Keynesçi birikim modelinin yerini alan neoliberal birikim rejimi, devlet müdahalesini azaltmayı, devletin fiili bir aktör olarak piyasadan çekilmesini ve her şeyi özel sermayenin ellerine terkini öngörüyordu. Çünkü inanışına göre; devlet ya da kamu sektörü, kaynakları basiretli bir tüccar gibi kullanmıyor, çarçur ediyordu. Sonuçta; ekonomide devlet, kaynakların etkin dağılımı ve kullanımı önünde bir çapaktı. Bunun sonucu […]
Keynesçi birikim modelinin yerini alan neoliberal birikim rejimi, devlet müdahalesini azaltmayı, devletin fiili bir aktör olarak piyasadan çekilmesini ve her şeyi özel sermayenin ellerine terkini öngörüyordu. Çünkü inanışına göre; devlet ya da kamu sektörü, kaynakları basiretli bir tüccar gibi kullanmıyor, çarçur ediyordu. Sonuçta; ekonomide devlet, kaynakların etkin dağılımı ve kullanımı önünde bir çapaktı. Bunun sonucu olarak da; devlet özelleştirmelere gitmeli, kamu mal ve hizmeti üreten işletmeleri satmalı, tasfiye etmeliydi ve yeniden bir işletmeci olarak da rol almamalıydı. Kamu hizmeti sayılan eğitim, sağlık gibi faaliyetler ticarileştirilmeli ve piyasa tarafından üretilir duruma getirilmeli, yurttaşlar da parasıyla bu hizmetleri almalıydı. Devlet, en fazla bu alıma destek vermeliydi, ama üretimde ısrar etmemeliydi.
Sonuç ne oldu?
Bu prensipleri IMF-Dünya Bankası ikilisi merkezden çevreye, tüm sistem ülkelerine “tavsiye etti” daha doğrusu dayattı. 1980 sonrası 30 yılda, bu prensip geçer akçe gibi göründü. Sonuçta ne oldu? Hemen hemen tüm ülkelerde; küçük farklarla da olsa, devletin harcamaları, milli gelirin en az yüzde 35-40’ını buldu ve Keynesçi dönemin kaynak kullanım oranlarından pek farklılaşılmadı. Ama bir farkla; devlet, işletmeci-yatırımcı olarak, doğrudan ‘işveren’ olarak ekonomiden çekiliyordu; fakat harcamalarını azaltmadan, bu kez neoliberal düstüra uygun topladığı vergileri ve vergi dışı kaynakları (özelleştirme gelirlerini), hatta aldığı borçları kullanıyordu. Bu kullanım, ‘yatırım harcamaları’ndan, hatta yatırımın bazı türlerinden uzaklaşıp, daha çok cari harcamalar ve transfer harcamaları ile ekonomiye yön vermeye yöneldi. Devlet, özel sektörün ürettiği mal ve hizmetleri, ‘tüketici’ olarak alma rolünü üstleniyordu. O kadar ki; sağlık ve eğitimi bile özel sektörden alıp, yurttaşa kullandırıyordu.
Her gün bunun yeni biçimleri icat ediliyor ve mesela bizde de hızla uygulamaya sokulan Kamu-Özel Ortaklığı modeli, yine bu icatlardan biri. Kamu hastane inşa etmiyor; arsayı veriyor firmalara, dışarıdan borç bulmalarına yardımcı oluyor, karşılığında onlara kiracı olma garantisi ve onlara arsa üstünde bir dizi otel-AVM vs. yapmalarına izin veriyor. Dünya Bankası birçok kamu yatırımının artık bu yolla yapılmasını salık veriyor.
Gelelim AKP rejiminde devlet-ekonomi ilişkisine…
AKP ve devlet
2003-2012 döneminin devlet harcamalarının toplamı, AKP’nin harcamaları kısmadığını ve bu 10 yılda ortalama milli gelirin yüzde 36,4’ü kadar devlet harcaması yapıldığını ortaya koyuyor. Bir başka deyişle; AKP rejiminde son 10 yılda ortalama 602 milyar doları bulan yıllık milli gelirin yüzde 36’dan fazlası devlet turnikesinden geçerek ekonomiye dahil oldu. Vergiler, SGK primleri, özelleştirme gelirleri vb’nin oluşturduğu devlet gelirlerinin yetmediği yerde yapılan kamu borçlanmalarıyla harcamalar finanse edildi ve bu harcamalar, 2003’te 120 milyar dolar iken, 2012’de 303 milyar dolara kadar çıktı; yıllık ortalama ise 220 milyar dolarlık bir harcamayı buldu.
Dış kaynak girişine dayalı ve yıllık ortalaması yüzde 5’e yaklaşan büyüme dönemi, AKP rejimine her yıl bunun üçte birinden fazlasını harcama yetkisini de sundu ve bu büyüme ile birlikte büyüyen devlet harcamaları üstündeki inisiyatif, AKP’ye hem kendi organik burjuvazisini yaratmada, hem yeni yandaş sermayedarlar bulmada önemli imkanlar sağladı. Bu harcama gücü, aynı zamanda kitlelerin gözünde ‘sağlık reformu’ sunan; duble yollar, hızlı trenler, havalimanları, Marmaray’lar yapan; TOKİ mucidi, işsizliği yüzde 10’larda tutan; güçlü, becerikli, hizmet üreticisi bir rejim algısı yarattı.
Bu devlet harcamasının, hizmet sunumunun, milli gelirin yüzde 45’ine ulaşan 375 milyar dolarlık dış borçlanma madalyonunun öbür yüzü olduğunu anlamak ve anlatmak gerekmiyordu; sonuca bakıyordu kitleler ve bakmaya devam edeceklerdi, ta ki teker patlayıncaya kadar. Yani; dış kaynak girişinin tökezlemesi, büyümenin yavaşlaması, ona bağlı olarak devlet harcamaları musluğunun da tıslamaya başlamasına kadar…
Bu arada, harcamaları yapan kurumların bileşimi bir başka gerçeği gözler önüne seriyor ya da hatırlatıyor. Toplam kamu harcamaları, milli gelirin yüzde 36’sını bulurken, belediyelerin dahil olduğu ‘mahalli idareler’in yaptığı harcamalar, milli gelirin yüzde 3,6’sını ancak buluyor. Rejimin doğrudan kontrolündeki merkezi bütçenin harcamalarının yanında, SGK üstünden yapılan harcamalar ise milli gelirin yüzde 29’u büyüklüğe ulaşıyor. AKP, harcamaları da otoriterleşmesine uygun olarak merkezileştirmiş durumda.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.