“Çözüm sürecini” AKP’nin çözümü istediği ama devlet içindeki farklı odaklar tarafından zorlandığı bir zemine yerleştiren liberal bakış, şimdiki “post modern darbeyi” çözüme karşı yapılmış görerek, AKP’yi bir biçimde “destekleme” ya da “sessiz kalma” tutumunu yokluyor. “Çözüm sürecini” halkın gücünün rejimi masaya oturtması olarak gören bakış, elbette “post modern darbeyi” yapan ABD-Cemaat ortaklığının “tasfiyeci” kimliğini görerek, […]
“Çözüm sürecini” AKP’nin çözümü istediği ama devlet içindeki farklı odaklar tarafından zorlandığı bir zemine yerleştiren liberal bakış, şimdiki “post modern darbeyi” çözüme karşı yapılmış görerek, AKP’yi bir biçimde “destekleme” ya da “sessiz kalma” tutumunu yokluyor. “Çözüm sürecini” halkın gücünün rejimi masaya oturtması olarak gören bakış, elbette “post modern darbeyi” yapan ABD-Cemaat ortaklığının “tasfiyeci” kimliğini görerek, ama oluşan ortamda açığa çıkan devrimci-demokratik fırsatlara odaklanarak, Haziran’da düştüğü zaafı aşıp sokakları dolduran halk güçleriyle ortaklaşma tutumuna yönelecektir
Ona yönelen bilindik dogmatik eleştirilere rağmen, bata çıka ayakta kalmaya çalışan “çözüm sürecinin”, şimdiye dek Kürt halkı açısından faydalı olduğunu saptayabiliriz.
Ama, her hamle ve her kazanım bıçak sırtında konumlanıyor; egemen güçler de kendi hedeflerine doğru sürekli hamle yapıyor; süreç aniden “tasfiyeci” bir zemine de düşebilir.
Halen içinde olduğumuz ya da henüz bitmeyen süreç, bütün güçler tarafından farklı yönlere çekiliyor. Doğaldır, bölgenin kaderini bile etkileyecek çapta bir toplumsal gerçeklik, elbette bütün sınıflar ve diğer toplumsal güçler için bir gerilim/çekişme alanı oluyor, gittikçe artan oranda olacak da.
İşler o noktaya doğru gidiyor ki, 4 parçaya bölünmüş Kürdistan fiilen bütünleşiyor ve bu coğrafyada hegemonyasını kurabilen güç, bölgenin tümünde de, özel bir ağırlık kazanacak.
Karşılaştığı direniş sonucunda hedefine ulaşamayan emperyalist müdahalenin bölgede yarattığı kaos ortamı dikkate alınırsa, kazanan gücün tüm bölgede de olağanüstü bir inisiyatif alacağı açık.
Kürt Halk Hareketi’nin halkçı ve laik yapısı, hareket içindeki emekçi-yoksul ve kadın hegemonyası, onu bölgede bu özelliklere sahip tek güç olarak özel bir konuma itiyor. Bölgedeki bütün emekçilerin ve kadınların çekim alanı oluyor.
Küresel demokrasi güçleri ve anti-kapitalist hareketler de dikkatlerini giderek Hareket üzerinde yoğunlaştırıyorlar.
Kapitalizmin en çok geliştiği ve en fazla nüfusun olduğu kuzey Kürdistan’da-Bakur’da ya da Türkiye Kürdistan’ında veya ( haydi, eskiye dönelim) doğu ve güney-doğu Anadolu’da oluşan PKK; hiç de rastlantı olmadan ve şaşırtmayarak, emekçi-yoksul Kürtlerin öncülüğünde, laik ve halkçı yapıda kuruldu ve hızla aynı zamanda özgün bir kadın kurtuluş hareketi yapısını kazandı.
Önceki ve diğer bölgelerdeki Kürt hareketlerinden böylesi bir yapısallıkla açıkça farklılaşarak ve süreç içinde bu farklılığını sürekli koruyup “kendi gücüne güvenerek” yol alan ve o gücün yoksul-emekçi-kadın karakterinin ona kazandırdığı muazzam isyancı yeteneği ve kaybedecek bir şeyi olmayanların uzlaşmaz öfkesini taşıyan Hareket; öncekilerin geri adım atıp, uzlaşıp, paniğe kapılıp, gücünü organize edemeyip yenildiği ve tasfiye olduğu bütün eşikleri geçerek bugünlere ulaşabildi.
Belirleyici olan, özellikle vurgulayalım, emekçi ve kadın karakteri ve bu güçlerin devrimci potansiyelini uygun bir örgüte ve taktik zenginliğe kavuşturan önderlikti.
Kürt egemenlerinin her seferinde yenildiği veya uzlaştığı-dağıldığı bir tarihselliğin içinden çıkıp gelen emekçi-kadın yapısallığı ve o yapısallığın bütün devrimci potansiyelini açığa çıkartmayı beceren önderlik, yenilmeden ve dağılmadan günümüze ulaşabildi.
Şimdi, öyle görünüyor ki, Kürtler özel önemde bir yeni tarihsel kavşakla yüzleşiyorlar. Geçmişte aştıklarından çok daha karmaşık ve zorlu bir eşiği daha aşmak ya da tasfiye olmak; “olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” denmişti yüz yıllar önce, aynen öyle!
Dört parçanın devletleriyle savaş-uzlaşma gerilim ekseninde konumlanmak; dört parçanın, Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin devrimci ve demokratik güçleriyle özel ittifaklar kurarak devrimci-demokratik süreçlerin önünü açmak; bölgeye saldıran emperyalist devletler ve yerli egemenlerle uygun gerilim-uzlaşma eksenleri kurmak ve bölge halklarıyla uygun ittifak alanları inşa etmek; her biri olağanüstü karmaşa ve zorluk taşıyan bu süreçlerin hepsini aynı anda yürütebilmek.
İşte, güncel yol ayrımı burada oluşuyor; ya bunların hepsi birden başaracaklar veya ağır bir tasfiye dayatmasıyla zorlanacaklar.
Rojava’da olup bitenler, Kürtlere moral veriyor, “neden olmasın, neden başarmayalım, başarabiliriz!” inancını besliyor.
“Çözüm süreci”; neden?
Çözümün “nasıl” olacağı, onun “neden” başladığıyla doğrudan ilişkili.
“Çözüm sürecinin” neden başladığına dair yorumlar, iki zıt kutuptan beslenip, farklı nüanslarda şekilleniyorlar. O iki kutbu netçe ve çıplak olarak koyarsak, nüanslarda hem kaybolmayız hem de onları daha iyi anlarız.
Liberal – burjuva bakışa göre, AKP’nin demokrasi hamlesinde sıra Kürt sorunun çözümüne geldi. Ama, halen kendini sürdüren Ergenekon’un gücünü ve Türk halkı içindeki şovenizmin egemenliğini görüp, AKP’yi fazla zorlamadan yol alınmalıdır.
AKP, esas olarak sorunu çözmek istiyor, ama önündeki engelleri aşması zor, ona zaman tanımalı ve o arada, sürecin sağlığı açısından, Kürt Halk Hareketi sadece dağlardan değil sokaklardan da çekilmeli, eski kafalı Türkiyeli devrimcilerden uzak durmalı ve AKP’nin işini kolaylaştırılmalıdır.
İşte, sadece AKP’nin beyin takımı ve yeminli propagandistleri değil, farklı nüanslara yayılmış olarak, liberallerden epey geniş bir alana yayılan liberal etki alanı içindeki sol güçlere kadar, hakim olan görüş budur. Kürt Halk Hareketi içinde, Leyla Zana’nın önde gözüktüğü burjuva güçlerin de “çözüm süreci” anlayışı budur.
Bu bakış açısından,” kötü adam” Kandil ve özellikle Cemil Bayık.
Zaten, 2010’da çözülmek üzere olan sorunu Devrimci Halk Savaşı(DHS) hayaliyle bozan, bozabilmek için provokasyon yapan ve esasında böylece Öcalan’ı da boşa düşürüp kendini-kendi eski sosyalist hayallerini Kürt halkına dayatan, gene aynı güçtü.
Peki, ne oldu da yeniden “çözüme” geldik?
DHS yenildi, Öcalan yeniden inisiyatif kazandı ve AKP ile Öcalan o yenilgi sayesinde Kandil’e karşı hamle yapabildi ve yeniden “çözümün” önü açıldı! Öcalan bilge adam, Erdoğan cesur siyasetçi, Kandil ve özellikle Bayık, provokatör ve maceracı, kendi çıkarları için Kürt halkını kullanıyor.
Liberallerin tam tersi konumlanma da, kendisini şöyle konumlandırıyor:
AKP asla “çözüm” istemiyor; ama “çözüm” ona ve temsilcisi olduğu egemenlik sistemine halkın zoruyla dayatılabilir. Koşullar böylesi bir zorlamaya olanak sağlıyor, denenmelidir.
Peki, AKP ve Türk devleti, neden “çözüm” masasına otursun?
DHS başarı kazandı, Kürt gerillaları ilk kez “vur-kaç” değil “vur-kal” konumuna yerleşti ve “kurtarılmış bölge” yönelimine geçti. Savaşın devamında, Roboski’de de görüldüğü gibi Kürt halkının ödeyeceği bedeller çoğalsa da, TC çok daha ağır bedeller ödemek zorunda kalacak.
Zaten ekonomik kriz tarafından zorlanan ve Orta-Doğu’da tümüyle iflas eden AKP, bir de DHS gücünü arkasına alan Kürt hareketi tarafından zorlanınca, “çözüm”, çaresizce girmek zorunda olduğu, ama her fırsatta bozacağı ya da Kürt halk güçlerini bölmeyi veya tasfiye etmeyi deneyeceği bir zorunlu süreç.
AKP, “çözümü” istemese de, “çözüm” masasına oturtulabilir, o masanın etrafında yaşanan süreç içinde, Kuzey’de/Bakur’da kazanımların meşruiyeti genişletilerek kalıcılıkları güvencelere kavuşturulurken, Batı’da/Rojava’da başlayan sürece odaklanma imkanı sağlanarak halkın “demokratik özerklik” temelinde örgütlenmesi sağlanabilir.
Aynı sürecin bakışımlı ilerleyen farklı bir kanalında, Türkiyeli ve Suriyeli devrimci-demokratik güçlerle uygun ittifaklar kurarak, her iki ülkenin halklarının çıkarları yönünde inisiyatif alınabilir.
AKP, istemeden oturduğu “çözüm” masasını devirmek için fırsat kollayacağı için, sürecin garantörü, halkın uyanıklığı ve sokaklarda ve toplumsal yaşamın bütün alanlarında fiili-meşru zeminde yürüteceği mücadeledir.
Evet, iki kutbu kabaca böyle resmedebiliriz.
İki kutbun egemenlik alanına baktığımız zaman, güçlü olanın ilk görüş olduğu, Kürt Hareketinin yasal zemininde hakim olan anlayışın da ilk görüşün farklı nüansları olduğunu görebiliriz.
Öcalan ve Kandil, aksi yöndeki güçlü zorlamalara rağmen ikinci görüşte tutunmaya çalışıyor.
“Çözüm süreci”, nasıl?
“Çözüm masası” neden kurulduysa, “çözüm süreci” de o gerekçelerin ittiği zeminde ilerlemeye yazgılı olacaktır.
“Neden” kurulduğu üzerinde yapılan tartışmalar, gerçek yaşamın içinde sınanacak, üstlerindeki bilinçli ya da bilinçsiz yanılsamalar dökülecek, gerçek güçlerin gerçek ilişkileri “doğru nedeni” açığa çıkartacaktır.
Süreç başlayalı neredeyse bir yıl olduğuna göre, gerçekliğin kendisini herkese de göstermiş olması gerekir.
Liberallere göre, her şey yolunda; silahlar sustu, Kürt sorunu rahatça tartışılıyor, arkası gelecektir.
Bu bakıştan etkilenen, ama elbette birçok eleştiride bulunup AKP’yi zorlayarak sonuç almaya çalışan epey geniş bir BDP’li ya da “sosyalist” politikacı var.
AKP zorlanmalı, verdiği “çözüm” kararını uygulamak için ürkekliğini üzerinden atmaya teşvik edilmeli, o arada hala ayakta olan eski “Ergenekoncular” ve yeni Cemaatçi “paralel devletin” provokasyonlarına karşı uyanık olup, AKP’yi bunlara karşı zor duruma düşürecek hamlelerden sakınılmalıdır.
Burada açık ki, bir ön kabul var: “AKP karar vermiş, çözüm istiyor!”
Diğer kutbun, özellikle Kandil’in açıklamaları, tam tersini işaret ediyor.
Bu kanadın ön kabulü ; “AKP çözüm istemiyor, çözüm yolunda yürünecekse, ona hiç güvenmeden, ona rağmen ve halkın gücünü ona dayatarak, çözümün kurumları fiilen inşa edilerek ve bu kurumlara meşruiyet kazandırılarak yürünecektir. Silahlar susmalı, ama sokaklar dolmalıdır!”
“Çözüm” yolunda net bir adım sadece silahların susması konusunda atıldı. Ki, en son Yüksekova/Gever’de olanlar, o ileri adımı da tehlikeye düşürmüş durumda.
“Çözüm süreci” boyunca Öcalan’ a uygulanan özel tecrit politikasının devam etmesi, tutuklu binlerce yasal Kürt politikacının “rehin” olarak tutulmaya devam edilmesi, bölgede yüksek güvenlikli karakollar yapımının hızlandırılması ve benzeri birçok somut gerçeklik, AKP’nin, “sürece” çözüm değil, “savaşa zorunlu ara” olarak baktığını gösteriyor.
O arada bolca verilen sözler ve vaatler, gerçekliğe dönüşmedikçe, “oyalama”; Öcalan ve Kandil arasında en üst düzey iktidar yetkilileri tarafından sürekli gündeme getirilen ve medya tarafından köpürtülerek servis edilen “asparagas” didişme haberleri,”bölme ve Öcalan ve Kandil’i itibarsızlaştırma”; Barzani ve Zana üzerinden yürütülen Kürt burjuvalarına yönelik “satın alma” politikaları,”bölme”; Hizbullah ve Hüda-Par’la Başbakan düzeyinde yapılan görüşmeler, “bölme ve Kürtleri birbirine kırdırma”; Rojava’da halka karşı silahlı çetelerin desteklenmesi,”ezme” politikalarının devam ettiğini gösteriyor.
Özellikle Öcalan ve Kandil tarafından vurgulanan bu bakış, “çözümü” belli bir tarihte AKP ile yapılacak bir masa başı antlaşmasına indirgemiyor. O türden taktik kazanımlara önem verse de, bir “çözüm-süreç” mantığı içinde yol almaya çalışıyor.
“Çözüm-süreç” zemini, zamana yayılan bir dizi karmaşık sürece kendi içinde yol veriyor.
Sürecin ana hedefi, dört parçadaki Kürt halkı içinde “ demokratik özerklik” zemininde halkın örgütlenmesinin sağlanması.
En büyük “parça” olan Türkiye Kürdistan’ın da, silahlı çatışmanın durması, mücadeleyle kazanılan hakların yasal güvencelere kavuşturulması, halkın bütün toplumsal halleriyle özgürce örgütlenmesi ve kendisini ifade etmesi.
Rojava’da, Suriye’de oluşan kaotik ortama halkın silahlı ve politik iradesini dayatarak, “demokratik özerkliğin” fiilen inşası ve “çözüm sürecinin” yarattığı diplomatik imkanları kullanarak, o kazanımın küresel ve bölgesel meşruiyetinin ve kalıcılığının sağlanması.
Irak Kürdistan’ın da toplanacak bir Ulusal Kongre yoluyla Kürt halkının bölgedeki varlığını ortaklaştırma sürecinin önü açılırken; dört parçada yapılacak ayrı konferanslarla, Kürt halkının bölgedeki bütün halklarla dayanışmasının ve daha ötesinde, bölgedeki halkların emperyalist saldırılara ve yerli egemenlere karşı “demokratik özeklik” zemininde özgür örgütlenmesinin sağlanması.
Öcalan, en son “Demokratik İslam” konferansıyla, emperyalistlerin ve yerli egemenlerin bölge halklarını diz çöktürebilmek için yıllardır kullandıkları, kendilerine doğrudan bağlı yerli şebekelerle bütün potansiyellerini kendi çıkarları yönünde eğip büktükleri İslam dinine yönelik “demokratik” potansiyeli açığa çıkarma hamlesi yaparak, “çözüm sürecinin” karmaşık ve riskli ama olmazsa olmaz bir yönelimine daha kanal açtı.
İslam yoruma açıktır ve pekala, şimdiye dek kötürümleştirilmiş içindeki komünal değerler canlandırılarak bölgedeki halkçı-demokratik hareketin içinde konumlanmasının önü açılabilir.
İşte; liberaller, sığ sularda kulaç atıp neşeyle hoplayıp zıplarken, Öcalan ve Kandil’in, Kürtlerin ve bölgedeki tüm halkların yeni yüzyıldaki rolüyle ilgili zengin, karmaşık ve tarihsel bir yönelime girdikleri ve “çözüm sürecini” de böylesi bir yönelimin destekçisi olarak anlamlandırmaya çalıştıkları gözüküyor.
Marksizm’le ve sınıflar mücadelesiyle ilgili derin yanılsamalar ve “radikal demokrasi” zemininde konumlanmanın mantıksal “reformist” mantığı, sürecin önderi Öcalan’ın kritik anlardaki kararlarında olumsuz ve sistem içi uzlaşmaların önünü açma tehlikesini taşısa da; Öcalan’ın, örgütünün ve Kürt halkının onlarca yıla yayılmış mücadele deneyiminin “teori” alanındaki yanılsamaları “ pratik” olarak aşma potansiyeli güçlü.
Güney Afrika ve Mandela örneğinin tekrar edilmesi zorunlu değil.
15.12.2013
Not: Yazının yazıldığı hemen yukarıdaki tarih, artık özel bir anlam kazanan 17 Aralık’ın öncesine denk geliyor. Yaşanan gelişmeler yazıdaki ana yönelimleri, 17 Aralık sonrasının koşullarında yeniden konumlanmaya zorluyor.
“Çözüm sürecini” AKP’nin çözümü istediği ama devlet içindeki farklı odaklar tarafından zorlandığı bir zemine yerleştiren liberal bakış, şimdiki “post modern darbeyi” çözüme karşı yapılmış görerek, AKP’yi bir biçimde “destekleme” ya da “sessiz kalma” tutumunu yokluyor.
“Çözüm sürecini” halkın gücünün rejimi masaya oturtması olarak gören bakış, elbette “post modern darbeyi” yapan ABD-Cemaat ortaklığının “tasfiyeci” kimliğini görerek, ama oluşan ortamda açığa çıkan devrimci-demokratik fırsatlara odaklanarak, Haziran’da düştüğü zaafı aşıp sokakları dolduran halk güçleriyle ortaklaşma tutumuna yönelecektir.
Fazla söze gerek yok aslında; Rojava’da izlenen “bağımsız” politika, yaşanmış ve başarı kazanmış bir örnek olarak apaçık ortada değil mi? Suriye’de dağılan emperyalist hesaplar neden Türkiye’de de dağılmasın?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.