Ahmet Kaya, bence Başım Belada albümünün kapağındaki fotoğraftan, dünyaya biraz kostak, az buçuk kibirle bakan, tehlikeli şiir okuyan bir adamdı. O fotoğrafta, üzerindeki palto, babamın uzun yıllar giydiği paltoya handiyse aynı denecek kadar benziyordu. Hayata sataşan bir adamdı Kaya, tekinsiz… Başım Belada çıktığında yazdı. Çınarcık’a gidiyordum o yaz. Mavi Marmara vapurunun üst katında mavi tahta masalar ve sandalyeler vardı. Biraya başladığıma göre lisede olmalıyım. Tek başına, kirpikleri gölgeli bir çocuk. Nasıl unuturum sözleri: “Bizi güllerin iklimi tüketti / Dudağı yoran bir söze kırıldık / O vahşi beyaz at / Alıp başını gitti / Bir yaz yağmuru gibi unutulduk.”
Öncesi de var, ortaokul yılları, yazları bir eczanede çıraklık etmedeyim. Göksel Ağabey de eczanede kalfa. Sevdiği şarkılardan bir Kaya seçkisi hazırlamış. Efkârlanıp kapının önüne çıkıyor sonra, bir cigara yakıyor. 85’te Metris’ten çıkmış. Herkesten gizlese de bana anlatırdı. Metrisin Önünde çalarken dalıp gidiyor. Acılara Tutunmak mümkün müdür? Geçmiyor Günler çalarken anlıyorum; zaman herkes için aynı biçimde akmıyor.
Biraz daha mı önceye gitmeliyim yoksa? Babam bir ajanda getirmişti. Başkaldırıyorum albümünü dinlediğim günler. O albümden ilk şarkı: Beni Tarihle Yargıla. Upuzun bir Ersin Ergün şiiri. Gülyangını Ömrümüz, Bir Avuç Şiir, Yeniden Haziran adlı üç tane kitabı vardır Ergün’ün… 1981-1991 arasını cezaevinde geçiren bir şairdir: “Hoşçakalın anılarımı bıraktığım insanlar, / Mutluluğu için dövüştüğüm insanlar, / Yedi bölge, dört deniz, / Yedi iklim, altmış yedi şehir, / Okullar, mahalleler, köprüler, tren yolları… / Deniz kıyıları, balıkçı motorları, takalar, / Asfalt yolu boyu dizilmiş fabrikalar…” Nerden aklıma gelmişti bilmiyorum; ajandama, bir idam mahkûmunun son gecesini anlatan bir oyun yazmaya kalkmış, sayfaları bu şiirden dizelerle doldurmuştum. Nerdesin ey Ersin Ergün, hayatta mısın?
Kaya 12 Eylül sonrasının bunca sessiz ortamında girmiştir yaşamımıza. Sessizlikte bir ses olmuştur. O yıllar Özal, her fırsatta demokrasiye geçtiğimizi vurgularken, cezaevlerinde bir dolu insan açlık grevlerinde ölmekteydi. Müşerref Akay ve onun Türkiye’m adlı şarkısı; hatırlar mısınız? O şarkı, cezaevlerinde işkence aracı olarak kullanılırken, Kaya’nın notaları umuttu. Laf arasında, Ahmet Tulgar’ın Akay ile yaptığı o eşsiz röportajı herkes okumalı, geçelim.
Orhan Gencebay, minibüslerde kadere yanarken, Yazko yeni kurulmuştu. Sol, sesini çıkarmaya çalışıyordu. Kaya da Can Dündar’a anlattığı gibi, hadi oğlum Ahmet, dedi bir gün; bu işi yapsan yapsan sen yaparsın.
1985″te ilk albümü Ağlama Bebeğim yayımlandığında, ortada doğru dürüst Türk popu yokken, listelerin tepelerinde, bir “protest” şarkıcı dolanıyor, böyle bir kavram doğuyordu. Sonra ardı ardına albümler… Attila İlhan’ın, Can Yücel’in, Hasan Hüseyin’in şiirleri şarkı oluyor, dillere düşüyordu. Kaya, yirmi yıl sonra, Sezen Aksu, Barış Manço, Zülfü Livaneli gibi bir değer olacaktı hayatımızda; ne yaparsınız o yıllarda değer olmak bugünkü denli kolay değildi. Zaman istiyordu. Üstelik değer, eksildiğinde, kendisinden kalan boşluğu hüznün doldurduğu bir şey olmalıydı. Kaya da öyleydi.
Rivayet midir bilmem; kaset satan dükkânların camlarına şöyle yazılar asılırmış: “Yabancı Kaset 10.000 TL / Yerli Kaset 8.000 TL / Ahmet Kaya 4.000 TL”… Her türün uzağında durmuş, kendi dinleyicisini yetiştirmişti.
İnsanların hatıralarında, ayrılıklarında, sevinçlerinde, acılarında ne kadar yeriniz varsa; o kadar ayakta duruyorsunuz. Onu bugün bile bunca dinlenir kılan şeyin sırrı budur. Zaman, öyle alnı açık olanlara, borcunu öder. Solcusu, sağcısı, konu o olduğunda ayrılmaz. Çünkü Ahmet Kaya, buraların adamıdır, ne yapmışsa yapmış, ne demişse demiş, ama hep içinden geldiği gibi davranmıştır; buralılar kadar hırçın, buralılar kadar deli; öylesine güzel… Yani buraların adamı. Siz ondan, Hep Sonradan’ı dinlediniz mi hiç ya da Yalancı Ayrılık’ı. Bir ucu yanık mendildir.
Artık ne zaman bu ülkeyi anlamıyorum desem o saçma yarışmaları izliyorum. Daha dün Türkstar’da birisi Kürtçe şarkı okuyordu… Hatta geçen gün TRT 3’de Renklerimiz Seslerimiz gibisinden bir programda yine bir Kürtçe şarkı. Ahmet Kaya da 11 Şubat 1999’da yapılan Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde buna dair bir şeyler söylemişti. Kürtçe şarkı okuyacağım, klip çekeceğim benzeri cümleler. Sonra olan oldu. Küçük bir linç girişimi, önüne geçip kendini çatal bıçağa siper eden Mehmet Aslantuğ… Ardından sahneye Binlerce Dansöz Var’ın bestecisi Serdar Ortaç çıkıyor; o meşhur Padişah şarkısını şu şekilde değiştiriyordu; “Bu devirde kimse sultan değil padişah değil / Bu vatan bizim, ellerin değil!” Birkaç ay sonra asker kaçağı olduğunun anlaşılması da ilginçti. Kadın göbeğinden zeytin yemeğe benzemiyordu ne de olsa bu işler. Milliyetçi şarkıcımız, müzik adamı Ercan Saatçi vardı sonra, Kaya’yı protesto edenlerin arasında. Ortaç’ın padişahını andıktan sonra, Saatçi’nin şaheseri Yellenmek Üzerine’yi anımsamamak ayıptır. Nasıldı sözler: “Padişahlar da osurur, senatörler de / hatta genç kızlar da osurur icabında.” Derken uzun süre Atina’dan bildirmiş Reha Muhtar çıkıyor Memleketim şarkısını söyletiyordu herkese. Biliyorlar mıdır acaba; bu şarkı, Mireille Mathieu’nun L”Aveugle adlı parçasına Fikret Şenes’in (sanıldığı gibi erkek değildir Fikret Şenes, zarif bir hanımdır; üstelik bu ülkenin en iyi söz yazarlarından biridir, geçelim) yazdığı sözler üzerine kotarılmıştır. Daha hazini, Fransızca L’Aveugle, kör adam demektir. Kimse o gece, oradaki Ahmet Kaya gerçeğini göremiyordu yani. Kör adamlar; bir kez daha kelimelerin, kaderleri ve kederleri tamamladığını söylüyordu.
Ertesi gün kampanyalar başlamıştı. Berlin’de 1993’te düzenlenen bir konserde, bölünmüş bir Türkiye haritasının önünde konser verdiğine dair bir fotoğraf yayımlandı. Eşiyse 20 Ocak 2003’te Akşam gazetesi muhabirine şöyle diyecekti: “O yıl biz hiç yurtdışına gitmedik. Öyle bir konser yapmadık. … Hukukta fotoğraf delil sayılmaz, çünkü fotomontajdı. Nasıl başarılı bir senaryo biliyor musunuz? Aynı gazete 1994″te “bölücü” dediği sanatçıya Altın Kelebek ödülü verdi.”
Bu güzel ve yalnız ülkenin insanları arasında bir tartışmadır aldı yürüdü. Sünnetsizliğinden tutun da, kendini bilmez bir kıro olmasına bir dolu şey söylendi hakkında. Ne Mersedes’e binen dönek solculuğu kaldı; ne de bölücülüğü. Birkaç zaman sonra Oktay Ekşi’nin, Kaya hakkında yazdıkları hele. Faşizmin sınır tanımazlığı üzerine bir ibret dersi gibiydi: “Ciddiye alsan değmez. Çünkü hançeresinden çıkan sesin ona para kazandırmasından başka, insan olarak hiçbir ‘artı’sı olmadığı fizyonomisinden akan bir tip. Ara sıra ekrana yansıyan görüntüleri zaten, türkü söylemeseydi kötü bir bar fedaisi olurdu dedirtiyor.”
Evet Ahmet Ağabey. Sen gideli oluyor bir üç beş yıl. Senin memleketinde biz seni dinlemeye devam ediyoruz. Hal böyleyken böyle. Mezar taşının üzerindeki İstanbul manzarası kabartmasını gördüğümde, kirpikleri gölgeli o çocuğu, Mavi Marmara vapuruna uçan eşsiz deniz kokusunu, küçücük kasetçalarımı, sesini, okuduğun şiirleri anımsadım da; bu pazar senin için kırık dökük bir şey yazayım istedim. Borcumu ödeyebilmek için sana.
Serdar Ortaçlar, Ercan Saatçiler hep ortalarda, “olgunluk” çağlarını sürüyorlar artık. Yeniler, onları bile aratacak durumda inan. Seni hep dinlediğim o ilk gençlik zamanlarından sonra bir dolu müziğe, bir dolu şarkıya takıldım. Yelpaze açıldıkça açıldı. Biliyordum, rüzgârım ancak böyle büyük olabilirdi. Ama sen benim için hep kürkçü dükkânı oldun. Ne zaman rakı içmek istesem ya da elimde bir birayla Kadıköy’ün oradaki kayalıklarda otursam, sen vardın dilimde, hangi şarkın olursa olsun, fark etmedi.
Bu memleket bir gün kendisiyle hesaplaşmayı becerebilirse, seni de deli dolu bir evladı olarak bağrına basacak Ahmet Ağabey, bu memleket korktuğu her şeyle yüzleştiğinde… Bir gün, senin o kavruk sesinle söylediğin Doğumgünü’ne, Çek Mustafa Çek’e, Yorgun Demokrat’a, Olmasaydı Sonumuz Böyle’ye kardeşçe eşlik edeceğiz. Sazını, onunla dövüşür gibi hırçınca çalmanın sebebinin içindeki deniz olduğunu biz de anlayacağız bir gün. Vatan, memleket olduğu zaman. O gün…