Hrant Dink’i dün hep beraber bir kez daha andık. Bu alçakça tertiplenmiş suikastta AKP devletinin maskesi düşeli çok oldu, ancak farklı kesimlerin bunu idraki farklı zamanlarda vuku buldu. Bu zamansal farkın yanı sıra idrak düzeylerinde de farklılıklar var. Olsun. Suikastın iktidarı yıpratmak, “darbe ortamı yaratmak”, devleti yönetenlerin esenliğini zedelemek için tertiplendiği iddiası toz olup gitti. […]
Hrant Dink’i dün hep beraber bir kez daha andık. Bu alçakça tertiplenmiş suikastta AKP devletinin maskesi düşeli çok oldu, ancak farklı kesimlerin bunu idraki farklı zamanlarda vuku buldu. Bu zamansal farkın yanı sıra idrak düzeylerinde de farklılıklar var. Olsun. Suikastın iktidarı yıpratmak, “darbe ortamı yaratmak”, devleti yönetenlerin esenliğini zedelemek için tertiplendiği iddiası toz olup gitti.
İktidarla kader birliği ve işbirliği yapan bazıları belki hâlâ tetikçileri dışında tüm aktörlerinin devlet görevlisi olduğu bu olaydan AKP’ye meşruiyet kazandırmaya çalışıyordur. Ama artık sesleri bize kadar ulaşmıyor bile. Dahası, iktidar bloğundaki dağılma ve içsavaş, kimi özeleştiri görünümlü nedamet getirme hallerine de tanık olmamızı sağlıyor.
Bunun son örneği, iktidar bloğu dağılınca Taraf gazetesinden Türkiye gazetesine geçen bir köşe yazarından geldi. Beş yıl önceki hallerinden 180 derece dönüş yapan bu bay “Kafes Eylem Planı”nın bir takım subayları tasfiye etme amaçlı düzmece bir tertip olduğunu keşfetmiş, “plan”daki mantıksızlıkları ve tutarsızlıkları özetlemiş, Hrant’ın katlinin ardında da bu askerlerin olduğu iddiasının saçmalığına kani olmuş ve kendisinin de “kafeslendiğini”, “kullanışlı aptal” işlevi gördüğünü itiraf etmiş.
Nedim Şener’in ısrarla Dink suikastını araştırırken bulduğu kanıtlar onu Emniyet içindeki illegal yapılanmaya götürdü. Şener yılmadı ve araştırmalarını sürdürdü. Nihayetinde, kendisi gibi o yapılanmayı araştıran Ahmet Şık’la beraber hapse girdi. Ama gelişmeler Şener’le Şık’ı haklı çıkardı. Ortada, merkezinde üst düzey polis şeflerinin yer aldığı bir milli mutabakat cinayeti vardı. Bu merkezin etrafında başka unsurlar da vardı elbet. Daha sonra aralarında bakanlığa kadar terfi ettirilerek ödüllendirilenlerin de bulunduğu üst düzey kamu görevlileri (valiler ve emniyet müdürleri), MİT ve Jandarma gibi.
Bu suikastın AKP’yi devirmek isteyenler tarafından tertiplendiğini iddia etmek, iktidar kendisine karşı darbe yapıyordu ya da iktidar kendi kendini devirmek istiyordu demek ne kadar anlamlıysa, o kadar anlamlıdır. Şu anda AKP ile Cemaat arasında bir savaşın yaşanıyor olması yavaş yavaş bazı kirli çamaşırları ortaya dökmeye başladı. Az önce değinilen köşe yazarının Hrant’ın katledilmesinin aslında varlığı şüpheli bir falanca eylem planıyla ilgisi olmadığını itiraf etmesi bunun bir örneğiydi. Bir diğer örnek de, Nedim Şener’in Agos’tan Uygar Gültekin’e verdiği mülakatta “cinayette devletin parmak izi” diye tanımladığı Erhan Tuncel’in, sorumluluğu yalnızca Jandarma’nın üstüne yıkıp Emniyet’i temize çıkaran tavrını AKP-Cemaat savaşının başlaması üzerine terk ederek bir takım kudretli polis şeflerini suçlamaya başlaması.
Zaten AKP’nin, “bize karşı bir takım komplolar yürürlüğe sokuldu” söylemi ile devletteki egemenliğini otoriter yollarla, demokrasiyi sürekli aşındırarak tesis ederken referansta bulunduğu 2006-2007 tarihli kimi olayların tetikçilerinin BBP bağlantılı olması bile anlayana çok şey anlatmıyor mu? Son durumu bilmiyorum ama yakın zamana kadar AKP’nin vassal partisi konumunda bulunan, Cemaat’le de ilişkileri iyi olan BBP’yle öyle veya böyle bağlantısı olan tetikçiler görev aldı Santoro ve Dink cinayetlerinde, Zirve Yayınevi katliamında, Danıştay saldırısında.
Dink’in aramızdan alınması AKP’liler ve destekçilerince Ergenekon ve Balyoz gibi -özünde siyasal nitelikli- tasfiyelerde bir meşruiyet kaynağı olarak işlevselleştirilirken, ahparigimizi ömrünün son üç yılında hedef haline getiren, onu tehdit eden, yargılandığı duruşmalarda ona bozuk para ve çakmak atan, onunla dayanışanlara da fiziksel saldırıda bulunan ırkçılar ve faşistler ahmaklıklarına yansınlar. Öyle anlaşılıyor ki Ermeni nefretiyle gözü dönmüş bu adamlar “polis nasıl olup da mahkeme binasında bu kadar rahat hareket etmemize izin veriyor, duruşmaları terörize etmemize göz yumuyor, her istediğimizi yapmamıza cevaz veriyor” diye düşünmemişler. Bir kısmı hapse girince bu soruları kendi kendine sormuştur belki, kimbilir. Açık olan bir şey var ki devlet tarafından kullanıldılar, kendilerine ihtiyaç kalmayınca da içeri alındılar. Tıpkı 1980 öncesindeki faşistler gibi.
İşin doğrusu, ilki Temmuz 2008’de açıklanan Ergenekon iddianamelerinde Dink suikastıyla bağlantı kurulmaması, beri yanda suikastla ilgili davanın birkaç lümpenin yargılandığı bir müsamere şeklinde tecelli etmesi bile insanın gözünü açmaya yeterdi. Ancak yazının başında da değinildiği gibi, AKP devletinin maskesinin düşüşünü herkes aynı zamanda ve aynı idrak düzeyinde kavrayamadı.
Emniyet’teki ve özel yetkili yargıdaki çetenin kotardığı, iktidar koalisyonunun diğer kanadının da onay verdiği, sonucunda da hep beraber siyasal kazanım elde ettikleri (meşruiyet vasıtası olarak araçsallaştırdıkları) bir suikastla karşı karşıyayız. İşin kotarma kısmının emaresi polis şeflerinin rolü, onay kısmının emaresi de kimi mülki amirlerin eylemsiz kalışı ve MİT’in “ihmali”dir. İsterseniz bu çirkin yemeğin yanına garnitür olarak Jandarma’yı da koyabilirsiniz.
İşte bizler bu yüzden Hrant Dink adına verilen ödülün 2011’deki sahibinin, yukarıda bahsedilen çetenin operasyon aracı niteliğindeki gazetenin genel yayın yönetmeni olmasına isyan ettik. Derdimiz kuru kuruya muhaliflik ya da solculuk değildi. “Hrant’ın Arkadaşları” arasındaki kimi isimlerin (iyi niyetli çoğunluğu samimiyetle tenzih ederim) aslında AKP’nin Arkadaşı olmaları bizi bu yüzden rahatsız etti. Çünkü görmek isteyene tablo gün gibi açıktı: Hem Hrant’ın hem de AKP’nin arkadaşı olmak teknik olarak mümkün değildi.
Hrant Dink bir devlet organizasyonuyla katledilmek yerine, ne bileyim, trafik kazasında yaşamını yitirseydi, “isteyen istediğini yapar, ahparigin dünya görüşü bellidir” deyip geçerdik. Ama öyle şeyler yazılıp söylendi ki, hakkaniyetin ve adilliğin ayaklar altına alınması bir yana, siyasi koşullanmalar ve angajmanlar yüzünden cinayet karardı, suçlular doğru yerde aranmadı.
Agos’un Dink’ten sonraki genel yayın yönetmeninin, “o” yapılanmanın (şimdilerde paralel devlet deniyor) gazetesinde köşe yazarlığı yapmasının, Abdi İpekçi öldürüldükten sonra yerini alan kişinin ülkücülerin gazetesinde yazı yazmasından ne farkı vardır? Ya da, aynı örnek üzerinden devam edelim, operasyon gazetesi Taraf’ın genel yayın yönetmenine Hrant Dink Ödülü verilmesinin, 1979’dan birkaç yıl sonra Tercüman’ın yayın yönetmenine Abdi İpekçi ödülü verilmesinden ne farkı vardır?
Dünkü anma töreninde bir ara Agos’un pencerelerinin birinden kendini gösteren Ali Bayramoğlu baktığı yerden beyaz bereli polisleri görmüş müdür acaba? Gördüyse, o an zihnini okuyabilmeyi çok isterdim. O polislerin “Cemaatçi” olduğunu düşündüyse öfkelenmiştir, “AKP’li” olduğunu düşündüyse “talihsiz bir tesadüf” demiştir belki.
Şaka bir yana suikastın izini sürmeyi aynı anda hem devletin hem de Hrant’ın arkadaşı olmaya çalışanlara bırakırsak bizler 7 değil, 77 yıl daha doldururuz Halaskargazi Caddesi’ni. Ama biliyor musunuz bunu yılgınlıkla, bezginlikle söylemiyorum. İstanbul’da olduğum ve dizlerim tuttuğu sürece her 19 Ocak’ta orada olmaya hazırım, aynı şevkle.
2013’ten, Gezi şehitlerinden geriye doğru sorulacak çok hesap var. 2013’ten 1915’e kadar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.