Türkiye, bütün hücrelerini saran bir alt-üst oluşun, dönüşümün içinde. Benzeri bir dönem, kapitalizmin 50’lerde bir eşiği aşan ilk hamlesinin sonuçlarının ülkenin yerleşik toplumsal yapısını sarsmasıyla, esas olarak da hızlı yaşanan bir sınıfsal belirlenim sürecinin sonucu olarak 60’lı yıllarda başlamıştı. 80’de 12 Eylül darbesiyle ketlenip, dumura uğratılan ve sonunda neredeyse olmamışa çevrilen toplumsal uyanış, 20 yıl […]
Türkiye, bütün hücrelerini saran bir alt-üst oluşun, dönüşümün içinde.
Benzeri bir dönem, kapitalizmin 50’lerde bir eşiği aşan ilk hamlesinin sonuçlarının ülkenin yerleşik toplumsal yapısını sarsmasıyla, esas olarak da hızlı yaşanan bir sınıfsal belirlenim sürecinin sonucu olarak 60’lı yıllarda başlamıştı.
80’de 12 Eylül darbesiyle ketlenip, dumura uğratılan ve sonunda neredeyse olmamışa çevrilen toplumsal uyanış, 20 yıl kadar ülkeyi sarstıktan sonra derinlere çekilmişti.
Darbenin önünü açtığı kapitalizmin gelişmesi ise, sürekli hızlanarak sürdü.
Bu hızlanmanın kabaca 1980-2000 arasındaki ilk dönemini, AKP’nin iktidar yıllarına denk gelen “Derviş kararları” sonrasındaki ikinci dönem izledi. Başından itibaren “dış kaynakla” büyüyen ekonomiye, ilk dönemde “dışarıdan” kabaca 40 milyar dolar akarken, akış neredeyse sele dönerek, sonraki 10 yılda 400 milyar dolara fırladı.
İşte, öyle oldu ki, sermaye biçimindeki toplumsal ilişki, iç içe geçen ve belli noktalarda odaklaşan ağlarla, ülkeye 80 öncesinden çok daha derinden nüfuz etti ve üstelik en ücra köşelerine dek yayılıp-saçılarak.
Eskiler daha da büyürken, bir dizi yeni ve büyük sermaye grubu oluştu. Sınırlı sayıda şehirde güçlü konumlanan sermaye, birçok yeni şehre doğru saçılıp, derinlemesine yerleşti. Hareketinin hızı ve manevra yeteneği de, cüssesi-kütlesiyle birlikte arttı.
O, hareketinin her anında, artık toplumsal ve siyasal alanın bütününü sarsıyor, sürüklüyor ve kendi hareketinin çıkarlarına bütünüyle uyumlu bir konuma girmeye zorluyor. Her yer sadece onun mekanı olmalı, her şey sadece ona hizmet etmeli.
Ama güneşin altında başka toplumsal güçler, sınıflar ve onların farklı çıkarları da var! İşte, “Her yer Taksim, her yer direniş!” sloganı, onların sermayenin doymak bilmeyen aç gözlü saldırısına verdiği tarihsel bir cevap olarak kavranırsa, gerçek anlamına kavuşur.
Sözü getireceğimiz yer de şu; Gezi’de rastlantı yok!
X X X
Evet, aniden geldi, kendiliğinden patladı; ama Gezi asla rastlantı değildi. Ve aslında, Gezi, sadece kendisinden ibaret bir şey de değil.
Ülke tarihinde, 1960-80 arasında yaşanana benzeyen bir yeni toplumsal uyanış döneminin açılışı yapıldı. Elbette, aynı şeyler yaşanmayacak, ama toplum var oluşunun şimdiki aşamasının kendisine sağlayabileceği olanaklara, özgürlüğe ve refaha doğru yeni bir hamle daha yapıyor.
O hamlenin hangi biçimlere bürüneceğini, ne şiddette yaşanacağını, nasıl sonuçlar yaratacağını, sermaye ve emrindeki güçlerle, toplumun özgürlükçü-demokratik ve devrimci güçlerinin yaşadığı-yaşayacağı sınıf savaşı belirleyecek.
Açılışın Gezi ile yapılması, halk güçlerine özel bir ivme verse de, sermayenin her şeyi olduğu gibi Gezi’yi de içerme ve içeremediği oranda da ezme yönünde davranacağı açık. Her durumda, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Onun klişe bir slogan olmadığını yaşayarak göreceğiz.
Yeni bir döneme geçiş
Sermayenin neredeyse tek başına toplumsal ve siyasal alanı kapladığı bir dönemden, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün diğer toplumsal güçlerin de kendi çıkarları yönünde davranarak yeni dengeler kurmaya çalıştıkları bir yeni döneme geçtik.
Elbette, 80 sonrası dönem büsbütün karanlık değil. Ama orada olup bitenler süreklilik kazanamıyor ve birbiriyle ilişkilenemiyor, tekil, dağınık ve parlayıp sönen toplumsal hareketler biçiminde yaşanıyordu. Gezi, bir yönüyle de, o dönemde birikenlerin patlaması ve o patlamanın gücüyle, hem birbirleriyle ortaklaştıkları hem de daha güçlü konumlandıkları başka bir düzleme sıçramasıydı.
Şimdi, protesto tarzındaki eylemlerden sonuç almayı hedefleyen eylemlere geçiliyor. Her an ve her yerde sonuç alıcı direnişlerle sermayenin emeğe ve doğaya saldırılarının önünü kesmek, sonucu alıncaya kadar sürekli ama birbirini tekrar etmeyen yaratıcı eylemlerle halkın çıkarlarını sermayenin çıkarlarına dayatmak, günün ve önümüzdeki dönemin toplumsal hareketlerinin ana yönelimi ve giderek toplumsal yaşamın normalleşmiş davranış tarzı oluyor.
Peki, dönemi başlatan Gezi İsyanı ne durumda, nereye gidiyor?
Gezi İsyanı’ndan sonra, başka bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Elbette, her şey birden başka bir şeye dönüşmedi, hatta yüzeyden bakarsanız sanki her şey yerli yerinde.
En başta, AKP ve Erdoğan, yine egemenler ve hala güçlüler.
Peki, şöyle daha dikkatli bir bakın, gerçekten öyleler mi?
İşte, her şey de biraz onlara benziyor. Hem eskisi gibiler, hem de sanki bir şeyler oluyor, değişiyorlar.
Gezi İsyanı’nın ana sonucu, en derinde, toplumun üstünde konumlandığı zeminde oluşturduğu çatlak.
Yüzeye, günlük yaşama ve toplumun geleceğe akışına doğrudan ulaşan derindeki çatlağın ürettiği dalgalar; evet, olup bitenleri aniden alt üst etmiyor, ama etkileyip sarsıyor, kimisinde dönüştürüyor, bazen de kasıp katılaştırıyor veya çatlatıyor, dağıtıyor vd…
Her an sanki bir şeyler olacakmış gibi bir hava esiyor, öyle bir beklenti var, değil mi?
Sizce, mesela o en sağlam gibi duran AKP ve Erdoğan, etrafındaki destekçileri kaybederken ve sonunda çekirdeğinde bile çatlama yaşarken, o kadar sağlam sayılır mı?
Gezi’ye tepkiler: Ezmek ya da Çözmek
Gezi İsyanı tarihin akışına özel bir ivme ve yön verecek çapta toplumsal derinlik ve şiddet taşıyordu.
İsyanı yürüten güçlerin yapısal özellikleri, sonuçların halkçı-demokratik ve hatta devrimci yönde oluşmasına destek verecektir. Ancak, gelişmeler, kendiliğinden değil, sürece özel bir yoğunlaşma sağlanabilirse, uygun örgütlerle uygun toplumsal ve politik hamleler yaparak hayata müdahale edilirse, emekçilerin çıkarına sonuçlar üretebilir.
Sadece devrimciler değil, bütün toplumsal ve politik güçler, Gezi İsyanı’nın doğurduğu sonuçlara yoğunlaşmış durumda. Ani bir patlamayla emrivaki olarak yaşanan toplumsal isyanın doğurduğu-doğuracağı gelişmeleri, bütün güçler kendi çıkarlarına uygun bir yapıya sokmaya çalışıyor.
Görmezden gelip unutturmaya çalışmak, ezerek zayıflatmak ve mümkünse yok etmek gibi düşmanca tutumlar, AKP tarafından geliştiriliyor. AKP, yoğun devlet şiddetiyle destekleyerek kendi tutumunu güçlendiriyor. O arada, bolca gerici- faşist ajitasyonla besleyerek, arkasında militan bir gerici-faşist kitle oluşturmaya çalışıyor.
CHP ise, Gezi’nin açığa çıkardığı toplumsal enerjiyi önümüzdeki seçimler döneminde kendisinin enerji kaynağı ve oy deposu yapmak istiyor. Arkasından TÜSİAD’ın ittiği Sarıgül’le AKP’nin kurduğu yeni rejime uyumlu merkez/merkez-sağ bir liberal “format atılmaya” çalışılan CHP’nin Gezi’ye “dostça” yaklaşımı, kuzu postuna bürünen tilkiye benziyor.
CHP, biriken ve hareket halinde olan halkçı-devrimci enerjiyi seyrelterek süreç içinde çözmek, merkez-sağ bir liberal “demokrasi” hayalinin peşinde koşturmak, ona hizmet eder hale dönüştürmek istiyor.
Çok açık değil mi? İki ana düzen partisi de, Gezi’yi dert edinmiş durumda. AKP ezerek CHP okşayarak, ortaya çıkan isyan dinamiğini yok etmek istiyor.
Gezi güncelleşerek yaşayabilir
Gezi, isyancı yapısını kaybetmeden ve kendisini oluşturan toplumsal güçlerin çıkarlarını günlük olarak sürekli koruyarak, o güçlerin çıkarlarının sözcüsü ve pratik öncüsü olarak, bir ayağını hep sokakta tutarak, ancak böyle bir zemine yerleşerek, sermayenin farklı politik partilerinin kendisini yok etme ya da içerme yönündeki baskılarını püskürtebilir.
Gezi gerçekten de “Her yer Taksim, her yer direniş!” olursa, güncelleşir ve kendini yaşatacak zemini bulur.
Toplumsal yaşamın her yerinde ve yorulmadan her gün yenileyip sürdürerek, bütün baskılara ve hak gasplarına karşı, direnişi örgütlemek ve sokakları toplumsal güçlerin sesleriyle inletmek, günümüzün devrimci görevi.
Öte yandan, direnişin kalıcılaşması, bir yandan da, farklı alanlara dağılmış direnişçi toplumsal güçlerin hepsini toplayacak bir ortak toplumsal hedefle sağlanabilir.
O hedef, her türden oligarşik ve totaliter yönelimleri reddedecek ve halkın örgütlenmesini ve çıkarlarını savunmasını kolaylaştıracak, halkın doğrudan örgütlenmesi olan ve o örgütlenme tarafından inşa edilecek bir Demokratik Cumhuriyettir.
Mesela, “Valilik ve Kaymakamlık gibi saltanat makamları kaldırılsın!” sloganı, iyi bir başlangıç olmaz mı?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.