonuç olarak tüm bu sürecin en veciz sözünü Tayyip Erdoğan söyledi; “acırsak acınacak duruma düşeriz.” Çok haklı, Tayyip bu savaştan yenik çıktığında Yüce Divan’a Lahey’e kadar gidebilecek bir yol önünde uzanacak. Diğer yandan Türkiye halkları için de bu “it dalaşı” kendiliğinden güzel günler getirmeyecek. Tam tersine yeniden istihkam edilen egemenler cephesi emekçi halklara karşı yarım kalmış saldırıların tamamlayıcısı olacak. Tavırsız, tarafsız ve eylemsiz kalmak süreci bizim lehimize işletmeyecektir; acırsak acınacak duruma düşeriz!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.