Yolsuzluk olgusunun önemli boyutlara ulaşabilmesi için, en başta zenginleşmenin mümkün ve muteber sayıldığı bir toplumsal düzenin varlığı gerekir Yolsuzlukla Mücadele Derneği’nin temel sloganlarından biri “Nerede yoksulluk varsa orada yolsuzluk vardır!” der. Gerçekten de yolsuzluk, kaynakların sınırlı olduğu tüm toplumlarda, bu kaynakları dağıtmakla yükümlü olan devlet aygıtının süreğen bir hastalığı olmuştur. Fuzuli bir şiirinde “Selam verdim, […]
Yolsuzluk olgusunun önemli boyutlara ulaşabilmesi için, en başta zenginleşmenin mümkün ve muteber sayıldığı bir toplumsal düzenin varlığı gerekir
Yolsuzlukla Mücadele Derneği’nin temel sloganlarından biri “Nerede yoksulluk varsa orada yolsuzluk vardır!” der. Gerçekten de yolsuzluk, kaynakların sınırlı olduğu tüm toplumlarda, bu kaynakları dağıtmakla yükümlü olan devlet aygıtının süreğen bir hastalığı olmuştur. Fuzuli bir şiirinde “Selam verdim, rüşvet değil diye almadılar” dizeleriyle; Kanuni dönemindeki yolsuzluklardan şikayet eder. Fuzuli’den birkaç yüzyıl sonra, Tevfik Fikret “Yiyin beyler yiyin, bu hanı iştaha sizin” diyerek dile getirir yolsuzluk ve rüşvet çarkına olan tepkisini… Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin Düzeni” kitabında Abdülhamit dönemindeki rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili şu saptamada bulunur: “Abdülhamit, çevresindeki hırsızlıklardan, rüşvetlerden, imtiyaz satışlarından tamamen haberdardır. Kurduğu mükemmel jurnal sistemi, ona her şeyden haberdar olma olanağı sağlamıştır. Bununla birlikte, bir hükümet etme metodu olarak, hırsızlık ve rüşveti müsamaha ile karşılamış ve hatta teşvik etmiştir. Hırsızlık ve rüşvet yoluyla, paşalar ve beyleri kendine bağlayacağına inanmıştır.”
Cumhuriyetin başlarında ise yolsuzluk öyle özel biçimler kazanmıştı ki, dönemin aydınları da bu özel biçim kazanan yolsuzluğu özel bir isimle anar olmuşlardı. Aferizm. 1925’te kurulan İş Bankası’nın Fransızca isminden (Banque d’Affaire) türetilmiş “aferist” kavramı, banka üzerinden imal edilen girişimci tipini ve bu tipin destekçisi siyasi elitleri tanımlamak için yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır dönemin aydınlarınca. Falih Rıfkı “Çankaya“da, Yakup Kadri “Anılarım“da, Şevket Süreyya “Tek Adam“da, Dogan Avcıoğlu “Türkiye’nin Düzeni“nde ayrıntılı olarak resmeder bu aferizm dönemini.
Yolsuzluğun bir kaynağı zengin yaratan devlet…
Evet yoksulluğun olduğu, daha net ifadeyle kaynakların kıt olduğu her devletsel örgütlenme de yolsuzluk da kaçınılmaz biçimde var ve var olacak. Keşke bu kadar olsaydı; ama ne yazık ki sorun bu kadarla da sınırlı değil. Yolsuzluk olaylarının bazı sistem, durum ve dönemlerde daha az ve bazılarında daha yaygın bir hal alması, bugün olduğu gibi tüm toplumsal dokuyu çürütecek boyutlara ulaşabilmesi, bizi sorunun arkasında başka etmenlerin varlığı konusunda uyarıyor ve bu etmenlerin neler olabileceğini analiz etmeye çağırıyor.
Yolsuzluk olgusunun önemli boyutlara ulaşabilmesi için, en başta zenginleşmenin mümkün ve muteber sayıldığı bir toplumsal düzenin varlığı gerekir. Kimsenin önemli zenginliğe ulaşmasının olanaklı olmadığı bir toplumsal ve hukuksal ortamda, mantıksal olarak yolsuzluğun da en asgari sınırları aşması pek beklenemez.
Bu en temel ve en önemli gerçeğin altını kalınca çizdikten sonra, Türkiye’nin tarihi üzerinde yürüyerek sürdürelim analizimizi. Yolsuzluk olması için genel bir kaynak kıtlığının bulunması gerekir, zengin olmanın mümkün ve muteber olması gerekir ve kaynakları dağıtmak için kendinde merkezileştiren belli ekonomik ve siyasal güç odağı ya da odaklarının bulunması gerekir. Bildiğimiz gibi bu odakların en bilineni, en güçlüsü devlet aygıtıdır. Dolayısıyla devlet aygıtının elindeki kaynaklar ne kadar fazla ise, zenginleşmek arzusu duyanlar devlete daha çok yanaşacak ve devlet eliyle gerçekleşen bu zenginleştirmede de önemli haksızlık ve kayırmacılıklar söz konusu olacaktır. Osmanlı’nın son dönemindeki ve cumhuriyetin başlangıcından 1980’li yıllara uzanan dönemdeki yolsuzlukların temelinde de bu tarz bir ilişki bulunmaktadır.
1980’li yıllar, neoliberalizm ve yolsuzluk patlaması…
Bizler en yaygını “aferizm dönemi“nde olmak üzere 1980’lere kadar bu tarz yolsuzluklar olduğunu biliyoruz. Ama bildiğimiz ve yaşımız itibariyle de yakından gözlemleme olanağı bulduğumuz bir başka önemli gerçek daha var. Başlangıç yıllarını saymazsak, 1980’li yıllara kadar yolsuzluk gündem maddeleri arasında yer yer öne çıkmakla beraber, hiçbir zaman ‘80’li yıllardan sonraki boyutlara ulaşmamıştı. 1980 öncesi dönemde aklımızda Yahya Demirel olayı ve Tuncay Mataracı olayı yer etmiş durumda. 1980’li yıllardan sonra adeta bir yolsuzluk patlaması yaşandı ve hatta öylesine gündelik hale geldi ki giderek tüm toplum nezdinde yolsuzluk olağan, normal bir durummuş gibi algılanmaya başlandı. Son yıllarda patlayan ve hepsinde önemli siyaset adamlarının ve bürokratlarının yer aldığı yolsuzluk olaylarını akılda tutabilmek bile olanaksızlaştı.
Devletin ekonomideki ağırlığının azaltılmasıyla pek çok olumsuzluğun yanı sıra yolsuzluğun da önemli ölçüde ortadan kaldırılacağın iddia edildiği 1980’li yıllardan sonra ne oldu da, tam tersi bir gelişmeyle büyük bir yolsuzluk patlamasına tanık olundu? Bu soruyu yanıt bulmak için sürece baktığımızda ise öncelikle iki temel unsur gözümüze çarpmakta: Birincisi ‘80’ sonrası dönemde hem siyasi partilerin hem de tüm toplumun bir toplumsal proje-sizleşme ve siyasal kimliksizleşme içerisine girdiğini görüyoruz. Sosyalizm iddialı rejimlerin çöktüğü ve kapitalizmin küreselleştiği bu tarihsel kesitte, toplumsal dayanışma ve ortak çaba ile daha güzel, daha müreffeh, daha mutlu bir gelecek yaratma saikinin kaybolmaya başladığını ve “gemisini kurtaran kaptan” anlayışında simgesini bulan bireyciliğin yaygınlaş(tırıl)maya başladığını görüyoruz. Kısacası toplumsal kurtuluş inancının yerini tümüyle bireysel kurtuluş inancına bıraktığına şahit oluyoruz bu yıllarda.
Örgütsüz ve sosyal güvencesiz bırakılan insanların gelecek güvencesinden yoksun bir şekilde modern ve küresel bir cangıl ortamında yapayalnız bırakıldığı, ancak fırsatını bulur ve işini bilir ise ikbalini güvence altına alabildiği böylesi bir toplumsal ortamda, rüşvet adeta gelecek güvencesi sağlayabilmenin birkaç olağan yönteminden birine dönüştürüldü.
İkincisi ise üretme kaygısına sahip bir kapitalist birikimden parayla para kazanmaya -ve uygun ortamı bulduğunda voleyi vurmaya- dayalı bir spekülatif kapitalist ekonomi anlayışına geçildiğini görüyoruz. Bu rantiyeleşme süreci ile birlikte, üreterek ve emek harcayarak hiçbir anlamlı geleceğin kurulamayacağına, ama ele geçen ‘bazı’(!) fırsatlar değerlendirerek bir anda köşenin dönülebileceğine dair yaygın ve temelsiz olmayan bir kanaatin tüm topluma nüfuz ettiğini görüyoruz. Başta Özal olmak üzere dönemin siyasetçilerinin hayali ihracatla, hayali yatırımlarla, örtülü fonlarla beslenen bu ahlaksız ekonomik birikim sürecini, bol din sosu da kullanarak normalleştirmek ve meşrulaştırmak için özel bir gayret sarf ettiklerini de belirtmek gerek. AKP Hükümeti döneminde de bu yolsuzluk çarkının hız kazanarak devam ettiği görülüyor.
Bir üçüncü etken de örgütsüzleşme, 1980 öncesinde toplum öğretmeninden işçisine güçlü bir örgütlenme ağı içindeydi. Bu etkin örgütlenmeler hem kendi üyeleri üzerinde denetleyici olurken çok daha önemlisi genel siyasi sistem üzerinde de yolsuzluklar açısından ciddi bir denetleyici rol oynuyordu. 1980 sonrası yaygınlaştırılan örgütsüzleştirme yolsuzluk alanındaki kamusal denetimin çok önemli bir ayağını da sakatlamış oldu.
Yolsuzluk iddialarının arkasında genellikle sağ vardır…
Bu normaldir. Çünkü sağ bireyciliğin ve zenginleşmenin kendi başına kutsal sayıldığı bir ideolojidir. Bu nedenle sağ politikacılar yolsuzlukları pişkince savunabilmekte ve hatta en küçük yolsuzluklar örneğin sol partilerde büyük bir depreme yol açarken, sağ partilerde zevahiri kurtarmak için yapılan bir kaç istifa ile geçiştirilebilmektedir. Bugün olduğu gibi bazen buna bile gerek görmemektedirler. İSKİ skandalı ile yerle yeksan olan CHP’yi ve “Verdiysem ben verdim” diyen Demirel’i, hayali ihracatı ülke para kazanmıyor mu netice de diye savunabilen Özal’ı hatırlamak yeterli.
Fakat solun zayıfladığı ve bariz biçimde sağcılaştığı son 30 yılda tabloda bazı değişiklikler de olmadı değil. Bu toplumsal projesizleşme ve siyasi kimliksizleşme en çok solu vurdu. Fukuyama’nın bundan sonra tek değerin serbest piyasa ve biçimsel demokrasi olacağını iddia ederek tarihin sonunu ilan ettiği küresel sermayenin bu koyu baskı döneminde, sosyal demokratlar açısından, yerli ve yabancı küresel güçlerle çatışmayı göze almadan neoliberal politikalar dışında hiçbir farklı toplumsal iktisadi projeyi uygulayabilmek olası gözükmüyordu. Böylece solda yaşanan sağcılaşmayla birlikte bireycileşme, zenginleşme, ihale takipçiliği, rant severlik gibi eğilimler belirmeye başladı.
Böylece siyasetin tek bir zorunlu istikamet içine hapis olarak işlevsizleştiği-anlamsızlaştığı bu süreçte, partiler de hızlı bir dönüşüm yaşayarak, farklı program ve projelere sahip siyasal kurumlar olmaktan çıkıp milliyetçi piyasacı, sosyal demokrat piyasacı, İslamcı piyasacı birer rant dağıtım merkezleri haline dönüştüler. Bu süreç siyasal ilke ve iddia sahibi insanları etkisizleştirdi ya da dönüştürdü ve rant dışında hiçbir amacı olmayan ikbal avcısı yeni bir siyasetçi kuşağın oluşumuna yol açtı. Sonuç olarak siyasetteki bu anlamsızlaşma ve işlevsizleşme de diğer faktörlerle birleşerek Türkiye toplumunun yukarıdan aşağıya doğru bir yolsuzluk batağı içine çekilmesinde etkili oldu.
Sonuç yerine…
Yolsuzluk ve rüşvetin tümüyle ortadan kalkması için ekonomik üretimin herkese yeter bir seviyeye gelmesi ve zenginleşmenin olanaksızlaştığı bir sistem, yani gelişkin bir sosyalist toplum zorunludur. Kapitalizm koşullarında rüşvet ve yolsuzluğu engellemek olanaklı değildir. Nispeten azalabilmesi için ise, adına layık güçlü ve örgütlü bir sol muhalefetin-geleneğin varlığı zorunludur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.