Başbakan Erdoğan’ın “kızlı-erkekli ev” çıkışıyla ilgili çok şey söylendi, söyleniyor. Hakkı var bütün yazılanların. Fakat dikkat edilmesi gereken çok sinsi bir mesele varmış gibi geliyor bana Şehir dışına, okumaya gitmiştim. İlk kez ailemden ayrılıyor, yabancı biriyle aynı evi ilk kez paylaşıyordum. Ankara’dan tanıdığım ama tanıdığım kadarıyla pek de içimin sıcak olmadığı biriydi. Birbirimizi kırdığımız, çayları […]
Başbakan Erdoğan’ın “kızlı-erkekli ev” çıkışıyla ilgili çok şey söylendi, söyleniyor. Hakkı var bütün yazılanların. Fakat dikkat edilmesi gereken çok sinsi bir mesele varmış gibi geliyor bana
Şehir dışına, okumaya gitmiştim. İlk kez ailemden ayrılıyor, yabancı biriyle aynı evi ilk kez paylaşıyordum. Ankara’dan tanıdığım ama tanıdığım kadarıyla pek de içimin sıcak olmadığı biriydi. Birbirimizi kırdığımız, çayları yarım bırakıp masadan kalktığımız “karşılaşmalarımız” olmuştu… Biraz mecburiyet biraz mahcubiyetle, bir sene aynı evde kaldım onunla. Onun için de bundan fazlası olmadığıma eminim başlarda. Sonra giderek ısındık birbirimize. O yabancı şehirde birbirimize yaslandık, bile diyebilirim. İki paket makarnayı kırk beş dakikada süpürdüğümüz de oldu, Ankara’dan beraber içelim diye getirdiği o ucuz viskiyi tek başıma bitirdiğimde küstüğümüz de. Faturaların parasını sinemaya yatırdığımız veya ev kirasını Ankara’ya otobüs parası yaptığımızda, aslında aramızdaki mesafenin giderek kapandığını fark ediyorduk ikimiz de. Biraz mecburiyet biraz mahcubiyetle.
Ben yalnızca bir sene kaldım o şehirde, o beş. Ben Ankara’ya döndüğümde artık çıkarılamaz biçimde girmişti hayatıma. Sanırım onun hayatına da ben. Telefonda, yeni ev arkadaşlarını çekiştiriyor, Ankara’ya geleceği tatil günlerini iple çekiyorduk.
Yıllar geçti. Şimdi ikimiz de evliyiz. Onun nur topu gibi bir oğlu var, adı Demir. Yine Ankara dışında. Bu sefer çalışmaya gitti. Ben yine Ankara’dayım, eskisi gibi. Eskisi gibi, Ankara’ya gelir gelmez beni arıyor, akşamında bizi ziyaret ediyor eşi ve çocuğuyla. Demir bebekle oynuyor, eşine şakalar yapıyor, onun oturduğu kanepeye, yanına oturuyorum. İsmi Vedat.
…
Dün sabah, yataktan kalktığımda, bunları düşünürken buldum kendimi. Uykudan uyanıklığa bu kesintisiz geçişe, iki gündür kafamın içinde alıp verdiğim şu “kızlı-erkekli ev” meselesinin neden olduğunu hemen fark ettim. Edilmeyecek gibi değildi ki…
İyi de, ne oluyor bana yahu. “Kankamı”, o “canım kardeşim” Vedat’ı bana bu “naiflikle” hatırlatan da neyin nesi? Hop, dedim, oğlum, ne oluyorsun böyle? Tamam, anladık, seversin de, ne kapıldın bu buğulu düşlere?
Sonra resmen birden ışık yandı, hay sen kör olma e mi, dedim kendi kendime. Bir de küfür salladım bana bunları böyle düşündürene.
…
Başbakan Erdoğan’ın “kızlı-erkekli ev” çıkışıyla ilgili çok şey söylendi, söyleniyor. Hakkı var bütün yazılanların. Fakat dikkat edilmesi gereken çok sinsi bir mesele varmış gibi geliyor bana. Onunla ilgili yazmak istiyorum.
Erdoğan’ın ve arkasından da AKP sözcülerinin giriştiği bu mesele, kestirmeden söyleyelim ki, Gezi intikamını da barındırıyor içinde. En azından bu kadar hızlı ve güçlü gündeme gelmesinde onun payı çok büyük. Tamam. Fakat ilk bakışta görüldüğü gibi, “Gezi direnişinin yanında olan yüzde 50”ye değil, kendisinin “sahip olduğu ve direnişe karşı olan yüzde 50”ye verilmiş mesajlar bunlar. En liberal burjuva kitle partilerinin yaptığından da vazgeçip, siyasal temsil kapsayıcılığını bir kenara bırakarak, kendi oy tabanının yaşadığı olası sarsıntıyı tamire çalışıyor. Dışarıya değil, içeriye konuşuyor. Diğer yüzde 50’den çoktan geçmiş, bu yüzde 50’yi çemberin içinde tutmaya çalışıyor. “Cemaat” ile yaşadığı sürtüşme, egemen medyanın desteğini azaltması, Suriye “fiyaskosu”, açılım çakılması, yaklaşan ekonomik kriz, cumhurbaşkanlığı tartışması, yerel seçimler derken gittikçe sıkıştı Erdoğan. Gezi direnişi ise, kendisi tarafından merkeze yerleştirilen politik, ahlaki ve dini değerlerin yerlerinden edilmesine -hiç olmadı, büyük oranda yerlerinden oynamasına- neden oldu. Kendimden biliyorum, isyanın yarattığı özgürleştirici karakter öne çıktı ve yaşamı artık iktidarla değil kendisiyle düşünmeye, tekrar başladı büyük bir nüfus. Bu, bir iktidar için, hele hele Erdoğan için kabul edilmesi teklif dahi edilemez bir durum. O yüzden kendi oy tabanını diri tutacak en geri ruhları çağırıyor. Aslında, dışında gördüklerini değil sahip olduğunu düşündüğü çoğunluğu “marjinalleştirip” çelikleştiriyor. Böylece kendi iktidarını sağlayacak oy potansiyelini gerçek kılıp, örgütlü bir oy davranışı haline getirmeyi garantilemek istiyor.
Açıklamalarının ardından girişilen “toparlama” hamlelerini bile boşa çıkaran Erdoğan, kurmaylarını yalanlamaktan çekinmiyor. Adeta, kimsenin kendisine “diliyle okşamak” için bile olsa, “dokunamayacağını/değemeyeceğini” haykırıyor. Bir meydan okuma ki muhatabının kim olduğu belli ve dahi önemli değil. Erdoğan, “kendisinin kendisinden daha büyük” olduğunu düşünüyor ve ona ulaşmak için küçüldüğünü göremiyor.
Erdoğan, “kızlı-erkekli ev olmaz” diyerek kızları ve erkekleri “evlat”laştırıyor. Mutaassıp, muhafazakar Türk ailesine bakarak, çocuklarının mülkiyetine sahip olanları, ahlaki göreve çağırıyor. “Baba” olarak, aileye sesleniyor; “Kızının kötü yola düşmesini mi istiyorsun” diye soruyor. Sonra da kendi yanıtlıyor sorusunu: “Sen istesen bile ben müsaade etmem.” Böylece, ailenin “toplumsal sorumluluğunun yükünü” de kendi üzerine alacak kadar “büyüyor.” Erdoğan, kendisine yöneltilen “dikizci” pozisyonunu bile, hatta seve seve, kabul ediyor. Sonuçta “namus meselesi.” O yüzden kadın cinayetleri yüzde bilmem kaç bin artmaya ve iktidar bundan “rahatsız olmamaya” devam etmiyor mu? Belediye başkanlığı sırasında “İstanbul’un imamı” olan Erdoğan, 11 yıllık merkezi iktidarının sonunda namus bekçisi olmuş çok mu?
Tartışma, şimdilik, tam da Erdoğan’ın istediği gibi sadece “cinsellik” temelinde ilerliyor ki, “çocuk amacına dönük” olmayan cinsellik ise zaten tekrar lanetleniyor.
Kimi özgürlük kimi namussuzluk olarak baksa, kimi savunsa kimi karşı çıksa da herkes cinselliği konuşuyor. Yaşam, cinsellik temelli anlamlandırılırken “ev” bu temelin yegâne mekânı olarak belirlenmiş oluyor. Hatta ev, neredeyse, sadece cinsellikle işlevlendiriliyor. “Mahrem mahal” haline getirilen “ev”i tartışmaya açan her muhalif söz de “yorganın altını gözetlemek” anlamına getiriliyor. Toplumun bilinçaltına işlenen bu tanım ve kabullerin sorgulandığı her söz, çıplaklığın, dahası, cinselliğin, özelin afişe edilmesi, diye horlanıyor. Eleştirim “cinselliğin konuşulmasına” değil. Toplumsal bir alan, hatta toplumsal bir mücadele alanı olan cinselliğin, bütün bu toplumsallığından sıyrılarak konuşuluyor olması. İdeolojik hegemonyası, giderek sarsılsa da, kuvvetle süren Erdoğan’ın ifadelerinin karşılık geldiği toplumsallık, cinsellik konusunun gerçek zemininde tartışılmasına müsaade etmiyor. Bunu bilen Erdoğan (ve AKP), cinselliğin konu edinmesinden duyduğu memnuniyeti gizle(ye)miyor ve bu gündemin sürmesini destekliyor.
En can alıcı nokta da, tüm “insan-insan ilişkilerinin” cinsellik temeline indirgenmesi oluyor. O yüzden “Erdoğan’ın eşcinselliğe verdiği destek” esprileri (/eleştirileri) de, Yılmaz Özdil’in “sevişmeli” yazıları da “özgür seks” analizleri de “KYK yurtlarının rahibeleştirilmesi” yorumları da “erkek öğrenci evlerinin dağınıklık/temizlik sorunu” konulu fotoğraf paylaşımları da, yukarıda özetlenmeye çalışılan anlama eklemleniyor, onu çoğaltıyor. “Bunları söylemeyelim, kafa bulmayalım, eleştirmeyelim mi” sorusunun yanıtını şimdiden vereyim. “Başka bir eleştiri mümkün.” Konuyu yalnızca “cinsellik” ile tartışmak, istesek de istemesek de, Erdoğan’ın bağlamına oturmak anlamına geliyor.
Yani, diyeceğim o ki, “evlatlaştırılmış” gençlerin “babalarına” sorulan “sen kızının öyle olmasını mı istiyorsun yani” sorusuna kadar sıkıştırılmış bir mesele var ortada. Soru bu olunca da “en rahat” ailelerin dahi bu soruya verdiği “haşa” dışında her yanıt “evet, kızımın öyle olmasını istiyorum” diye algılatılıyor. İnsan-insan ilişkilerinin, (toplumsal bağlamlarından ve içinde olduğu bütünden ayrıştırılan bir) cinsellikle tartışılması, ister taraftar ister muhalif olsun, bu bilinçaltına çalışıyor. Buna karşı çıkmak, bu bilinçaltını engellemek kolay mı? Zor. Kendi adıma söyleyeyim ki, bu zorlukla karşılaştığımda da, Erdoğan’a en kallavisinden bir “sanane be, kim nerde, nasıl sevişirse sevişir” diye bağırıp, kestirip atıyorum. Ve bunun en doğal hakkım(ız) olduğunu düşünüyorum.
Tabi bir yandan da AKP tarafından, yaşam dizayn ve tasnif ediliyor. Bundan sonra kızlı erkekli kalanlar ve kalmayanlar, kızlı-erkeklilere ev veren ev sahipleri ve vermeyen ev sahipleri, kızlı erkeklileri ihbar etmeyen komşular ve eden komşular, kızlı erkeklilere izin veren ana-babalar ve vermeyen ana-babalar, kızlı erkeklileri kınamayan toplumsal kesimler ve kınayan toplumsal kesimler vb ayrımlarımız olacak. Tabi ki birinciler “ahlaksız, makbul olmayan, ‘millet’e ters vs.” ikinciler de “ahlaklı, makbul, (asıl) ‘millet’ olan vs.” diye kabul edilecek. Ahlak polisi, bildiğiniz gibi, görevine başlamış, ev basmalar da siftahını yapmış durumda. Komşu ihbarları yürürlüğe girdi. Bundan sonra “kadın cinayetleri”ne “kızlı erkekli cinayetleri” eklenecek; kadını, “kendi namusu” için öldüren erkek, kızlı erkekli gençleri de “milletin namusu” için katledecek olabilir. Cinayet dışında taciz, tecavüz, dayak vakaları da artabilir. Kadınla ilgili algının yerleştirildiği ve daha da ilerletilmek istendiği akıl, tacizi, tecavüzü, bırakın suç görmeyi “hak” bile görüyor olabilir. Ne kadar ileri gider bilinmez ama kızlı erkekli kalanlara ama özellikle kadınlara “iyi gözle” bakılmayacağı kesin. Bu konu (ve düzenlemelerin) bir çıktısı da, üniversite düzeyinde kadın eğitiminin azalması olacak gibi görünüyor. “Dizini dövmemek için kızını döven” ana-babaların, kızlarını üniversiteye göndermeye direnci artacak olabilir. Savunma ise, gördüğümüz gibi, hazır hale getiriliyor.
Bundan önce de zaten çok rahat bir hayatımız yoktu ya, bundan sonra daha da rahatsızlaşacağı netleşti.
Ayrıca, ev “mahrem mahal” haline gelince evlilik de kutsal emir oluyor. Üniversitelilerin evlenmeleri halinde öğrenci kredisi borçlarının silinmesi, hatta devletin ekstra para vermesi gündemde. Evliliğe yapılan bu teşvikin bir ucu güvencesizlik bir ucu muhafazakarlıkta.
Demem o ki, bütün bunlar, cinsellik meselesi ve cinsellik temelli tüm tartışmaların gölgesi altında kalıyor, hatta AKP’nin yerleştirmeye çalıştığı anlayışa harç taşıyor, gibi geliyor bana.
Konuyu, ait olduğu bağlama (tekrar) yerleştirmek, toplumsal özgürlüklerin savunusu zeminini korumak, içinde (özgür) cinselliğin de olduğu bir yaşam hakkı mücadelesini görünür kılmak, hepimizin boynuna borç.
…
Konuyu dağıttık, başa dönecek olursak… Vedat’la ilgili hatırladıklarımı bir arkadaşıma anlattığımda, mütebessim bir ifadeyle “cinsellik/eş cinsellik” iması belirdi yüzünde. Hah, dedim, benim derdim de söylediğinin içeriği değil, tam olarak, yüzündeki o ifade…
Velhasıl, ben Vedat’ı, başta sözünü ettiğim “naiflikle” de tartışabilirim. Bu beni/bizi ancak geliştirir. Lakin, “Cinselliği de onu tartışmayı da sizden öğrenecek değiliz” demenin derdindeyim.
Vedat’ın üzerimde emeği var. Benim canım kardeşim. Meliha’yı ve Demir bebeği de, muhakkak, ama en çok seni özledim.
* Gökhan Bulut
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.