Suriye çıkmaz sokak: Davutoğlu’na arabulucu aranıyor – Hamide Yiğit

Guta saldırısından söz ederken, Suriye’ye askeri müdahalenin önünün açılacağı beklentisiyle kendini gülmemek için zor tutan Davutoğlu ve Erdoğan şimdi Ortadoğu’nun en zavallı politik figürleri

2010 baharından bu yana, kendilerini “derin stratejilerine” kaptıranların başında gelen Davutoğlu ve Erdoğan ikilisinin Suriye’de bir bataklığa sürüklendikleri ve beraberinde Türkiye ile bölge halklarının felaketine oynadıkları defalarca yazıldı. Hemen yarın bölgenin fatihi olacağına inan bu ikilinin bir de hayallerini besleyen yandaş medyaları olunca, kendi hayallerine inandılar ve ne yazık ki, Suriye politikasında şu anda tahmin edildiği üzere tam bir çıkmazın içindeler. Türkiye şu anki pozisyonuyla; kendi eliyle ve kontrolsüz bir şekilde kaynattığı Suriye kazanında bir başına kalakalmış, kanla kaynayan kazanın içinden çıkabilmek için tam bir debelenme hali içindedir.

Suriye macerası: Nereden-nereye?

2-3 aylık ömür biçilen Suriye rejimi, Suriye’yi ve halklarını bilmeyenlerin tahmin edemediği bir dirençle karşılık verince, plan, emperyalist güçlerce uzatmalı ömür biçilen çetin bir savaşa dönüştü. 83 ülkeden toplama cihatçı ordusundan oluşan çok-uluslu bir güç ile Suriye arasındaki bu asimetrik savaş, her türlü küresel desteğe ve emsali görülmemiş bir vahşetle sürdürülmesine rağmen Suriye’de istenilen noktaya gelinemedi. Tersine Suriye halkının birliğinin pekiştiğine ve rejime olan desteğin güçlenerek devam ettiğine yönelik itiraf biçimindeki açıklamalar zaman zaman medyaya yansıdı. Üstelik şu anda aynı küresel cihatçılarla Kürtlerin savaşı da politik manzaraya eklenmiş durumdadır.

Emperyalist güçlerin klasik “insan hakları ve demokrasi” argümanlarıyla Suriye rejimine yönelik müdahaleyi “meşru” gösterme hamlesine en fazla Türkiye’nin kendini kaptırmış olduğu görüldü. Her ölümü, her toplu katliamı Esad rejimine yükleme aceleciliği, Banyas katliamı, Halep kimyasal saldırısı, Reyhanlı, Cilvegözü patlamaları vb. olduğu gibi çoğu kez, bu kıyımların arkasında olduğunu ifşa etmesine neden olacak denli yalan ve çelişkili açıklamalara imza attı. Haber kaynağı, kendi terbiye ettikleri muhalifler olduğundan dolayıdır ki, yalnızca muhaliflerin yayımladığı ölüm ve öldürmeleri esas aldı. Muhaliflerin düzenlediği onlarca bombalı intihar saldırısındaki ölümlere Türkiye’den resmi makamlarca bir tek laf edilmedi. Dahası, muhalifler mevzi kazandıklarını ilan ettikleri yerlerde toplu kayıplar verip geri çekildiklerinde, Türkiye’den “Esed’in sivil halka yönelik toplu katliamları” kınandı günlerce.  Uluslararası İnsan Hakları raporuyla ilan edilmesine rağmen hala muhaliflerin ne Lazkiye’deki Alevi soykırım girişimine ne de Rojava’daki toplu katliamlarına dönük bir kınama geldi. Bugünlerde dillerden düşmeyen “yüz bin insanın ölümünden Esed sorumlu” demeçlerindeki bütün ölümlerin Esad’ın üzerine yıkılmak istenmesindeki ısrarda, muhaliflerin öldürdüğü on binlerce asker ve sivilin net bilançosunun da ortaya çıkacağının bilinmesinden kaynaklı bir telaşı sezmek mümkün.

Küresel güçlerin Suriye’deki düş kırıklığı: Ne umduk, ne bulduk

Hatırlanacağı üzere Roma toplantısına giderken, ABD’nin Suriye muhalefetine artık güvenilemeyeceğini anlaması üzerine süreci uzatma ve yeniden programlama gayretini sezmiştik. Nitekim, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) Davutoğlu’nun yönlendirmesiyle, taktiksel olarak Roma toplantısına katılmama kararı almış, ancak ABD’nin “ikna etmesiyle” toplantıya dahil olmuştu. Aslında Roma toplantısında bu sürecin emperyalist güçler açısından kaybedildiği belliydi.

28 Şubat’ta 11 ülkenin katılımıyla gerçekleşen Roma toplantısından çıkan tek ortak karar, Suriye muhalefetini güçlendirmek için ‘daha fazla’ silah ve istihbarat desteğinin sağlanmasıdır. Toplantıda esas olarak şöyle bir tehlike görüşülmüştü:

Bel bağlanan SMDK ve onun askeri kanadı ÖSO Suriye muhalefetinde etkin bir güç olamamıştır.

Buna karşın Suriyeli olmayan çok uluslu cihatçı grupların ve özellikle El Kaide’nin etki alanını tehlikeli bir biçimde genişletmesi, arzu edilenin ötesinde, endişe yaratan bir hal almıştır.

Esad rejimine hiçbir zaman alternatif oluşturulamaması bir yana, Esad’ın Suriye’de “birleştiren bir figür  olduğu” gerçeğinin dikkate alınma zorunluluğu doğmuştur.

Esad sonrası El Kaideli bir Suriye’nin emperyalistler açısından çok daha tehlikeli ve sorunlu olacağının masaya yatırılması artık kaçınılmazdır.

Ancak bölge açısından gelişen bu tehlikeyi hesap edemeyen yalnızca Türkiye’dir. Zira El Kaide’ci grupların; Adana’da sarin gazıyla yakalanmaları, Reyhanlı saldırısının arkasında olduklarının emarelerinin açıkça görülmesi ve bir dizi kanıtlı olaya rağmen (Reyhanlı saldırısı sonradan açıkça el Kaide tarafından üstlenildi) bütün suçlarının Türk hükümeti tarafından örtbas edilmesi bunun göstergesiydi. El Kaide tehlikesinin nereye varacağını hesap edemeyen Türkiye, öyle görünüyor ki, tek başına bu felaketle kalakalacaktır.

Kimyasal saldırılara bel bağlayan savaş siyaseti

Tüm küresel hesaplar açısından Suriye politikası çıkmaza girdikçe, Türkiye’nin, sanki savaşı kızıştırmakla bu çıkmazı ortadan kaldıracağını zanneden çıkışlarına tanık olduk. Örneğin kimyasal saldırılar, Türkiye için neredeyse birer can simidi gibiydi.

Halep Han Asel’deki kimyasal saldırı bütün çıplaklığıyla yazıldı, çizildi. (“Tayyip’in öz evlatları kimyasal silah kullandı: Kurbanlardan Erdoğan’a tepki” başlıklı yazıda videolu anlatım birçok şeyi gözler önüne sermektedir. Bütün görsel kanıtlarda açıkça görüldüğü gibi bölgede kimyasal silahlarla katledilenler, muhaliflerin safına katılmayan “rejim yanlısı Aleviler”di.)[1]

Buna rağmen Türkiye’de “barış süreci”nin yeni başladığı o dönemde kimi liberal Kürt yazarların ısrarlar “Esad rejimi halka karşı kimyasal silah kullandı” biçiminde başlıklar atması, en çok Erdoğan ve Davutoğlu’nun Suriye’ye kimyasal gerekçeli müdahale nakaratına yaramıştı. Her ne kadar bu örneklerdeki “sürece endeksli Anti Esad’cılık tavrı” genel Kürt siyasetine mal edilemezse de, “barış süreci”yle birlikte hem AKP hem de Kürt hareketi açısından Suriye planında ortaklaşmanın, ABD-Rusya çekişmesinde “kaybedecek olan Rusya yerine, kazanan ABD’den taraf olunması” yönündeki  bir tercihin yansımaları görülüyordu. O vakitler hedefine neredeyse vardı varacak gibi bir hayale kapılan Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin keyfine diyecek yoktu. Zira bundan böyle Suriye’deki Kürtlerin rejime karşı muhaliflerin safında yer alacağına dair inanç ve beklentileri tamdı. Ancak PYD’nin izlediği politikanın hem AKP’yi hem de AKP güdümündeki Barzani kanadını hayal kırıklığına uğrattığı kesindir.

Bu gelişmelerle birlikte, Han Asal kimyasal saldırısında bütün şüphelerin muhalifler üzerinde yoğunlaşması nedeniyledir ki, AKP ve küresel yol arkadaşlarının hevesleri bir başka provokatif kimyasal saldırıya kaldı.

Guta saldırısı ve kimyasal gerçekler

21 Ağustos sabahı, Suriye ordusu tarafından kimyasal silah kullanıldığına ve 1300 sivil vatandaşın hayatını kaybettiğine dair haber onlarca video ve fotoğraflarla flaş haber olarak  verildi. Başta Türkiye olmak üzere tüm Suriye karşıtı güçler anında ve tereddütsüz olarak Esad rejiminin sivil halka karşı kimyasal silah kullandığı yönündeki açıklamaları peş peşe geldi. Davutoğlu’nun “iki yüze yakın insanın kimyasal silahlarla katledildiği” yönündeki açıklaması esnasında “Esad’ın yaptığından %100 eminim” derken gülmemek için kendini zor tutan haliyle yüzündeki o tebessüm adeta zihinlere kazındı.

O vakitler %100 emin olunan ve bugün artık lafı dahi edilmeyen Guta gerçeğine dönük kısa hatırlatma yapmakta yarar var. Muhaliflerin rejim tarafından gerçekleştiğini ilan ettikleri Halep Han Asal’daki kimyasal saldırıyı yerinde incelemek üzere BM denetçileri 20 Ağustos’ta Şam’a gelmişti. Ertesi günü, yani Doğu Guta’da kimyasal saldırı olduğunun söylendiği 21 Ağustos’ta Han Asal’da inceleme başlatacaklardı. Suriye hükümeti de muhaliflerin kimyasal saldırıda bulunduklarına dair kanıtları BM heyetine sunduğunu açıklamıştı. Tam bu esnada Şam’ın Doğu Guta banliyösünde kimyasal saldırı haberleri patlak verdi. El Cezire’nin, 21 Ağustos’ta saat 3’te gerçekleştiğini duyurduğu kimyasal katliamla ilgili görüntülerin bir gün önceden (20 Ağustos 2013) muhalifler tarafından youtube’a yüklendiği fark edildi. Şüpheli görüntüleri kaydeden El Cezire muhabirinin videoda sürekli olayın 21 Ağustos’ta gerçekleştiğini söylemesine rağmen görüntülerin 21 Ağustostan önce çekilip yayımlanması, kayıtlarda bir kadın ve bir erkeğin cesetlere iğneyle bir şeyler enjekte ettiklerinin görülmesi, yalnızca çocuk cesetlerinin olması, Mısır’da öldürülen ve daha önce fotoğrafları yayımlanan aynı çocukların foto montajla Guta kimyasal katliamının görüntülerinde tekrar gösterilmesi gibi birçok çelişkiye dair herhangi bir açıklama hala yapılmış değildir. Buna rağmen bu kimyasal katliamdan en fazla “emin olan” ve kesin bir dille konuşan Erdoğan ve Davutoğlu olmuştu.

Bir başka gerçeği de hatırlatmakta yarar var. 25 Ağustos günü sabaha doğru Hatay’daki uzun süreli elektrik kesintisinin ardından aynı günün ilerleyen saatlerinde Reuters şu haberi geçmişti: “Son 24 saatte 400 ton silah Hatay’dan Suriye’ye geçirildi.” Çok geçmeden Türkiye’ye 7 km mesafedeki Azaz’da El Kaideci Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütün İslam Devleti’ni ilan ettiği duyuruldu.

Kimyasalın aktörleri aslında bellidir, ancak kimyasaldan sonra beklenen askeri müdahalenin gerçekleşememesi, bütün planları ters yüz etti. Ve Davutoğlu’nun “Eset kimyasal katliam yaptı” demeçlerini verirken engel olamadığı tebessümünü bir daha göremedik.

Şimdi gelinen noktada hem kimyasal silahı kullanan ve kullandıranlar açısından durumun ciddiyeti, hem de bu gerekçeyle askeri müdahalede en fazla ısrarcı ve aceleci davrananların başında Türkiye’nin yer alması akıllara birden çok soru işaretlerini getirmektedir. Buna, askeri müdahale olasılığının ortadan kalktığının emareleri görüldükçe yine en fazla mutsuzlaşan tarafın Türkiye olması da eklenebilir.

Suriye politikasının iflası ve bölgede yeni yönelimler

Sonuç itibariyle Rusya ve ABD arasındaki uzlaşma (askeri müdahalenin riskleri ve cesaret edilemeyen birçok faktörün ayrıntılı bir irdelemeyi gerektirdiği gerçeği bir yana) aslında bölge üzerindeki paylaşım emellerinin nihayete erdiği anlamına gelmez. Şimdilik belki, çıkmaza giren ABD-Batı ittifakının BOP emelleri bir süreliğine ertelendi denebilir. Ancak bir savaş cehenneminin yaratıldığı bölgeyi bu haliyle bırakmak da olmaz. O halde  bundan sonra ne olacak? Asıl kritik soru budur.

Bundan sonra da Ortadoğu’yu büyük değişimlerin beklediğini söylemek mümkün. Ama bu kez günlük dille ifade edecek olursak, bu değişim, Ortadoğu’yu Suriye üzerinden talan etme hevesi içindeki aktörlerin diz çökmesi ve 180 derecelik dönüşü biçiminde olacaktır.

İçerden yapılan gözlem ve yorumlara bakacak olursak, Lübnanlı yazar Tarık Tarşişa[2], El Joumhouria gazetesindeki “Bölge büyük değişimin eşiğinde” başlıklı yazısında Petersburg  G-20 zirvesindeki Putin-Obama görüşmesinden çıkan bölge siyasetine dair gelişmelere değiniyor, zirvede bu iki ismin uluslararası kontrolle kimyasal silahların imhasından sonra birbirlerini ikna ettikleri yol haritasının “arabuluculuğa dayandığını” belirtiyor. Yazar göre kimyasal silah dosyasının açılmasıyla birlikte Washington-Tahran görüşmelerine fırsat doğmuş olacağı gibi, keza Tahran-Riyad hattında bir kapı aralama fırsatının yakalanma olasılığı meydana gelecek. Hatta Rusya’nın, bölgede kışkırtılan mezhepler savaşının iki uçtaki tarafları olan  Suud Kralı Abdullah bin Abdülaziz ile İran Cumhurbaşkanı Şeyh Hasan Rohani arasında bir zirvenin gerçekleşme olasılığının dahi uzak olmadığı noktasında Obama’yı ikna ettiği söylenebilir.

Dahası, bu zirvenin hac sezonunda gerçekleşmesi dahi bekleniyordu, ancak gerekli hazırlıkların tamamlanması için bir süre ertelendiği yönünde kanaat bildiriyor.

Olası gelişmelere dair Lübnanlı yazar şunu söylüyor:

“İlk olarak Ankara ve Tahran arasında arabuluculuk yürütmesi planlanan kişi olarak Hamas lideri Halid Meşal belirlendi. Hatta eğer bu görüşme başarılı olursa, Tahran, Meşal ile birlikte Ankara-Şam arasında arabuluculuk da yapabilecek. öncelikle Şam ile Hamas arasındaki ilişkinin restorasyonu gereklidir ki, Tahran, Hizbullah’la Şam arasındaki ilişkideki pozisyonundan kaynaklı olarak, benzer bir rolle bu arabuluculuğu gerçekleştirebilir.”[3]

Hatırlanacağı üzere Hamas lideri Halid Meşal, 8 Ekim’de Ankara ziyaretini gerçekleştirdi. Basında sadece “Başbakanlık konutunda Erdoğan’la görüştü” biçiminde yer alan bu ziyaretin detayına girilmedi. Ancak Hamas liderinin Tahran ziyareti daha çok konuşuldu. Her ne kadar bu ziyaret “Hamas, bürosunu Doha’dan İran’a mı taşıyacak?” tartışmalarına boğulsa da, esas kritik olanı, Meşal’in, Tahran ziyareti ile ilgili zamanlamasının Erdoğan görüşmesinden sonraya bırakılmasıdır. Eğer Meşal gerçekten arabuluculuğa soyunduysa, Tahran’la görüşmesinin ana eksenini Ankara’dan çantasında götürdükleri belirleyecektir.

Bu süreçte beklenen şey, Halid Meşal’in kimi televizyon konuşmalarında sıkça sözünü ettiği, Bölgede “Hükümetlerin ve halkların Kudüs gündemi” adlı bir çalıştay ya da konferans formülünü Hamas-Hizbullah öncülüğünde gerçekleştirme önerisini Tahran’a sunacağıdır. Fakat yine de ‘Ankara’dan yanında taşıdığı önemli olacak’ derken kastedilen, Suriye muhaliflerinin yanında yer alan bir Hamas ile rejimin yanında yer alan Hizbullah arasında arabuluculuk yapmayı dahi kabul etmeyecek olan Tahran’a böyle bir öneriyi sunmasının oldukça güç olacağıdır.

Bölgedeki değişen ve birbirleriyle düşmanlaşan tüm ilişkilere dair “arabuluculuk” formülüne ilişkin Tarık Tarşişa, yazısının devamında şunu söylüyor:

“İkinci olarak Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas da Suriye ve Katar liderleri arasındaki arabuluculuğu üstlenecektir ve Katar’dan Suriye’ye mektuplar götürmesi bekleniyor.

Üçüncü olarak da; Mısırlılar tarafından yürütülecek diğer bir arabuluculuk söz konusu. O da Suriye ile Suudi Arabistan arasında. Mısır Cumhurbaşkanı Adil Mansur’un Riyad ziyaretine ilişkin zamanlaması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Zira Mısırlı liderler Suudileri, Suriye’yi düşürme yönündeki rolünden dolayı eleştiriyor ve Suriye’nin düşmesinin, kaçınılmaz olarak Mısır’ın da sonbaharı olacağı yönündeki kaygıları taşıdıkları biliniyor.”[4] İşte bölgeyi sallayacak değişimin sinyalleri “arabuluculuklar” dizisi üzerinden şekilleniyor.

Savaşta en ısrarcı AKP’den çark etme sinyalleri

Bu gelişmeler esnasında, savaşta en ısrarcı ve aceleci tutumu takınan AKP’nin diline ve söylemine yansıyan çark etmeleri herkes merak etmiştir. Merakları bir nebze giderecek ve artık açıklık getirilmesi gereken kritik soruları sormak gerekir kanaatindeyiz:

Tayyip Erdoğan’ın dün toz kondurmadığı El Kaide’ye neden birden bire terörist örgüt dediğini,

Sahibinin sesi medyanın düne kadar  muhaliflerin tüm katliamlarını görmezden gelip, üstelik çoğunlukla bu katliamları ballandıra ballandıra Esad’ın üzerine yıkarken, bugün El Kaide’nin Türkiyeli gençleri nasıl kandırıp cihat için savaşa götürdükleri üzerine programlar yapmaya başladığını,

Düne kadar “derin stratejisinden en taviz vermez” olarak kendini gösteren Davutoğlu’nun, bugün, bundan yine Suriye rejimini sorumlu tutsa da El Kaide’nin tehlikesinden ve teröristliğinden dem vurmaya başladığını,

Bugüne kadar yalnızca muhaliflerin önünü açmak üzere Suriye’ye yönelik atışlar yapan TSK’nın ilk defa El Kaide mevzilerini vurduğunu nasıl açıklayabiliriz?

Görüldüğü üzere Suriye politikasının iflası, bu gün bu savaşta taraf olan bütün aktörler açısından, deyim yerindeyse, “Nerede kalmıştık!” noktasına geri dönmenin yol-yordamı üzerinde yoğunlaşma sürecine evrilmiştir. Ne var ki, bu evrilmenin her bileşen için bir kolayı olsa da, Türkiye için pek de kolay olacağa benzemiyor.

Türkiye açısından “Kardeşim Esad”dan, “katil Esed”e geçmek, yerli bir “stratejik derinlik”ten dolayı çok kolay oldu, ama aynı stratejik derinlikle tekrar “kardeşim Esad” noktasına geri gelmek öyle kolay olmayacak gibi görünüyor.

Evet, artık Davutoğlu’na bir arabulucu lazım. Ama en çok da, “nerede kalmıştık ağabey!” noktasına taşıyabilecek “derin stratejik” özellikli bir arabuluculuk…



[1] https://www.sendika.org/2013/03/tayyipin-oz-evlatlari-halepte-kimyasal-silah-kullandi-kurbanlardan-erdogana-tepki/

[2] http://www.aljoumhouria.com/editors/index/31

[3] http://www.aljoumhouria.com/news/index/98592

[4] a.g.y


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur