Dün paralel devlet iddiasıyla KCK operasyonu yapıp binlerce Kürt siyasetçisini tutuklayanlar, bugün Cemaat’i devlet içinde besleyerek gerçekten paralel devlete dönüştürdüklerini kabul ediyorlar. CHP ise paralel devletten bahsetmemeye ve Cemaat’i ürkütmemeye özen gösteriyor Erdoğan-Gülen merkezli devam eden düşük yoğunluklu rekabet, geri dönüşü olmayan bir savaşa doğru evrildi. Erdoğan, “boyun eğmeyeceğiz, bizi teslim alamazlar” Gülen ise “herkes […]
Dün paralel devlet iddiasıyla KCK operasyonu yapıp binlerce Kürt siyasetçisini tutuklayanlar, bugün Cemaat’i devlet içinde besleyerek gerçekten paralel devlete dönüştürdüklerini kabul ediyorlar. CHP ise paralel devletten bahsetmemeye ve Cemaat’i ürkütmemeye özen gösteriyor
Erdoğan-Gülen merkezli devam eden düşük yoğunluklu rekabet, geri dönüşü olmayan bir savaşa doğru evrildi. Erdoğan, “boyun eğmeyeceğiz, bizi teslim alamazlar” Gülen ise “herkes haddini bilecek” diyor. İki İslami güç arasındaki savaş, yerini kısa süreli bir sakinleşmeye bıraksa da yeni bir barışa evrilmesi söz konusu olmayacak.
Milli Görüş geleneği ile küresel Gülen Cemaati arasındaki çatışmanın boyutları tahmin edilenden çok daha derindir. Bu sadece Türkiye’nin iktidar mücadelesi olmayıp aynı zaman uluslararası bağları bulunun bir süreçtir. Politik çelişkileri ve çatışmaları da içeren “Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu”nu kirli ilişkiler imparatorluğunun bir parçası olarak görmek sanırım yanıltıcı olmaz. Egemen sınıf politikalarında bu tür ilişkiler her zaman vardır, var olacaktır. Bu bakımdan politik bir metot olarak benimsenen kirli ilişki ağları, iki İslami güç arasındaki düşük yoğunluklu çatışmanın üst düzeye çıkmasında bir araç olarak kullanılacaktır.
Gülen, iktidarda bir pay almak yerine devlet olmak istiyor ve ‘yeni’ bir siyasal rejim oluşturduktan sonra Türkiye’ye dönmeyi planlıyor. Erdoğan ise sistem kurumlarının önemli bir kısmını kontrol ettiğini düşünerek, iktidar gücünü kendi stratejisi için kullanmayı hedefliyor. Yani bir bakıma bugün çok açık bir çatışmaya dönüşen süreç, iktidardan devletleşmeye yönelik bir savaştır. Kim galip gelir, ikisi birlikte mi kaybeder buna peşinen bir yanıt vermek yanıltıcı olacaktır. Ancak bilinen tek bir nokta var: İç politikada bu iki güçten kim kaybederse kaybetsin, tek kazanan güç küresel sermaye olacaktır.
Erdoğan ve AKP’nin 2007-2012 yılları arasında izlediği politika, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla çelişmeye başladı. Erdoğan, Beyaz Saray’ın özel odasında karşılandı ve çok önemli uyarılar yapıldı, izlemesi gereken rota önüne konuldu ve takibe alındı. Erdoğan ise kendi kafasında bölgesel güç olma hayaline tutuştu. İsrail, Suriye, Mısır, İran politikalarında kendi bildiğini yapmaya yöneldi. Bir NATO ülkesi olarak, Çin füze sistemini kullanmaya karar vermesi, Rusya’dan Shangay beşlisine alınması isteğini basın önünde dile getirmesi gibi bir kısım faktörler, ABD bakımından dikkatle izlendi. Bu gelişmeler, Erdoğan iktidarını kontrol altına alma ve iç politikadaki gücünü sınırlama fikrini giderek güçlendirdi. Bu bakımdan küresel güçlerin onayı, yönlendirmesi ve olanaklarıyla bu süreç başlatıldı. Bir başka ifadeyle ABD gibi küresel güçler bu süreci organize ediyor.
Operasyonun uluslararası ilişkiler boyutu
AKP’ye yönelik başlatılan ve arkasının gelmesi olasılığı yüksek olan bu operasyonlar, bölgesel ilişkiler bakımından da dikkatle izleniyor. İsrail ile olan ilişkilerin boyutu biliniyor. Ancak en önemlisi İran’dır. ABD, İran’a yönelik izlenen petrol-doğalgaz ambargosunun Türkiye tarafından ihlal edildiğini biliyordu ancak dönemsel dengeler nedeniyle sessiz kaldı. Türkiye’nin İran ile olan enerji bağlarının değeri 120 milyar dolar civarındadır. Halk Bankası ise iki ülke arasındaki para ve altın trafiğini örgütlüyor. Aynı şekilde Güney Kürdistan’daki para akışı da bu banka üzerinde gerçekleşiyor. Türkiye ekonomisi bakımından son derece önemli olan bu para akışı, ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rol bakımından görmezlikten gelindi. Ancak bugün süreç değişmeye başladı. Güvenlik Konseyi üyeleriyle nükleer pazarlıkta anlaşan İran, Ortadoğu siyasetinde çok daha aktif olmaya başlarken, bu ülkenin enerji kaynaklarının küresel tekellere pazarlanması için önemli hazırlıklar yapılıyor. Böylelikle Türkiye’nin Suriye politikasından sonra enerji politikası da çöktü denebilir. Bu çöküş Türkiye’nin özellikle sıcak sermaye hareketlerine dayanan ekonomik gelişimine de büyük bir darbe olacaktır. Türkiye ekonomisinin ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldığı ve ciddi kırılma noktalarının oluşacağı da kabul ediliyor.
Zarrab rolünü iyi oynadı
Azeri kökenli ve İran istihbaratı ile yakın ilişkisi olan Reza Zarrab’ın bu sürecin önemli bir figürü haline getirilmesi, sokakta para dağıtır gibi AKP’li bakanlara ve onların çevresine rüşvet dağıtması, acemice yapılan bir iş olmayıp, tersine çok planlı örgütlenen bir projenin parçası olarak işlev gördü. Ebru Gündeş’i bu plana bir meze olarak sunan Zarrab, kendi görevinin son aşamasına geldi. İran yönetimi, genç Zarrab’ı harcamadı, tersine Zarrab kendisine verilen görevi tamamlamış oldu. Ayrıca savcılığa verdiği bilgiler, AKP için önemli sorunlar yaratacak gibi görünüyor. Böylelikle yıpranmış ve iç politikada istikrarsızlaşmış bir Türkiye, Ortadoğu’da güç olamaz. Bunun tersine İran, eğer çok ciddi bir aksilik ve strateji değişikliği olmazsa küresel sermayenin desteğiyle Ortadoğu’nun Mısır ile birlikte iki lider ülkesi olacaktır.
Hem AKP’yi hizalayıp hem yeni seçenek oluşturma
Küresel sermaye iki planı birlikte yürütüyor: Birincisi AKP’yi yeniden kabul edilebilir sınırlar içerisine çekmek ve kendi politikalarına uyumlu hale getirerek daha bir süre birlikte çalışmaya devam etmek. Bunu yaparken de, AKP’nin iç politikadaki gücünü nispeten zayıflatarak bir denge oluşturmak. Ancak bugünkü süreçte AKP’nin bütünlüklü tasfiyesi gündemde değil. Bütün bunlar için AKP’nin de, kaçınılmaz olarak mevcut politikalarında bazı önemli değişiklikler yapması gerekecek. İkincisi AKP’ye karşı çok daha güçlü bir muhalefet hazırlayarak, gelişmelere bağlı olarak yeni alternatifler oluşturmak. Bugünkü dengeler içerisinde CHP bu sürecin önemli bir halkası olarak ön plana çıkıyor. Kılıçdaroğlu’nun ABD’ye davet edilmesi, küresel güçlerin yeni alternatif arayışlarından biri olarak görüldü. CHP’nin neoliberal politikalara daha uyumlu, AB sürecini devam ettiren, Ortadoğu politikalarında küresel sermayenin stratejisine bağlı klasik orta-sağ merkez partisi haline getirilmesi öncelikli olarak benimsendi. CHP’nin merkeze çekilme politikası, yerel seçimlerde özellikle İstanbul ve Ankara’da denenecek.
Türkiye’nin iç politikasını yeniden şekillendirmeye başlayan küresel güçler, Gülen Cemaati’ni bu sürecin önemli bir halkası olarak kullanıyor. Bu aynı zamanda Cemaat’in Türkiye’nin iç politikasında izlediği stratejiyle de uyumludur. Cemaatin tek bir ilkesi var: önce iktidar olmak, sonra devletleşmek. Bunu başarmak için bütün gücünü, olanaklarını ve kirli ilişkileri kullanıyor. ABD, İngiltere, İsrail ve hatta İran vb. istihbarat örgütlerinin dolaylı ittifakıyla gerçekleştirilen ‘rüşvet’ operasyonuna, Gülen Cemaati’nin devlet içerisindeki güçleriyle hukuki bir resmiyet kazandırıldı. Gülen Cemaati uluslararası istihbarat örgütlerinin olanaklarını kullanarak, devletleşme konusunda önemli hamleler yapıyor. Çatışma ve savaşın bir tarafı olan Cemaat, AKP’nin itibarsızlaştırılması için elindeki bütün olanakları kullanacak. AKP içerisinde dahi yeni krizler oluşturmak için Hakan Şükür gibi bir kısım milletvekillerinin istifası da gündeme gelebilir.
Seçimde AKP’nin burnunu sürtmek…
Bu çatışmanın dönüm noktası olarak görülen 31 Mart 2014 Yerel Seçimleri’nde, Cemaat, AKP’nin burnunu sürtmek istiyor. Cemaat, tabanın geleneksel / olası tepkisi nedeniyle CHP’yi açıktan desteklemeyebilir ama Ankara ve İstanbul adaylarını aktif olarak destekleyecektir. Ankara’da Mansur Yavaş, İstanbul’da Mustafa Sarıgül’ün ön plana çıkartılmasında Cemaat’in etkisi küçümsenmeyecek düzeydedir. Cemaat bu desteği sadece AKP’ye düşmanlık olarak vermiyor aynı zamanda kendi etki alanını genişletme politikasının bir parçası olarak görüyor.
Erdoğan ve AKP cephesinde ise işler tahmin edilenden çok daha karmaşıktır. Uluslararası ve bölgesel güç ilişkilerini hesaplama yeteneğinden çok yoksun olan AKP, küresel sistemde, oy oranlarının iktidar gücünü belirlemede tek başına etkili olmayacağını sanırım görmeye başladı. Yolsuzlukla mücadele iddiasında olanlar, tersine rüşvet ve yolsuzluğun örgütleyicileri haline geldiler. Bu bakımdan Erdoğan’ın, artık bütünüyle deşifre olmuş dört bakanı görevde tutma şansı bulunmuyor. AKP’nin böylesi bir adımı atması da sorunu çözmüyor, çünkü Başbakan’ın ailesi dâhil olmak üzere bakanların, milletvekillerinin, belediye başkanlarının içerisinde yer aldığı çok daha büyük rüşvet, yolsuzluk ve doğrudan kişilerin özel yaşamına dair şantaj bilgileri devreye girecek. Rüşvet operasyonu ile ciddi bir darbe alan Erdoğan, bugünkü pozisyonundan geri adım atmayarak, öncelikli olarak Cemaat’in devlet içindeki örgütlenmesine yönelik ciddi önlemler almaya başladı. Özellikle MİT tarafından hazırlanan raporlara paralel olarak Cemaat kadrolarına karşı başlattığı tasfiye operasyonuna çok daha kapsamlı olarak devam edilecek. Böylelikle sistem içerisindeki gücünü arttırarak direneceği ve Cemaat’e boyun eğmeyeceğini mesajını verecek.
Olasılıklar
Türkiye’nin iç politikalarında ve ittifaklarında olası değişiklikler:
– ABD’nin Cemaat ve AKP dengesi yeniden oluşacak. Kimin ne kadar, hangi düzeyde ön plana çıkacağı, AKP’nin yeniden uyum politikasına dönmesine ve Cemaat’in Türkiye’nin iç politik denkleminde alacağı pozisyona bağlıdır.
– Gülen’in ve Başbakan’ın oğlu Bilal’in ABD’de yaşaması bir tercihten mi yoksa bir zorunluluktan mı? Birbirine benzeyen bu iki duruma verilecek yanıt aynı zamanda ABD’nin iki İslami güç arasındaki denge politikasına dair işaretleri verecektir.
– ABD-CHP işbirliği çok daha artarak devam edecek. Buna karşılık olarak AKP, yeniden AB sürecine dönme eğilimine girdi.
– CHP-Cemaat yakınlaşmasına karşılık, AKP-Ordu yakınlaşması devreye giriyor.
– CHP, geleneksel statükocuların desteğini almaya devam ederken, AKP, yeniden dolaylı bir özeleştiriyle liberallere yönelebilir.
– Cemaat, Mustafa Balbay’ı bıraktırarak CHP ile olan yakınlaşma eğiliminde olduğunu gösterdi. Kürt milletvekillerinin taleplerini reddederek, hem Kürt politikasındaki tutumunu ortaya koydu, hem de AKP’yi zor durumda bırakmak istiyor. Buna karşılık, Erdoğan, özellikle yargı ve emniyetteki tasfiye sürecinden sonra Başbuğ gibi bazı generallerle, Kürt milletvekillerini serbest bıraktırarak yeni bir denge oluşturabilir.
– Erdoğan, saldırının Cemaat’ten geldiğini düşünerek, karşı tasfiye operasyonlarını hızlandırıp süreci bir avantaja dönüştürmek istiyor. CHP ise tersten cemaatin tasfiyesine karşı olduğu izlenimini vermeye başladı.
– Cemaat, PKK’siz bir Kürt politikasını gündemleştirmeye devam ederken, AKP’nin çözüm politikasındaki kararsızlığı onu daha çok zorlayacaktır. Mevcut politik kaosu dikkate alarak Öcalan’dan bu süreci Mart sonrasına bırakmasını isteyebilir.
– Dün paralel devlet iddiasıyla KCK operasyonu yapıp binlerce Kürt siyasetçisini tutuklayanlar, bugün Cemaat’i devlet içinde besleyerek gerçekten paralel devlete dönüştürdüklerini kabul ediyorlar. CHP ise paralel devletten bahsetmemeye ve Cemaati ürkütmemeye özen gösteriyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.