“Hakiki yeni Türkiye” kavramını hak eden bir dönem yaşanıyor. Soruşturmalardan kurtulmak için geliştirilen hukuksuzluk “AKP’nin elini tutan yok” diye düşündürtecek şartlar oluşturdu. Bu yıkıcı sürecin yeni bir politik iktidar biçimi yarattığı kesin. Erdoğan biraz metazori de olsa kendi fiili başkanlık rejimini açıktan inşaya yöneldi. Dahası, doğacak bu yeni düzenin tüm sınıflar için demokratik ve istikrarlı […]
“Hakiki yeni Türkiye” kavramını hak eden bir dönem yaşanıyor. Soruşturmalardan kurtulmak için geliştirilen hukuksuzluk “AKP’nin elini tutan yok” diye düşündürtecek şartlar oluşturdu. Bu yıkıcı sürecin yeni bir politik iktidar biçimi yarattığı kesin. Erdoğan biraz metazori de olsa kendi fiili başkanlık rejimini açıktan inşaya yöneldi.
Dahası, doğacak bu yeni düzenin tüm sınıflar için demokratik ve istikrarlı bir rejim olamayacağı şimdiden belli oldu. Çünkü koruma refleksi olarak gelişen bu sığ imar anlayışının, dönüştüreceği mekanı yıkmaya niyeti yok. Mülküne el koyup orada oturmaya devam etmek daha kestirme bir yol gibi gözüküyor. O nedenle de tapusunu almaya çalıştığı devlet, ‘Osmanlı’ gibi uzun ömürlü bir sistemden çok geçici bir ‘de facto rejim’ olacağa benziyor. Bir nevi ‘ara dönem.’
Ara dönem kavramı cunta, faşizm veya Bonapartizm gibi bir sürü adrese çağrışım yapıyor. Dikkatle düşünüldüğünde ise bunların hiçbiriyle birebir örtüşmediği görülür. Zaten farklı tarihsel dönemlere ait olmaları başlı başına bir fark. O nedenledir ki vaktiyle Marx da, Sezarizm yerine Bonapartizm demeyi tercih etmiştir. Faşizm de güçlü işçi hareketine dayalı sosyalist iradelerin karşısına dikilen bir burjuva rejim biçimidir. Dolayısıyla ‘neoliberal çağ burjuva yönetim biçimleri’ için sosyalistlerin kullanacağı kavram seti pekala farklı olabilir. Ancak bunun bir terk-i diyar olarak değil bir ‘güncelleme eylemi’ şeklinde yürütülmesi gerekmektedir.
AKP devletleştiği oranda Türkiye’deki kurumsal faşizmin de parçası olmuştur. Askeri bürokrasiyle ve Kemalist anlayışla mücadelesi bu anlamda aklayıcı bir veri değildir. Önemli olan şiddet, dezenformasyon ve yağmadan ibaret devlet kültürünün dışına çıkamamış olmasıdır. Küresel sermaye düzeneğinin vasalı Türkiye’de, devlet denen organizasyonun sınıfsal karakteri ve iç yapısında hiçbir köklü değişiklik yaratmamıştır. Demek ki son günlerde iyice görünür olan ‘MİT idaresi’ ile geçmişte kalmış gibi gözüken ‘cunta’ kavramları aynı başlık altında ele alınabilir.
Bu konspiratif ilişkiler AKP idaresinin bütününe yayılmıştır ve özellikle de radikal İslamcı hareketi iç eden bir düzenek olarak işlev görmektedir. Bir diğer değişle modernizm karşıtı olarak gelişen cihadist hareketler, “modern tuzaklarla” tehlikeli bir mezhep şiddeti haline getirilmiştir. Körfez sermayesinin bölge piyonu olarak sahada kullanılan bu gücün insanlık için vaat ettiği şey kesinlikle “asr-ı saadet” değildir. Dolayısıyla solun yakın tarih hafızasındaki “sempatik” siyasal İslam kavramına bir sürü yeni ve tehlikeli anlam yüklenmiştir.
İktidara tutunmak adına girilen bu savruk ve can havli girişimler ortadayken AKP’nin akıbeti konusunda kesin belirlemeler yapmak büyük yanılgılara yol açabilir. Ama bu AKP’yi doğrultusu belli olmayan bir iktidar merkezi kılmaz. Çünkü hiçbir devlet iktidarı havada asılı durmaz.
Elbette, bugüne kadarki iktidar söylemi ile iktidarda kalabilmenin güncel gerekleri arasındaki mesafe AKP’yi bir metamorfoza zorlamaktadır. Ancak AKP’nin “büyük patronlara” kendini kabul ettirmesini mümkün kılacak temsil gücü yüksek kimlikler koalisyonu hiçbir şartta demokrasiyle eş düşünülmemelidir. Çünkü bu birleşmenin temel motivasyonu “dizginsiz çıkar iştahı” anlamında ekonomik liberalizm ve toplumsal alana dayatılan bir itaat sistemidir.
Dolayısıyla kimliksel çıkarlar adına, sıkışmış AKP’yi yemleyen taktiksel adımların da ideolojik karşılığı bellidir. Kürt hareketi de gitgide bir kimlik olarak bölgesel dokuya yerleşmiş ve hesap dışında tutulacak bir unsur olmaktan çıkmıştır. Ancak mevcut hakim bloklarla kuracağı her kimliksel koalisyon sınıfsal olarak aynı sonucu doğuracaktır. O nedenledir ki neoliberal çağa özgü kimliksel ayrışma ve birleşmeleri farklı demokratik düzeyler olarak tasniflemek yanıltıcıdır. Çünkü sosyalistlerin sınıfsal içeriğinden arındırılmış bir demokrasi algısı yoktur ve olmamalıdır.
Tam da bu nokta da, bir kimlik vurgusu şeklinde geliştirilecek 3. cephenin de sınıfsal anlamda sorunlu olacağı anlaşılmalıdır. Eğer sosyalistlerin emekten ve işçi sınıftan farklı bir çıkarı olamaz ise aslolan sınıf temelli bir birleşme ve “sosyal cumhuriyet” talebi ile, tüm burjuva seçenekler üzerinde kurulacak sınıfsal haklar baskısıdır.
* 18.01 2014 tarihli bu yazı kimlik siyasetinden müzdarip ana fikri nedeniyle, konuyla ilgili olsa da günlük periyodlar şeklinde yaşadığımız ‘önemli gelişmeler’ yüzünden eksik kalmıştır. Suriye rejiminin ‘icraatlarını’ belgeleyen resimlerin yayınlanmasıyla gelişen Esat yönetimini savunma eğilimleri ise, Reyhanlı saldırısı sonrası ve Gezi Öncesi (G.Ö.) yayımlanmış daha eski bir yazının hatırlanmasını zaruri kılmıştır. Dolayısıyla linkteki yazı başlığının “Gezi Esad’ı sevmeli mi?” şeklinde güncellenmesi de pekala mümkündür. http://www.sendika.org/2013/05/birinin-barisi-otekinin-savasi-kimlik-siyaseti-gokhan-nazli/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.