Siyaset bilimci İranlı akademisyen Hamid Dabashi Sendika.Org olarak çevirdiğimiz yazısında İran-ABD uzlaşmasını değerlendiriyor, nükleer silah denetimi üzerine imzalanan anlaşmayı İran halkının çıkarları çerçevesinde inceliyor
Siyaset bilimci İranlı akademisyen Hamid Dabashi’nin nükleer silah denetimi üzerine imzalanan anlaşmayı İran halkının çıkarları çerçevesinde incelediği 26 Kasım tarihli yazısı, ABD’nin bölgedeki yeni arayışlarıyla birlikte İran-ABD uzlaşmasının kazananlarını ve kaybedenlerini sorguluyor Sendika.Org
İran ile ABD arasındaki tarihi anlaşmanın kazananları ve kaybedenleri üzerine
İran ile P5+1 denilen devletler arasındaki tarihi anlaşmadan hemen sonra, Beyaz Saray, geçici uzlaşmaya ilişkin bir bilgilendirme yayımlayarak, kendi ülke çıkarları adına açık bir u dönüşü yaptığını gösterdi. Aynı esnada IRNA (İslam Cumhuriyeti Haber Ajansı) da, Beyaz Saray’ınkinden pek farklı olmayan fakat anlaşmanın daha bütünlüklü bir resmini sunan kendi elindeki tam metni yayınladı. U dönüşü savaşı ciddi ciddi başladı.
Ancak herhangi bir u dönüşünün ötesinde, bu anlaşmanın oldukça temel ve basit bazı özellikleri mevcut. New York Times tarafından yayımlanan ayrıntılı analize göre, anlaşmanın ana fikri şudur: “İran şimdilik nükleer silah için yakıt üretecek teknoloji ve maddeleri elinde bulundurmaya devam edecek. Fakat İran bazı mali destekler alır, yaptırımların büyük kısmı devam ederken, anlaşma İran’la nükleer meselenin ‘patlak vermesini’ bir süre erteleyecektir”.
Kazananlar ve kaybedenler
Bu anlaşmadaki açık zafer, nereden bakarsak bakalım, oldukça kritik bir dizi nedenle İran halkınındır:
Askeri saldırı tehdidi en azından geçici olarak askıya alındı;
İsrail’den ve Suudi Arabistan’dan ABD’li yeni-muhafazakârlara ve bunların İranlı sürgündeki elemanlarına, İran’daki yönetici rejimin hastalıklı kesimlerine, İran halkının iyiliğini düşünmekten çok İslam Cumhuriyeti’nden nefret eden sürgün muhalefete kadar uzanan savaş çığırtkanlarının hepsi kesin olarak itibarını yitirdi;
İranlıları doğrudan etkileyen yaptırım biçimleri –“İranlı öğrencilerin harç masraflarının” ödenmesi ya da “İran’ın gıda, tarımsal ürün, ilaç, tıbbi cihaz satın alabilmesi” gibi koşullarla– bir miktar hafifledi;
AIPAC ve onun İran sürgün muhalefeti içindeki açık ya da gizli destekçileri ağır darbe yerken, savaş-karşıtı ve yaptırım-karşıtı hareket moral bir üstünlük kazandı;
Gelecek eylemlere dönük faillik ve inanç, Haziran’daki seçimlerde oy verecekleri kişilerin birini devlet başkanı, diğerini kendi özlemlerine önceki hükümetten daha yakın olacak bir dışişleri bakanı yapacak olan İran halkı arasında yerleşik hale geldi;
Ancak yönetici rejimin, İran’ın ulusal çıkarlarını korumanın derdinde olduğuna göre, kutlayacak pek az şeyi var – yayımlanan bilgilendirme metinleri ortada P5+1’e şartlı bir teslimiyetin söz konusu olduğunu gösteriyor. Şunun gibi nedenlerle: “İran [uranyum] zenginleştirme işlemini yüzde 5’te durdurmayı taahhüt etti” ve “İran zenginleştirme kapasitesini geliştirmeyi askıya almayı kabul etti” – ve karşılığında ise eline geçen hiçbir şey olmayacak: “Toplamda, telafi olarak verilen 7 milyar dolar, bu ilk aşama süresince yaptırımlara maruz kalmaya devam edecek olan İran’ın zararının ufak bir parçası. İran’ın döviz stokundaki yaklaşık 100 milyar doların büyük kısmı, erişilemez ya da yaptırımlar nedeniyle sınırlanmış durumda.”
Bir ABD yetkilisinin bu anlaşma hakkındaki açık sözlülüğüyle söylenirse: “İran mevzubahis altı aylık anlaşma sona erdiğinde, fiilen şimdi bulunduğundan daha kötü bir durumda olacak”.
Bu anlaşma, eğer mesele yönetici rejimin İran ulusal çıkarlarını koruma kabiliyetiyse bir başarısızlıktır. Ancak mesele şayet rejimin hayatta kalmasıysa, bu anlaşma, bir yandan (önceden ayrıntısıyla yazdığım üzere) İran’ın kendi bölgesel yumuşak ve sert gücünü koruyarak, diğer yandan savaş tehdidini büyük ölçüde ortadan kaldırması ve içerideki muhalefeti bir ölçüde etkisizleştirmesi anlamında büyük bir zafer anlamına gelecektir.
Bu olguların bir sonucu olarak, yönetici rejim bu anlaşmayı İranlılar açısından büyük bir zafer olarak sunmaya başlayacaktır ki bir zafer değildir; İranlı sürgün savaş çığırtkanları kendi elemanlarını kendilerinin hala işe yarar olduğuna ve para karşılığında çalışmaları gerektiğine ikna etmeye çalışırken, Obama ise İsraillilere, Suudilere ve ABD Kongresi’ne de anlaşmanın (mükemmel bir meşrulaştırmayla) her şeye karşılık hiçbir şeyden vazgeçmemek olduğunu anlatacaktır.
Jeopolitikteki değişim
Her ne olursa olsun, anlaşmanın açık mağlubu ise İsrail’dir. İran’ın Natanz ve Fordow’daki IAEA müfettişlerine günlük erişim” sağlamayı içeren ancak onunla sınırlı olmayan şeffaflığa dönük olağanüstü sadakati, geçmiş zamanlara ait hayret verici bir sömürgeci kibirle, nükleer savaş başlıkları edinmeyi bile reddederek, bir de nükleer tesislerini kolayca denetlenmesine izin veren bölgedeki yegâne nükleer güce dönük ilgiyi kaçınılmaz biçimde azaltacak.
ABD’nin yardım ettiği ve kışkırttığı İsrail ise İran’a bir nükleer silah geliştirme ihtimaline yaklaşmasına bile izin vermeyecek bir baskıyı sürdürürken, diğer yandan kendi nükleer cephaneliğini muhafaza etmeyi başaracak. Bölgede barış arayışı dert ediliyorsa şayet, İran’ın herhangi bir nükleer silah geliştirmekten alıkonulması olgusu, kesinlikle iyi bir haberdir. Fakat artık dünya, komşularının herhangi birinden gelecek herhangi bir tehdide karşı tamamen hazır ve nazır olmayı sürdürürken kendi nükleer mühimmatıyla bütün bölgeyi etkin biçimde tehdit eden İsrail’in eşi benzeri olmayan beyaz üstünlüğü taslayan arsızlığına, görgüsüzlüğüne ve kibrine daha dikkatli biçimde ve hayretler içinde bakıyor.
İsrail İran’la yapılan bu anlaşmanın Filistin’de süregiden silahlı soygununu garanti altına alacağını düşünüyor olabilir. Ancak görünen o ki, kamuoyunun eğilimi, ABD milyarderlerinin Siyonizm’in propaganda makinesine yaptıkları yatırımların insanları zücaciyedeki büyük şişko fili görmekten alıkoyamayacağı kadar büyük ölçüde ırkçı Yahudi devletine karşı dönüyor.
İsrail gibi Avrupalı yerleşimcilerin sömürgesi bir devlet bu türden bir ülke denetimden muafken, İran gibi bağımsız bir ulusun nükleer programı nasıl olur da böylesi olağanüstü bir denetim ve gözetime maruz kalabilir? Siyonistlerin inatçı biçimde üzerinde ısrar ettikleri istisnailik, aslında onların aleyhine işlemektedir; ki bu İsrail’in meşru bağımsız bir devler olmadığını, neyse o olduğunu kanıtlar niteliktedir: Bir yerleşimci sömürge.
ABD yetkililerinin İran ile anlaşmayı önceleyen aylar boyunca, İsrail’e bilgi vermeksizin ve gücenmelerine aldırmaksızın gizlice resmen müzakere etmiş oldukları gerçeği, nihayet, bu anlaşmanın daha geniş biçimde hayat geçirilmesinin arifesinde olduğumuza dair bir diğer göstergedir.
El Cezire’nin başyazısında belirtildiği üzere, “İsrail’in kendi kitle imha silahları programı hakkındaki on yıllara yayılan kasıtlı muğlaklık politikasına, bugün, uluslar arası topluluk ve İsrail toplumundan sesler hiçbir zaman olmadığı denli ciddi meydan okunuyor.” İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun bu anlaşmaya öfkeyle tepki vermesi ve anlaşmayı “tarihi bir hata” olarak nitelemesi tesadüf değildir.
El Cezire’nin kıdemli siyasi analizcilerinden Marwan Bishara, hâlihazırda, bu anlaşmanın nasıl da –ulusaşırı demokratik isyanların bölgesel ittifaklarla rayından çıkarılmasıyla, bölgenin jeopolitiğinin radikal biçimde değişmesine yol açacak bir gelişme olarak– “İsrail’in ılımlı olarak adlandırılan Sünni rejimleri, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Mısır ile can düşmanları İran’a karşı zımni bir ittifaka yol açabileceğinden” bahsetti.
Demokratik özlemlerin kazanması için
Ancak bu tarihi gelişmenin hemen sonrasında, İran halkı demokratik değişim yönündeki meşru taleplerinin ne kadar kazananı olursa, İsrail de bu anlaşmada o kadar kaybeden olacak. Seçimlerin ikinci aşamasında ya da uygun gördüğü herhangi bir diğer toplumsal fırsatta, İran halkı, yönetici rejime, sadece kendi rejimlerini korumak adına İran ulusal bağımsızlığından büyük ölçüde taviz verdiren bu anlaşmayı bu kadar zaman devam ettirmenin hangi akla hizmet olduğunu ya da bir yandan öylece oturup “Büyük Şeytan”la bir anlaşma yaparken, diğer yandan hangi mantıkla bir sürü İranlı barışçıl protestocuyu hapiste tuttuklarını ya da İranlıların özgür bir basın, barışçıl gösteri, bağımsız sendikalar, kadın hakları ve öğrenci dernekleri kurmaya ilişkin haklarını reddettiklerini sorabilecektir.
Bu türden kurumsal değişimler olmaksızın, ekonomik yaptırımları sınırlı da olsa kaldırmak, kısa vadede sıradan İranlılar üzerindeki ekonomik zorlukları azaltmak ancak uzun vadede İran’ı yöneten ordu-güvenlik-istihbarat-dini elitin elini güçlendirmek ve böylece bu elitin baskılama kabiliyetini kuvvetlendirmek demektir.
Gerçek odur ki, İran’da kurucu nitelikteki demokratik değişimlerin kaderi, nihayet, İran içindeki ve dışındaki savaş çığırtkanlarının ahlaksız istismarından ayrı tutulmalıdır – ve mevzubahis değişimler açık seçik bir talep listesi haline getirilmeli. Bu aynı zamanda ülke içinde demokratik kurumlara olanak sağlayacak ve kendi gayrimeşru tasarımları adına bu meşru hedefleri istismar etmek isteyenleri saf dışı bırakacaktır. Beli bükülmüş ama yine de meydan okuyan Filistinlilerin sırtına inşa edilmiş ırkçı bir yerleşimci sömürgenin ve herhangi bir demokrasi mefhumundan ışık yılları uzaklıktaki Suudi yönetiminin, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir demokratik hedefin ilham kaynağı olması mümkün değildir.
Hamid Dabashi, New York’ta Columbia Üniversitesi’nde İran Çalışmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümlerinde profesör ve İran: Ketlenmiş Halk (Türkçesi: Metis Yayıncılık, 2008) kitabının yazarıdır.
[Aljazeera.com’daki İngilizce orijinalinden Sendika.org tarafından çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.