Türkiye’de eğitim alanın en yakıcı ve gündemde yerini hep koruyan sorunlardan biri, öğretmen istihdamıdır. (özellikle 1980 sonrası) 80lerin ikinci yarısında, getirilen ‘yeterlilik sınavı’ öğretmenlerin artık doğrudan devlete alınmayacağının ilk işareti olarak düşünülebilir. Bu uygulama, dönemin politik havasından ve öğretmen sayısının azlığından kaynaklı olarak çok tartışılmadan kaldırılmıştır. Genel bir muhalefet hastalığı olarak, bu uygulamanın kaldırılmasından sonra, yaşanan […]
Türkiye’de eğitim alanın en yakıcı ve gündemde yerini hep koruyan sorunlardan biri, öğretmen istihdamıdır. (özellikle 1980 sonrası) 80lerin ikinci yarısında, getirilen ‘yeterlilik sınavı’ öğretmenlerin artık doğrudan devlete alınmayacağının ilk işareti olarak düşünülebilir. Bu uygulama, dönemin politik havasından ve öğretmen sayısının azlığından kaynaklı olarak çok tartışılmadan kaldırılmıştır. Genel bir muhalefet hastalığı olarak, bu uygulamanın kaldırılmasından sonra, yaşanan kapitalist dönüşüm somut emarelerini gösterse de sol muhalefet açısından da gündemden çıkmıştır. (politik analizin gündem eksenli olma yanlışlığı ) Bu dönem de dershane denilen bir sektör altın dönemini (sermaye açısından) yaşarken ciddi sayıda öğretmenin tercihini bu yöne kaydırması sonucunu doğurmuştur. “ Dershaneler başlangıçta çalışanlar açısından ekonomik getirisi iyi olan, temel mantık olarak öğrencilerin okuldan aldıkları öğretimi destekleyen, pekiştiren, öğrenciyi daha çok test tekniği ve sınav yönünden eğiten kurumlardı. Bundan dolayı çalışanların ders saatleri, sorumlulukları ve sıkıntıları azdı. Ancak dershaneciliğin gelişmesi ve asli kurumlar haline gelmesiyle (gölge değil) diğer ticaret alanlarında kâr elde edemeyen ya da daha çok kâr elde etmek amacı güden sermayenin bu alana girmesiyle eğitim alanında kapitalist eğitimin paradigması hâkim olmaya başladı ve dershaneler kendi içindeki eğitim ve öğretim mantığını kaybeden, bilimsel öğretim ilkelerinden hızla uzaklaşan ve acımasız bir rekabetin döndüğü bir alan haline geldi. Bu rekabet; eğitimin sosyal bir hak olmasının ötesinde, eşitsizlik üreten bir alan olmasını pekiştirdi.”(T.Yalçın, Türk-İş Dergisi) Bu tartışma yazının sınırları dışında kaldığı için bu tespitle yetineceğim. 2000’li yılların başındaki bu durumun çalışanlar üzerindeki etkisi ise sömürüyü açıktan hissetme olarak ortaya çıktı diyebiliriz. Resmi okullardaki öğretmenler baskın olarak demokratik ve kültürel haklarla ilgili sorunlar yaşarken, bu sorunların hepsini yaşamakla beraber emeğinin değersizleşmesi ve metalaşması olgusunu özel öğretim kurumları çalışanları daha derin ve hızlı yaşadı. Bu durumun sonucunda ücretlerin gerilemesi, esnek çalışma biçiminin tahayyül sınırlarını zorlayan biçimlerinin yaygınlaşması, temel hakların hatta kazanılmış asgari hakların bile rafa kaldırılması vb. olgular kişileri örgütlenme sürecine taşıdı. Bu örgütlenme sürecine politik anlamda yetersiz bir analizle kalkışıldığını net biçimde söyleyebiliriz. Dönemin kamu çalışanlarının grevli toplu sözleşme hak mücadelesi, bu alan için imkânsız olarak görüldü ve böyle bir mücadelenin hedef olarak koyulması gerekirken dernekleşme yoluyla dar amaçlara hapsolundu.( Bu tespiti, o dönemde kurulan derneklerden birinin bugün başkanı olarak söylediğimi belirtmek isterim.) Bunun önemli nedeni özel öğretim alanının “klasik işçi- patron ilişkisinden” bağımsız düşünülmesidir. O dönemde eğitim alanındaki dönüşümün kapitalist muhtevası doğru okunamamıştır. Çalışma alanındaki insanların ürettikleri ile yaşadıkları yabancılaşmanın basit bir sosyolojik olgu olduğu düşünülmüştür. Oysa dershanelerde üretilen değerin “kullanım değerinden değişim değerine”(Derya Keskin,Bitmeyen Sınavlar Yaşanmamış Hayatlar) dönüştüğü, bilince çıkan bir durum olsaydı mücadelenin biçimi de farklı olurdu diye düşünüyorum. Tabiî ki klasik işçi tanımını doğrudan karşılamayan kesimlerin sınıfsal konumlarıyla ilgili bütün muhalefetteki teorik bulanıklıkta bu sürecin sonuç alıcı örgütlenememesinde etkili olmuştur. Dernekleşme yoluyla yapılanları tamamen çöpe atmak niyetinde değilim, konumum gereği benim böyle bir iddiam zaten olamaz. Ama süreci bundan sonra doğru örebilmek; kişisel yanlışları bularak değil politik analizin eksiklerini ortaya koyarak olur. Bana göre bu sahanın örgütlenmesinde yapılan en önemli hata, çalışanların sınıfsal konumlarını tarifleyememektir. İlerici unsurların bile kafasında tarihsel egemen mantıktan kalma işçi olarak görmeme hastalığı hala devam etmektedir. Öğretmenler, mesleki statüsünü burjuva manasından bile çok fazla uzaklaşmış olduğunu gördüğü halde bunu sanal bir biçimde ayırt edici yan olarak görebilmektedir. Bunun sayısız örneklerini kişisel deneyimlerimde defalarca yaşadığımı söyleyebilirim. En net halini ise mücadele etmeden kazandığımız ya da kazandırılan sendika hakkımızdan sonra sendika örgütlenmesinde çalıştığımız 2009-2011 yılları arasında defalarca kere yaşadığımızı söyleyebilirim. Bu sürecin örgütlenmesinde iki durumu aşamadık: Birincisi fiili örgütlenmenin ve tabandan dayatmanın sonuç doğuracağına olan inançsızlığı, ikincisi devlet güvencesinin kurtuluş olduğu yollu algıyı. Bu durum, sendikadan, akşamdan sabaha değişim ve kazanım bekleyen bir ruh halini doğurdu. Aynı zamanda sendikal bürokrasinin ‘toplu sözleşme’ fetişizmini de aşındıramadık. Bu durumun önemli kazanımı ise süreçteki hataları göstermesi bakımından önemli bir deneyim sunmasıdır. Burada temel hatalar; toplumsal dönüşümü özellikle eğitim alanın dönüşümünü bütünlüklü görmeme, kamusal haklar bağlamını devlet tabanlı düşünme, hukuku ve iş yasalarını araç değil amaç olarak algılatma olarak ortaya konabilir. Bugün içinde sorunların değiştiğini söylemek mümkün değildir. Hatta dershanelerin kapatılacağı gündemi sorunun ne denli kökleştiğini bir kez daha gün yüzüne çıkardı bile diyebiliriz. İlk defa belki de bu kadar keskin biçimde yaşandığını da söyleyebiliriz. Bütün bunların politik bir analizle ele alındığında anlamlı olacağı açıktır.
Özel öğretim kurumlarında emekçiler açısından yaşanan bu süreçle beraber yaşayan bir diğer güncel sorun işsiz öğretmenler ya da atanmayan öğretmenler meselesidir. Bu sorunun gündeme girmesinde en önemli etken şüphesiz geliştirilen eylemlilik sürecidir. Bu sürecin başlangıcından bu yana dışarıdan bir gözlemci olarak yer aldığımı belirtmek isterim.
Bu süreç 2009 yılında bir platform oluşturulmasıyla gündeme oturdu. Ataması yapılmayan öğretmenler platformu(AYÖP) adıyla bilinen bu örgütlenme, Türkiye’de ezber bozan bir süreç olması açısından önemlidir. İki temelde önem içerdiğini düşünüyorum. Birincisi işsizlerin örgütlenebileceğini göstermesi ve ikincisi sokağı kullanmanın geçer akçe olduğunu hatırlatması. Ancak bu öneminin yanında bugün parçalanmış ve zayıflamış olmasının da nedenlerinin bir o kadar önemli olduğunu belirtelim. Dolayısıyla bu sorunun üzerinden gelişen örgütlenmeyi bütünlüklü ele almak gerekir. Kuruluşlarını kendi metinlerindeki anlamlandırmalarıyla anlamaya çalışırsak; çıkış bildirilerinde, “Bir avuç kişiydik yola çıktığımızda. Yıllardır ataması yapılmayan bir avuç öğretmen…”Ne yapacağız, nereden başlayacağız?” düşüncesiyle bir araya geldik, siyasi bir oluşum içinde değildik; çünkü hangi görüşten olursak olalım, hepimizin sorunu ortaktı:“Atanmak…”(AYÖP internet sitesi, italik bana ait) çıkış aşamasında hakim düşünüşlerden biri italik olarak gösterilen ifadeydi. Bu ifade, sorunun algısında yatan temeli teknik bir problem olarak görmenin belirtisiydi. Bunun başlangıçta doğal olduğunu söylemek mümkün ama süreci daha sonra sekteye uğratan bir hal alması bu düşünüşün bilinç düzeyinde aşılamaması bir eksiklik olarak ortaya konmalıdır. Bütünü ve esası kaçırma bu metinle kendini göstermeye başlıyor. Metinden devam edersek:
“İlk basın açıklamasını 12 Temmuz 2009’da gerçekleştirdikten tam bir hafta sonra, 19 Temmuz 2009- Ankara Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde; KPSS’deki kopya skandalı, akabinde açılan iptal davası ve yaşadığımız sorunlarla ilgili görüşlerimizi kamuoyu ile paylaştığımızda yalnızca 5 kişiydik. Azdık…daha da örgütlenmeliydik…Salt basın açıklamalarının işlevsiz olduğunu gördük, anladık. Sorunumuz büyüktü ve daha kalıcı eylemlere yönelmeliydik. “Açlık grevi” ile ilgili düşüncesini bizlerle bir internet sitesinde paylaşan arkadaşa destek vermek isteyen meslektaşlarımızla yüz yüze iletişime geçmeye karar verdik ve açlık grevini kararlaştırdığımız gibi 5 Ağustos 2009 tarihinde gerçekleştirdik. Bu sorunu yaşayan tüm arkadaşlarımıza çağrıda bulunduk, “Sizleri çözüm için birliğe, mücadeleye çağırıyoruz !” dedik.”(AYÖP internet sitesi) buradaki radikalleşme ciddi bir politik tutum olarak okunabilir. Aynı metinde böyle iki vurgunun olması bize toplamın heterojen yapısını gösteriyor. Ve umudu taze tutuyor. Özellikle devamındaki cümlelerdeki (italikler bana ait) vurgular grup içinde politik tavrın olduğunu gösteriyor. Bu durumu yakından da bildiğim için söyleyebilirim, AYÖP’ ün tamda çıkıştaki halinin fotoğraf budur. Devam edelim:
“Greve katılan 20 kişi daha sonra 30’lara, 40’lara, 50’lere yükseldi. Biliyorduk 250 bin işsiz öğretmen göz önüne alındığında bu sayı oldukça düşüktü; ancak 5 kişi de olsa bir yerden başlamalıydık. “Ücretli öğretmenlik ve benzeri esnek çalışma biçimlerinin kaldırılması”, “200 bin öğretmenin 2009 Ağustos’tan başlayarak 2010 Şubat ayına kadar olmak üzere en kısa sürede kadrolu atamalarının yapılması” taleplerini önümüze hedef olarak koyduk ve “Bıçak kemiğe dayandı!”, “Sadaka değil, hakkımızı istiyoruz!”, “Ücretli köle olmayacağız!”, “Eşit işe eşit ücret!”, “Tam gün kadrolu istihdam istiyoruz!” şiarlarıyla yola koyulduk. Bu taleplerimizi tek başımıza istemek bir anlam ifade etmiyordu, örgütlenmeliydik. Bunun için başlangıçtan bu yana hareketin içerisinde olan bizler, ayrım gözetmeksizin başta sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler, mecliste grubu bulunan siyasi partiler olmak üzere tüm kurum ve kuruluşların kapısını -tabiri caizse- aşındırdık; mücadelemiz için destek istedik. Bu noktada, şu konuya değinmek çok yerinde olacaktır. Bizler bu girişimi atanmayan bütün meslektaşlarımız adına yaptık ve yapıyoruz. Çünkü artık kimseye söyleyecek tek bir sözümüz kalmamıştır. “Sorunları, onları yaratanlar değil, onların muhatapları çözer” anlayışıyla hareket etmek zorundayız; birleşmek ve çözüme daha sıkı adımlarla yürümek için…”(AYÖP internet sitesi, italikler bana ait) AYÖP’ün sitesindeki tanıtım yazısında ise temel vurgular şöyledir: “Biz bilinçli olarak ataması yapılmayan öğretmenleriz, kendi eğitim alanı dışında iş bulamayan, tamgün kadrolu iş güvencesinden yoksun, ücretli öğretmen adı altındaki köleleriz” bu ifadelerde en önemlisi köle tanımlamasıdır. Bunun kolaylıkla yapılabilecek bir saptama olmadığını düşünüyorum. Kendi durumlarını kulağa bile hoş gelmeyen sınıfsal kodlu bir kavramla ifade edebilmeleri, sorunun ortaya konuşundaki politikliğin bir görünümü olarak düşünülebilir. Ancak daha sonraki süreçte bu tutumun mağdur dili olarak ortaya çıktığını gözlediğimizi söyleyebiliriz. Her platformda; “kadro istiyorum”, “eşimin yanına gitmek istiyorum”, “biz masumuz” vurgusu o kadar baskın hale geldi ki kendi içlerinde bile tartışmaları doğurduğunu söyleyebiliriz. Yine de yazılarının bazılarında piyasalaşmayı işsiz olmalarının nedeni olarak görmeleri anlamlı olsa da ana eksende, M.E.B e yaptıkları çağrıda temel kanunda tanımlanan öğretmenlik tanımına sadık kalmanın yer aldığını görüyoruz. Bu durumun eğitimin saf bir alan olarak kurgulanmasına bağlı olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Taleplerde gittikçe baskınlaşan güvencelilik=devlet denkliği olmuştur. Daha sonra yaşanan parçalanmaların siyasi görüş ayrılıkları üzerinden olduğu sanılsa da politik bakışın etkinleştirilememesinin önemli bir neden olduğunu belirtmek gerekir. Sürecin öznelerinde sorunun yapısal olduğu algısı havada kalmıştır. Bunun en net göstergesi faal olan kadrolar atandıkça hareketin sürekli mobilize olmasıdır. Ülkede, bütünle öznel durumlar arasındaki ilişkiyi sınıf temelli analiz eden güçlü bir hareketin olmayışı da asıl neden olarak düşünülebilir. Siyasal hareketlerin bu alana yönelik uygulamaları, destek olmanın ötesine gidememiştir. Bu süreçte tanıdığım birçok arkadaşın, “kendilerinin politik yapılara çok önemli bir alan açtıklarını ama yalnız kaldıklarını” vurgulamaları manidardır. Bu hareket, varlığını dayandırdığı sorunların teknik çözümüyle sönme ihtimalinin açık olduğu bir yapıya kavuşmuştur.
SON SÖZ
Ülkede yaşanan bu durum, öğretmen emeğinin güvencesizleştirme ve geleceksizleştirilme sürecidir. Bu süreç kesintisiz biçimde ilerleyecek ve bugün için görece güvenceli alanların da benzer uygulamalara maruz kalacağı açıktır. Böyle bir öngörü kapitalizmin analizini eleştirel yapan bir akıl için orijinal değildir. Ancak bu sürecin doğru karşılanması ve müdahil olunması içinde yeterli bir zemin değildir. Bu noktada yapılacak en önemli şey pratik sorunların politik ele alınması ve bunun doğurduğu olanakların iyi kullanılması olacaktır. Buradan hareketle, işsiz ve güvencesiz öğretmenlerin diğer güvencesiz çalışma alanlarıyla birleşecek biçimde bir araya gelmesinin elzem olduğu söylenebilir. Bu bir araya geliş bu alandaki saldırı ve sömürüleri geriletebilecek ara talepler geliştirmelidir. Atanmayan öğretmenlerin “ücretli öğretmenlik kaldırılsın” talebini dayatmaları atanma sorunu açısından anlamlı olacaktır. Özel öğretim kurumlarında çalışan öğretmenlerin ise çalışma saatleriyle ilgili yasayı bile aşan uygulamalara karşı” beş gün çalışma ve etütlerin ücretlendirilmesi” ve “sigortanın reel ücretler üzerinden yatırılması” talebini geliştirmesi gerekir. Bu taleplerin nihayi olmadığı açıktır ama bu taleplerle derinleştirilen bir mücadele bu alanda devlet ve sermayenin geriletilmesini doğuracak dinamiklerdir. Önümüzdeki dönemde ya sendika hakkımızın da olduğu insan gibi çalışma saatlerine uygun bir çalışma biçimini kazanacağız ya da özel okul olsun dershane olsun sermayenin mesleğimizi ve emeğimizi itibarsızlaştırmasına teslim olacağız.
* Timurhan Yalçın
Özel Öğretim Kurumları Çalışanları Derneği (ÖZ-DER)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.