Egemenlerin eliyle yaratılan bir ülke en nihayetinde onların suretinden ibaret olacaktır. Bu yüzden “hemû proleter” olanlar ancak kendi hayatlarına uygun kalıcı bir barış ve kardeşlik düzeninin, demokratik konfederalizmin yaratılmasını bir başkasına bırakamazlar Yukarıdaki soru malum “tarihi” Diyarbakır buluşması sonrası Radikal’den Tarhan Erdem’in gündeme aldığı bir durum. Ben kendi yanıtımı vereyim. Evet şarttır. Kolombiya ve Türkiye […]
Egemenlerin eliyle yaratılan bir ülke en nihayetinde onların suretinden ibaret olacaktır. Bu yüzden “hemû proleter” olanlar ancak kendi hayatlarına uygun kalıcı bir barış ve kardeşlik düzeninin, demokratik konfederalizmin yaratılmasını bir başkasına bırakamazlar
Yukarıdaki soru malum “tarihi” Diyarbakır buluşması sonrası Radikal’den Tarhan Erdem’in gündeme aldığı bir durum. Ben kendi yanıtımı vereyim. Evet şarttır. Kolombiya ve Türkiye gibi devlet terörünün her şeyi esir aldığı neoliberal diktatörlüklerde, demokrasi için devletin silah bırakması / devlete silah bıraktırılması asgari şarttır. Ayrıca demokrasinin biraz da olsa tesisi mümkün olursa, devlet, tetikçileriyle birlikte derdest edilerek yargılanmalı, kendi hapishanelerine tıkılmalıdır. Bu barışın sürekliliği için de gereklidir.
Neyse bu kadar yapılmalı edilmeliden sonra “tarihi buluşma” ya bir göz atalım. Suriye ve Rojava’daki aleyhte gelişmeler sonucu AKP dış politikası uzun bir süredir çeşitli açmazlar yaşıyor. Tabii bütün bunların ülke içine yansımaları da kaçınılmaz olarak karşılığını buluyor. ABD ve Batılı bazı devletlerse Suriye’deki süreci başından beri kendi lehlerine çevirmek için El Kaide tipi yapılanmalara göz yumdular, desteklediler. AKP’nin bu doğrultudaki politikalarının en büyük tedarikçisi oldular. Fakat gelinen durumda El Kaide terörünü besleme işinin ihalesi Türkiye’nin sırtına kaldı. En son silah yüklü gemi ve TIR’ın yakalanması (Büyük olasılıkla malum cemaat kullanılarak açığa vuruldu bu durum) sorumluluğu AKP’ye yıktı. Bunun arkasından da bildiğiniz üzere, Erdoğan aleyhindeki birçok uluslararası yayının paralelinde Suriye’nin BM’ye şikayeti geldi.
Sünni kardeşliği hayalleri
Mısır ve Tunus’ta yaşananlardan sonra ana omurgasını AKP ve İhvan’ın oluşturduğu “Sünni Kardeşliği” büyük darbe almıştı. Amed buluşması, bu politik açmazın, başka bir cephede telafi arayışını simgeliyor. Tabii burada şunu belirtmekte yarar var, “Sünni kardeşliği” projesinde dinin belirleyici önemde olduğunu söylemek bizi yanılgıya sürükler. Alenen ifade edilmeyen ama tayin edici olan, bölge egemenlerinin ve uluslararası bağlaşıklarının enerji yolları ve sular üzerindeki hakimiyet kurma arayışıdır. Bu durumu perdelemek için değerlendirebilecekleri her şeyi kullanmaları kaçınılmaz olacaktır. Bu neo-Osmanlıcı politika baştan birçok açmazla yüklü. Birincisi biraz saçmalamayı göze alıp Irak merkezi yönetimi ve İran’ı bir kenara bıraksak dahi, bölgedeki, üstüne egemenlik kurma hayalleri esirgenmeyen, başta Suudi Arabistan olmak üzere hiç kimsenin bu durumu ciddiye almayacağı şimdiden gözüküyor. Çünkü Suudi örneğinde olduğu üzere, Türkiye’den bir beklentisi olması halinde parayı bastırınca elde etmeye alışmış bir aklın, Türkiye’deki sermaye kesimlerinin “kardeşlik” hayallerine pek aldıracağını sanmam.
Erdoğan’la Barzani’nin ise kolaylıkla “kardeşlik” tesis edebileceğinden eminim. Onların anlaşamayacağı tek konu olabilir. Sürdükleri saltanatın varlığı ve geleceği için illa ki kölece çalışması gereken bölge halklarının hangi marka zincire vurulacağı hususudur. Barzani’nin AKP’nin kanatları altına sığınması, bir ölçüde tecrit durumunda yaşamaya çalışan, aynı zamanda ülke içindeki iktidarı sallantıda olan KDP’nin çaresizliğinin ürünü olarak anlaşılabilir. Fakat coğrafyanın bütünü bu kadar şiddete boğulmuşken siz istediğiniz kadar “çölde vaha” hayali kurabilirsiniz. Daha geçen hafta perşembe günü (Barzani pek dert etmemiş olabilir, çünkü ölenler Kürt olsa da aynı zamanda Şiilerdi) Güney Kürdistan’da 44 kişi Irak El Kaide’sinin saldırı sonucu hayatını kaybetti. Sonuçta demek istediğim, bütün Ortadoğu demokratikleşmeden kimsenin rahat yüzü göremeyeceğidir. Bunun yolu da, ister istemez kardeşleşme politikalarının önünde temel engel olan kapitalizmin bertaraf edilmesinden geçer. Ama bu ne, barış ve demokrasiye ilişkin düşünceleri demagojiden ibaret olan* AKP’den, ne de yolsuzluğa ve petrol yağmasına dayalı, milliyetçi-pragmatist “tek aile demokrasisi”ni hayata geçiren Barzani’den beklenebilir.
Malum, Erdoğan artık her şeyin daniskası olduğu için ona ne söylesek kar etmez. Ama belki Barzani’nin maharetlerine iman edenler vardır. Geçenlerde Erbil kentiyle ilgili, bu siyasetin gelecek hayalini simgeleyen bir maket fotosu gördüm. Gökdelen ve beton yığınlarıyla çevrili kent tablosuna bakınca aklıma ilk gelen şey “inşaat ya resulallah” diyenlerin “sen çok yaşa KDP” diye sevinçten secdeye varacakları oldu. Zaten alınterine değil de yağmaya dayalı algı, gidenlerin anlattığına göre şimdiden ruhsuz beton yığınlarıyla Güney’de şehirleri kuşatmış. Benzer bir kafada olan Suudi Arabistan’a bakacak olursak, paranın, “soylu” ya da seçilmiş olmanın ırkçılık ve zulüm yapmaya engel olmadığı rahatlıkla görebiliriz. Bilindiği üzere Suudi Arabistan geçtiğimiz haftalarda kölelik koşullarında çalıştırdığı binlerce yabancı işçiyi şiddet uygulayarak (aynı zamanda 2 kişiyi de öldürmüşlerdi) sınır dışı etti.
Şeytan bu ya rahat bırakmıyor, acaba Barzani ailesi Güney’deki petrol gelirlerine sahip olmak için hangi petrol tesisinde kaç yıldır ter dökmektedir? Bu saçma oldu geçelim. Şunu soralım, basında Barzani’nin evlenen çiftlere hediye olsun diye bavul bavul altın taşıdığı yazıldı, bu altınlar kimin parasıyla alındı? Yoksa sosyal medya takipçilerine yemek ısmarlayan Melih Gökçek’le aynı edep ve erkana mı sahipsiniz?
Bir de işin medya kısmına göz atalım. Bir süre önce “buna ben bile bahane uyduramam” diyerek bugüne kadar yaptıkları işi yani bahane uydurdukları / yalan söylediklerini itiraf eden malum medya “büyükleri” hemen “barış ışığı” AKP’nin arkasına dizildiler. Burada bence Cengiz Çandar ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. O da Gezi’den beri Erdoğan’a küsmüştü. Hatta bir “işadamı” edasıyla size o kadar yatırım yaptım, alacaklarımı geri verin yoksa tahsilatçılarımı üzerinize salarım “dalga boyunda”ydı. Karşı taraf aldırmayınca bu sefer işi daha büyük patronlar adına “sizi kimin iktidara getirdiğini unutmayın”a vardırdı. Şimdi ise uzun yıllardır içinde büyüttüğü ultra-milliyetçi emellerin yeşerebileceği bir zemin görünce, bir süre öncesine kadar dili diktatör demeye pek varmasa da oralarda gezinirken, şimdi ise Erdoğan’ı neredeyse melaike yaptı başımıza. Hem böylesi büyük patronun da stratejik yaklaşımına uygundu. Burada bazı Kürt milliyetçisi kesimlerin bir duruma dikkatini çekmek isterim. Acaba böylesi “mübarek” hasletlerle donanmış Çandar’la ilgili olarak, onun sık sık kendilerini referans göstermesi hakkında “acaba enişte beni niye ikide bir öpmeye tevessül ediyor?” diye soru sormalarının zamanı çoktan gelip geçmedi mi?
“Demokrasi ve barış ne olacak” sorusunun yanıtı ise öncelikle bu meselelerin önemi nedeniyle egemenlere emanet edilemeyecek kadar büyük olduğudur. Sonuçta egemenlerin eliyle yaratılan bir ülke en nihayetinde onların suretinden ibaret olacaktır. Bu yüzden “hemû proleter” olanlar ancak kendi hayatlarına uygun kalıcı bir barış ve kardeşlik düzeninin, demokratik konfederalizmin yaratılmasını bir başkasına bırakamazlar. Bugün böyle bir geleceği kurmanın zamanıdır.
Kolombiya barış süreci
Baştaki “silahların bırakılması” meselesine geri dönelim. Kolombiya barış sürecinde benzer durumlar yaşayan Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) yetkililerinin, bu doğrultuda dile getirilen bir soruya verdiği yanıt özetle şöyle: “Bir yıldır devam eden barış sürecinin ve müzakerelerin sonucu tartışma konusu olan iki maddede anlaşma sağladık. Bunlar toprak reformu ve barış sonrası gerillanın siyasal yaşama katılımı. Fakat sözler üzerinde anlaşmanın gerçekte hiçbir anlamı yok. Mesela toprak reformu konusunda hiçbir şey yapılmadığı gibi tamamen müzakere koşullarına ters bir biçimde ‘serbest ticaret anlaşması’ yürürlüğe konulmaya çalışılıyor. Paramiliter güçler ise hala faaliyette, çok sayıda sol sendika liderini bu yıl da katlettiler. Ve biz ateşkes istememize rağmen ordunun bize saldırıları sürüyor.
Devlet başkanı Santos’un sürece dair anayasal güvenceler vermekten uzak durması ve kontrgerilla doktrininden vazgeçmeye yanaşmaması ise ister istemez bizde bütün olan bitenin bir seçim yatırımı olup olmadığı kuşkusunu doğuruyor. Bu yüzden açıktan barış sürecine karşı olduğunu söyleyen daha önceki başkan Uribe bize daha samimi geliyor.
Biz daha önce de barış süreçleri yaşadık. Bunlardan birinde (80’li yıllar kastediliyor) legal alanda mücadele eden 3 bin militanımız devlet tarafından katledildi. Onlar sıradan insanlar değildi, hepsi de önder kadrolardı. Bu olanları unutmadık. Bu yüzden bütün maddeler üzerinde anlaşıp, anayasal güvenceler oluşturulup, barış ülkede oturduktan sonra ancak silahları bırakmayı konuşabiliriz.”
* Çokça konuşuldu, ben yine de bir kere daha yazayım. Erdoğan, yine santaj ve tehdit karışımı ifadelerle aklınca barış sürecini ilerletiyor. Fakat bütün söyleminin bir seçim yatırımı olduğu ise gizleyemeyeceği kadar bariz. Örneğin hapishaneler boşalsın diyen biri cezaevlerinde onlarca hasta tutsak var, ilk önce onları serbest bırakır. KCK tutsaklarını yok yere hapislerde yatırmak, sürgünden sürgüne zorlamak yerine bunu hiç lütuf gibi sunmadan üstüne üstlük özür dileyip ve tazminat vererek serbest bırakır. Bunun yerine AKP, mesela bölgedeki bazı cezaevlerini boşaltarak adeta seçim öncesi yeni tutuklanacak BDP’lilere yer açmaktadır. Fazla uzatmayayım, Erdoğan’ın Berkin Elvan ya da Medeni Yıldırım’ın annesine söyleyecek bir sözü varsa duymak isteriz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.