Beraber yürümüşlerdi bu yollarda, çok uzun yıllar; demokrasiye karşı, Kemalistlere karşı, Alevilere karşı, kadınlara karşı. Ve elbette sola, sosyalistlere karşı. Fethullah Gülen, 12 Eylül faşist darbesinden sonra generallere övgüler diziyordu; “Allah 12 Eylül’ü yapanlardan razı olsun”. Bu sabırlı, sinsi yürüyüşleri sonunda başarılı da oldu. 11 yıl önce AKP koalisyonunu kurup iktidara yerleştiler. AKP iktidarının ilk […]
Beraber yürümüşlerdi bu yollarda, çok uzun yıllar; demokrasiye karşı, Kemalistlere karşı, Alevilere karşı, kadınlara karşı. Ve elbette sola, sosyalistlere karşı. Fethullah Gülen, 12 Eylül faşist darbesinden sonra generallere övgüler diziyordu; “Allah 12 Eylül’ü yapanlardan razı olsun”. Bu sabırlı, sinsi yürüyüşleri sonunda başarılı da oldu. 11 yıl önce AKP koalisyonunu kurup iktidara yerleştiler. AKP iktidarının ilk iki dönemi oldukça da verimli geçti. Tayyip Erdoğan’ın en ön safta yer alarak, kitleleri maniple etme gücünü sergilemesi çok işe yaradı. Ortak düşmanlarına karşı başarılı operasyonlar yaptılar, her türlü yolu mubah sayarak. Sermaye grupların “desteğinin” ne kadar önemli olduğunun farkındaydılar, işi riske atmadılar, kendi gruplarını palazlandırdılar. Devlet olanaklarını, sadece yedirmek için değil aynı zamanda karşı sermaye gruplarını yıldırmak için de kullandılar. Kamusal hakları gasp ettiler, kamusal malları, varlıkları yağmaladılar, yağmalattılar. Bu yağma sadece kendi ceplerini (kutularını) doldurmakla kalmadı, aynı zamanda bir suç ortaklığı ağı da yarattı. Zaten asıl olarak da iktidarlarını, bu suç ortaklığının gücü pekiştirdi.
Tayyip Erdoğan’ın “ustalık dönemi” diye adlandırdığı üçüncü dönem ise bir taraftan sorunların biriktiği diğer taraftan ise yanlış tercihlerin sonuçlarının ağırlaştığı bir dönem olarak yaşanmaya başladı. Bugün Erdoğan-Cemaat kapışması olarak yaşanan süreç, kişisel iktidarların çatışması olduğu kadar asıl olarak bu 11 yıllık süreçte biriken sorunların ve yanlış icraatların sonucudur. AKP iktidarı, Özal döneminde yarım kalan neoliberal programı ilerletmekte sermaye lehine çok önemli adımlar atmış olmasına, eski rejimin çürümüş direngen kadrolarını tasfiye etmiş olmasına rağmen bu programın nihai hedeflerine ulaşmasını sağlayamamış/sağlamamıştır. Yeni Anayasa yapılamamış, sermaye lehine yeniden düzenlenen emek rejimi (taşeron sistemi, kıdem tazminatı v.s) ve uluslararası ticaret hukuku yasal güvencelere kavuşamamış, liyakat esasına dayalı bir devlet kadrolaşması oluşturulmamıştır. (Sermaye çevrelerinden uzunca bir süredir gelen “Erdoğan misyonunu yerine getirdi, yeni dönemin adamı değil” eleştirileri bu nedenledir). Bunlarla birlikte ekonomide ve Kürt sorununda kalıcı, yapısal bir düzen inşa edilememiştir. Dış politika ise sürekli sorun üreten kangrenli bir uzva dönüşmüş, emperyalist merkezlerle yaşanan gerilimler (ABD, AB, İsrail) kalıcı hale gelmiştir. Dolayısıyla bugün yaşananlar bir “siyasi iktidar krizi”dir.
Bu iktidar krizinin aynı zamanda önümüzdeki dönemin iktidarının belirleneceği zaman aralığında yaşanıyor oluşu da kaçınılmazdır. Yerel yönetimler, cumhurbaşkanlığı ve meclis (aynı zamanda hükümet) en önemli iktidar merkezleridir. Bu üç merkezin nasıl dizayn edileceği hem emperyalist merkezler hem uluslararası ve yerel tekelci sermaye hem de kişisel çıkar grupları için “yaşamsal” öneme sahiptir. Yeni iktidar(lar)ın paylaşım savaşı, “şimdilik” çıkar ve pozisyon koruma biçimde başladı. Bunun en önemli nedeni sürecin tetikçiliğini Gülen Cemaati’nin yapıyor oluşudur. (Bu noktada belirtmek gerekir ki bu paylaşım savaşı başka bir gerekçeyle de tetiklenebilirdi, örneğin Suriye üzerinden ya da 2001’dekine benzer bir ekonomik kriz üzerinden). Siyasi yönelim farklılıkları yeni iktidar(lar) oluştuktan sonra daha belirgin görülecektir.
Gülen Cemaati’nin, bu sürecin tetikçiliğini yapmasının kuşkusuz nesnel nedenleri mevcut. Cemaatin yüzde 3 ile yüzde 5 arasında bir oy potansiyeli olduğu iddia ediliyor. Güçlü ideolojik (siyasi ve dini) bağları olan bir hareket değil. Daha çok güçlü sosyal bağlara sahip çıkar ilişkilerine yaslanıyor. Camiler, tarikat ilişkileri üzerinden örgütlenmemek elbette özel bir örgütlenme tercihi. Gücünü kitleler üzerinden değil kadro ağından sağlıyor. AKP iktidarından önceki dönemin devlet kadrolarının tasfiye edilmesi ısrarı ve canhıraşlığı tam da bu yüzden; Yetiştirdiği kadrolara yer bulma ve zamanı iyi kullanma zorunluluğu. Yargı, İçişleri (özellikle polis teşkilatı), ordu, maliye, futbol, medya ve dışişleri özel tercihleri arasında (AB ile ilişkiler, ekonomi bakanlıkları, aile ve kadın, teknoloji, orman ve su işleri v.s ilgi alanlarına girmiyor şimdilik). Parlak kadro profili 45-55 yaş arasında, yani 12 Eylül darbesinin çocukları. Cemaat ve elbette bütün gericiler 12 Eylül generallerine çok şey borçlu. Bu arada tarihin ilginç karşılaşmaları da yaşanıyor. Cemaatin has adamlarından Zekeriya Öz 1991 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Tayyip Erdoğan’ın onun karşısına atadığı yeni İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok ise 1988 İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler mezunu. İkisi de 80 sonrasında gericilerin devlet kadrosu yetiştirme taktiğinin özel yönlendirme ürünleri (O dönemki gençlik mücadelesinin en yoğun yaşandığı ve sadece solcuların etkinlik yapabildiği Merkez Bina’daki forum alanına bakan iki karşı binada okumuşlar. Ama sola sempati duymak bir yana hınçlarını bilemişler, solcularla, sol düşünceyle etkileşmemek için özel fanuslarda yeşertilmişler). Kısacası, iktidarın yeniden paylaşılması konusunda “arıza”yı cemaatin çıkarması, hatta çıkartmaya zorlanması hem nesnel bir zorunluluk hem de öznel bir tercih.
Tayyip Erdoğan’ın artık gelinen noktada varını yoğunu ortaya koymaktan başka bir tercihi ise kalmadı. Belki diğerlerine göre (yani doğrudan ABD’yi ya da Esad’ı tercih etmekten) daha kolay bir düşman seçtiği ileri sürülebilir. Doğrudan ABD ile Kürt hareketi ile ya da faiz lobisi ile kapışmak daha zorlu olurdu, hele hele Haziran İsyanı’nı gördükten sonra toplumun diğer yüzde 50’si ile kapışmak en son tercihi olurdu. Cemaat ile kavgaya giren Erdoğan, bütün yolları kapattığını düşünüyordu. Üst kadroların hepsini kendi atamış/kendine bağlamıştı, bütün siyasi oluşumları (HAS Parti, Demokrat Parti, BBP) iç etmişti, ortak düşmanı yani CHP’yi her gün yeniden ve yeniden hatırlatıyordu. Bir tek oğulcuklar dışarıda kalmıştı, ona yapacak bir şey yoktu çünkü talan ve yolsuzluk AKP kadrolarının genlerine yaratılmadan önce yerleştirilmişti bir kere. Artık Tayyip Erdoğan’ın yapabileceği tek bir şey kaldı; yerel seçimlere kadar durumu götürebilmek (Bilal’e de artık “seçime kadar evden çıkma” demiştir bile). Eğer pozisyonunu seçime kadar koruyabilirse sandıkta hala şansının olduğunun farkında. Çünkü ülkedeki siyasi temsiliyetin “merkez sağ” diye tabir edilen kısmının yani yüzde 60’lık kısmının (+yüzde 10 MHP) sandıktaki adresi hala AKP.
İşte tam da bu noktada Tayyip Erdoğan’ın çok kaygılandığı “siyasi mühendislik” projesi (bu tespitte çok haklı) devreye giriyor. Projenin aktörü olmasa da figüranı CHP. Bugünden bakılınca anlaşılmaktadır ki CHP üst kadrolarının bir kısmı birkaç aydır AKP’ye yapılacak operasyonun bilgisine haizdirler. Bağdat’a gitmeler, ABD’ye yapılan ziyaretler, Sarıgül ile yapılan anlaşma, Kürtlerle yerel seçim ittifakı yapılacak oyalaması ve MHP’li Mansur Yavaş ve AKP’li hoşnutsuz belediye başkanlarının transferi. CHP’ye vaat edilen nedir? Oy oranını artırmak için AKP’den oy çalmak ve bu oyları çalarak İstanbul ve Ankara (ve Hatay) belediye başkanlıklarını ele geçirmek. AKP’den alınan belediye CHP’nin belediyesi mi olacak? Bu operasyonu yürüten kim? CHP Genel Başkanı’nın biri Demirelci biri faşist iki danışmanı, kılavuzu karga olanın…(Bu arada CHP’nin diğer belediye başkan adayları kusursuz mu? Bu soruya bütünü için yanıt verilemez ancak başka bir sorunun yanıtı aranabilir: CHP’li müteahhitler neden belediye başkanı olmak ister?)
İşler farklılaştığında -ki büyük ölçüde yerel seçimlerden sonra yeni “siyasi mühendislik” projeleri yapılmak zorunda kalacak- bu kez operasyon konusunun CHP olacağından kimsenin kuşkusu yok. Çünkü projeyi yapanlar başarılı olursa merkez sağın tek temsilcisi AKP olmayacak, yeni temsiliyetlere ihtiyaç duyulacak. Ve bunun için başvurulacak yerlerin (yani transferler için) başında zaten borçlanmış olan CHP gelecek. CHP, sağ bir koalisyonun çatı partisi olabilir mi? Böyle bir koalisyonun sürükleyici halkası Kılıçdaroğlu olabilir mi? Kısacası CHP yönetimi tam bir gaflet ve dalalet içinde. Üstelik kendisi açısından tarihsel fırsatı yakalamışken.
Kendisine mahkum, hoşnutsuz, parçalı bir egemenler topluluğu varken. AKP’den umudunu kesmiş, kaderini ortaklaştırmayı arayan bir Kürt halkı varken. Daha da önemlisi Haziran’da ayağa kalkmış milyonlarca insanın talepleri ve dinamizmi hala canlıyken. CHP; Tuzluçayır’ın, Dikmen’in barikatlarını temsil etmesi için bir MHP’liye, Hatay-Armutlunun kaybettiği yiğit çocuklarını temsil etmesi için de bir AKP’liye mi oy isteyecek?
Ülkemizde şu an yaşanan çatışmanın tarafları, iç dinamikleri değerlendirildiğinde bu sürecin kendi içinden bir ilerici iktidar alternatifinin çıkabilmesi olası değil. Üstelik süreç bu aktörlere bırakıldığında daha da gerici ve saldırgan bir neoliberal programın uygulayıcılarının öne çıkacağı daha büyük bir olasılık. Siyasi iktidar krizinin açık çatışma biçiminde ortalıkta yaşandığı böylesi dönemlerde, güçlü bir devrimci hareketin eksikliği çok çarpıcı bir biçimde hissediliyor. Sosyalistlerden Kürt Siyasi Hareketine, sosyal demokratlardan Alevi topluluğuna, kadın hareketinden doğa ve kent hakkı mücadelesi veren gruplara kadar çok geniş bir halk hareketini ortak bir programda, ortak bir eylem hattında ve ortak bir siyasi temsiliyette birleştirebilecek bir devrimci hareket, ülke siyasetinin tüm rotasını değiştirebilecek bir etkiye sahip olabilir.
Neoliberalizme ve gericiliğe karşı sokağa çıkmış olan halk, bugün için siyasi bir temsiliyette birleşemiyor olsa da yaşanan “it dalaşına” kendi bağımsız hareket noktalarından ve bağımsız çıkarları doğrultusunda müdahale edebilir, etmelidir de. Haziran ayında sokağa çıkan milyonlarca insan (sokağa çıkmayan diğer milyonlar da), bugün ortalığa dökülmüş kepazeliği zaten biliyor, sonuçlarını yaşıyordu. Bugün görülenler, bilinen gerçeğin fotoğraflanmış hali. Buna rağmen halk tepkisinin henüz sarsıcı bir biçimde sokağa yansımaması, CHP ve BDP çevrelerince de propaganda edilen “yesinler birbirlerini, biz taraflardan biri olarak gözükmeyelim” tavrından kaynaklanmakla birlikte asıl olarak bu sürece nasıl ve neresinden müdahale edileceğinin bilinmemesinin sonucudur. Sistemin bu krizine devrimci müdahalenin yolu elbette yine sokaktan geçmektedir ancak müdahalenin hedefi tek başına “Gezi”nin tekrarlanması ile sınırlı olmamalıdır.
Gezi, başlangıcı itibariyle bir dayatmaya karşı gelişen engelleme hareketiydi. Bu krizde ise, bir iktidarın hırsızlıklarının, yağma ve talanının ortaya saçılması söz konusu. Bu sürece, halkın iktidardan hesap sorma, gasp edilen ortak zenginliklerini geri almak ve yağmanın devamını engellemek için sürece el koyma hareketi ile müdahale edilebilir. Bu da basit protestoculuğu ve sistem içi hesaplaşma düzlemini aşan, halkın bağımsız örgütlenmelerinin kendini doğrudan yetkili kıldığı doğrudan eylemlerle mümkündür.
“Kaynak yokluğu”, “ülke ekonomisi için ortak fayda üretme” bahanesiyle ve “kalkınma, büyüme” söylemleriyle eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel hizmetleri paralılaştıran ya da fahiş fiyatlarla satan; halkın evine, parkına, ormanına, deresine, kamusal alanlara el koyan; kentleri koca bir şantiyeye çevirenlerin, emekçiden kepçeyle alıp iş asgari ücrete, güvenceye gelince para yok diyenlerin bahaneleri, “ayakkabı kutusu”nun ardından halk gözünde geçerliliğini yitirmiştir. Her biri yağma düzeninin bir parçası olan engeller; turnikeler, Akbiller, faturalar, inşaat projeleri, şantiye korumaları hükmünü yitirmiştir. Gün, doğrudan eylemlerle hak mücadelelerini yükseltmenin, olaya el koymanın günüdür.
AKP, Haziran ayında sokakta yaşadığı meşruiyet kaybını hiçbir zaman telafi edemeyecek. AKP’lilerin tüm savunmaları, “yemeyen mi var, yediler ama çalıştılar”a indirgenmiş durumda. Bütün burjuva siyasetçilerinin ortak noktası ikiyüzlülükleridir. Bunların gayrimeşruluğunu büyütmek yerlerine gelecek olanları meşru kılmaz. Devrimcilere düşen bunların yerine geçmeye çabalayanlar için de şimdiden “çalışmaktır”. Bunun gereği de egemenlerin iktidarı çatladıkça, bu çatlakların doldurulmasına izin vermemektir. Çürümüş düzeniçi bütün aktörlerden hesap sormak ve bir bütün olarak sistemi sorgulatmaktır. Ancak böylesi bir mücadelenin içinde düzendışı bir sol alternatifi yaratmak mümkündür.
Yağmalamayan, çalmayan, halkın çıkarlarından ayrışmış çıkarları olmayanlar, yalnız devrimcilerdir.
Yağmanın, talanın, zorbalığın olmadığı tek düzen sosyalizmdir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.