Bu yılın ortalarında metropol ekonomilerin bazılarında açıklanan büyüme rakamları, yeni bir toparlanmanın işaretleri olarak, büyük bir iyimserlik ile yorumlanıyor. Ancak 2009 yılındaki “Yeşil Filizler” olarak da adlandırılan geçici toparlanma deneyimi ve bu yılın Temmuz- Eylül aylarında uluslararası örgütlerin açıkladığı beklenti raporları bunun abartılı ve çok erken bir değerlendirme olduğu kanısını güçlendiriyor. Yayınlanma tarihi itibariyle ilk […]
Bu yılın ortalarında metropol ekonomilerin bazılarında açıklanan büyüme rakamları, yeni bir toparlanmanın işaretleri olarak, büyük bir iyimserlik ile yorumlanıyor. Ancak 2009 yılındaki “Yeşil Filizler” olarak da adlandırılan geçici toparlanma deneyimi ve bu yılın Temmuz- Eylül aylarında uluslararası örgütlerin açıkladığı beklenti raporları bunun abartılı ve çok erken bir değerlendirme olduğu kanısını güçlendiriyor.
Yayınlanma tarihi itibariyle ilk rapor olan Dünya Bankası’nın Haziran 2013 tarihli “Küresel Ekonomik Görünüm Raporu”[2] göreli olarak iyimser bir bakış açısı ile küresel ekonominin hassasiyetlerinin azaldığı bir döneme girildiğini ileri sürüyor. Yüksek gelirli ülkelerin büyüme hızının bu yıl ortalama % 1,2’den 2105’e kadar % 2,3’e çıkacağının beklendiği bu rapora göre küresel ekonomik büyüme hala çok yavaş, Güney Avrupa ülkelerindeki toparlanma çok cılız ve azgelişmiş ülkelerde aşırı ısınma riskleri mevcut olsa da, Haziran 2012’den bu yana finansal piyasalardaki durum iyileşmeye başladı ve dünya ekonomisinde temel bir krizin çıkma ihtimali azaldı. Rapor, diğer taraftan önümüzdeki dönemde ABD’nin miktarsal kolaylaştırmadan vazgeçmesi olasılığının, düşük düzeyli meta fiyatlarının ve Asya ülkelerindeki aşırı değerli varlık fiyatlarının ve yüksek kaldıraç oranlarının (yüksek borçluluk) yeni riskleri oluşturduğunun da altını çiziyor.
9 Temmuz 2013 tarihli IMF “Dünya Ekonomik Görünümü Raporu”[3], dünyanın 2013’deki büyümesinin % 3,1 ve 2014’te % 3,8 olacağını açıkladı. Bu, Nisan’da yapılan tahminin % 0.25 düşürüldüğü anlamına geliyor. Bu temkinli öngörünün nedeni olarak, azgelişmiş ülkelerin büyümesinin yavaşlamasına ilaveten, Avrupa’da devam eden resesyon, ABD büyümesinin beklenenden düşük çıkması gibi gelişmeler gösteriliyor. Öyle ki rapora göre, ABD 2013’te % 1¾ ve 2014’te % 2¾; Japonya 2013’te % 2 büyüyebilecek. Avro Bölgesi ise 2013’te resesyonda kalacak. Yükselen ekonomilerdeki zayıflama küresel büyüme beklentisini düşüren en önemli faktör olarak görülüyor. Bu oran 2013’te ortalama % 5 ve 2014’te % 5,5 (bu oran Nisan öngörüsünde % ¼ daha yüksekti) ve bu ülkelerin başını çeken Çin’de 2013–14 de % 7¾ olarak kalacak (Nisan öngörüsünden % ¼ ve % ½ daha düşük).
IMF’ye göre, finansal piyasalardaki hassasiyet geçen yaza nazaran bu Mayıs ve Haziran’da arttı ve yükselen ekonomiler bundan en çok etkilenenler oldu. Buradan hareketle gelişmiş ülkelerdeki büyümeye ilişkin riskler göreli olarak düşük kalırken, yükselen ekonomilerdeki riskler endişe verici düzeyde olacak. Bu ülkelerden son dönemde artan sermaye çıkışları varlık fiyatlarını düşürüp, döviz kuru fırlattı. Bu hassasiyetler sürer ve finansal piyasaların kırılganlıkları yüksek kalırsa yükselen ekonomilerden sermaye çıkışları hızlanır ve büyüme oranları daha da düşer. Kısaca IMF’ye göre bu dönemde aşağı doğru gidiş riski belirleyici durumda.
Son rapor, 3 Eylül 2013 OECD “Ara Değerlendirme Raporu” da[4] gelişmiş ülkelerde ılımlı bir toparlanmanın görüldüğünü, ancak küresel büyümenin hala çok cılız olduğunu ve kriz riskinin sürdüğünü ileri sürüyor. Buna göre, ABD ve Japonya gibi metropol ülkelerde bazı olumlu gelişmeler olsa da, işsizlik oranları yüksek kalacak ve toparlanma olsa dahi yapısal işsizlik artacak. Avro Bölgesindeki yeniden dengeleme, yüksek borçlu ülkelerdeki iç talebin zayıflığı nedeniyle eksik kalacak. Kriz, sermayenin büyümesini yavaşlattığı için ve toparlanma sırasında ortaya çıkan ve verimlilik artışını durduran riskler nedeniyle, metropol ülkelerde düşük yatırım düzeyleri sürecek. Azgelişmiş ülkeler de ise büyüme oranları kriz öncesi trendlerin altında kalacak. Bunda krizin doğrudan etkisinin yanı sıra demografik yapısal değişiklikler de etkili olacak. Yükselen ekonomiler açısından durumun daha riskli olduğunun belirtildiği raporda, bu ülkelerin genelde büyüme oranlarının düştüğünün ve küresel finansal koşulların sıkılaşması beklentisi nedeniyle sermaye çıkışı ve beraberinde gelecek olan döviz kuru ve faiz artışı risklerinin hala çok yüksekte seyrettiğinin altı çiziliyor. Son olarak rapor yüksek işsizlik ve düşük büyümenin tüm dünyada sosyal gerilimleri artırma tehlikesine vurgu yapıyor.
Son gelişmeler dünyanın önde gelen iktisatçıları tarafından da yorumlandı. Örneğin bugün dünya ekonomisin politik belirsizliklerden kaynaklanan çok sayıda öngörülebilir risk ile karşı karşıya olduğunu ileri süren Roubini’ye göre[5], ABD’de Fed’in Mayıs ayındaki kararı hali hazırda % 1,6’dan Mayıs’ta % 2,9’a fırlayan uzun vadeli faiz oranlarının daha da yükselmesine neden olacak. Almanya’da yakında seçimlerin olması küresel belirsizliği artıran bir diğer faktör, zira seçim sonrası oluşturulacak yeni hükümetin eski ekonomi politikalarına ilişkin tavrı etkili olacak. Benzer politik belirsizlikler İtalya, İspanya ve Yunanistan hükümetleri açısından da geçerli. Avrupa Merkez Bankası’nın uzun dönemli olarak faiz oranlarını düşük tutma politikası hem çok yetersiz, hem de gecikmiş durumda. Nitekim kısa dönemli borçlanma maliyetlerindeki artış durdurulamadı. Bankanın bu politikayı daha da derinleştirip derinleştirmeyeceği de belirsiz. İngiltere’de faiz oranları artarken, Japonya’da yapılan reformlar ve ticaret serbestleştirilmesi biçimindeki Abenomics’in üçüncü kısmının hayata geçirilmesi konusunda tereddütler var, keza bu ülkede 2014 yılında uygulanacak olan tüketim vergisi ekonomiyi yavaşlatabilir. Çin’de Kasım ayında yapılacak olan Komünist Parti Merkez Komitesi toplantısı önemli olacak. Zira burada yatırım yönelimli büyümeden tüketim yönelimli büyümeye geçilip geçilmeyeceği netleşecek. Çin’in yavaşlaması hali hazırda diğer azgelişmişlerdeki finansal gerilimi artırmış durumda. BRIC ülkelerinin büyümesi uzun zamandır abartılıyordu. Bu ülkelerin hızlı büyümesinin nedenlerinden biri Çin’in suni balonlar yaratarak bu ülkelerin ekonomilerini canlandırmasıydı, ama “şimdi parti sona erdi, geriye içki mahmurluğu kaldı”. Bu ülkeler içinde Türkiye’de var, zira ciddi boyutta cari açığı var. Bu arada büyüme yavaşlarken, enflasyon oranı hedeflenenin üzerine çıktı. Önümüzdeki 1–1,5 yılda gerçekleşecek olan genel seçimler öncesinde sosyal protestolar ciddi bir politik belirsizliğe işaret ediyor. Ayrıca ABD’nin olası Suriye müdahalesinin ve bölgede İsrail’in İran’a yönelik olası bir girişiminin petrol fiyatlarının ne kadar etkileyeceği de önemli olacak.
Uluslararası mali örgütlerin raporlarının ve kriz konusunda uzman iktisatçılar ve araştırmacıların değerlendirmelerinin ötesinde, son dönemde açıklanan bazı veriler, göstergeler ve gelişmeler küresel kapitalist durgunluğun sürdüğünü, önümüzdeki dönemde yeni risklerin ortaya çıkacağını ve bunların etkili olacağını ve sistemik krizin yeni dönemde daha çok azgelişmiş ülke ekonomilerinde kendini hissettireceğini ve krizin bundan böyle daha çok azgelişmiş ülkelerle anılacağını ortaya koyuyor.
ABD’de durgunluk sürerken, yeni finansal balonlar şişiriliyor
Öncelikle, üretim, finans ve ticaret anlamında dünya ekonomisinin en büyüğü olan ABD ekonomisinin durumuna bakıldığında durgunluğun sürdüğü, işsizliğin yüksek düzeyde devam ederek yapısal bir hal aldığı, uzun dönemde kalıcı bir büyüme üzerinde etkili olan yatırım düzeylerinin kriz öncesinin gerisinde olduğu ve krizi tetikleyen finansal balonların şişirilmeye devam edildiği görülecektir.
ABD’de, GSYH içindeki payı 1980’lerden bu yana giderek azalan sınai yatırımların dibe vuruşu “Büyük Resesyon” ile birlikte gerçekleşti. Genişletici para politikası ve miktarsal kolaylaştırma işe yaramadı, yatırımlar artmadı. Düşük yatırımlar toparlanmayı engellerken işsizliği artırdı. İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana görülen eski toparlanmalarla kıyaslandığında hem yatırımlar hem de işsizlik açılarından 2009 “Yeşil Filizler Toparlanması” gerçek bir toparlanmadan uzak bir görünüme sahip. Buna karşılık kriz sonrasında kârların payı arttı. Geçmişte kârlar ile yatırımlar arasında güçlü bir bağ vardı. Oysa son krizde bu iki unsur arasındaki bağ iyice seyrelmiş durumda. Yani yüksek kârlılığa rağmen yatırım düzeyleri çok düşük kaldı.
Oysa ekonomileri uzun dönemde büyütmenin yollarından biri gerçek girdilere, yani gelecekteki hâsıla ve verimlilikleri artırmada kullanılan yapılara ve makinalara yatırım yapmaktır. Keza bu tür yatırımlar makroekonomik istikrarın ve tam istihdamın sağlanması açısından da temel bir öneme sahiptir, zira bireysel ve kurumsal tasarrufların neden olduğu sızıntıyı dengeleyebilmek için talebe yapılan enjeksiyon gibidirler. Son kriz, 1930’lardan sonra yatırımların en fazla düştüğü ve beraberinde bütüncül üretimin en fazla azaldığı, buna karşılık işsizliğin en fazla arttığı bir kriz niteliğindedir. 2009’dan bu yana bütüncül hâsıla tekrar artmaya başladı, ama 1947 yılından bu yana ortaya çıkan resesyonlara göre yatırımlardaki toparlanma minimum düzeyde kaldı.[6]
ABD’de krizden bu yana geçen dönemde, istihdam düzeyi kriz öncesi düzeyin gerisinde kaldı (üç milyon istihdam açığı). İşgücüne katılım oranı 1979’dan bu yana en düşük seviyede. Tüketim harcamaları son dokuz aydır en düşük düzeyde seyrediyor. Çünkü ücret ve maaşlar uzunca bir süredir inişte. Orta sınıfın parası bitmek üzere ve daha fazla borçlanamıyor. Reel ortanca hane halkı geliri 2010’dan bu yana azalıyor. Oysa tüketim harcamaları ekonominin % 70’ini oluşturuyor. Kısaca bütçe kısıntıları, perakende satışlardaki düşüşler, imalat sanayi üretimindeki yavaşlama, kazançların düşüklüğü, ev satışlarındaki azalma ve dayanıklı tüketim mallarının satışlarındaki durgunluk ve azalan ihracatlar toparlanmayı önlüyor[7].
Wall Street Journal’da yayımlanan bir çalışma[8] şu ana kadar Fed’in uyguladığı sıfır faiz politikası ve miktarsal kolaylaştırmanın reel ekonomiye bir fayda sağlamazken, nasıl kurumların ve finansal kuruluşların borçluluk düzeylerini 2008 krizi öncesindeki tehlikeli oranlara yükselttiğini ortaya koyuyor. Buna göre, toplam kurumsal tahvil borcu 2007 yılından bu yana % 59 artarak 6 trilyon dolara ulaştı. Giderek daha fazla küçük şirket borçlanmaya yöneldi ve büyük yatırım fonları 2008 yılında bu tahvillerin % 17’sine ve riskli olarak değerlendirilen şirketlere verilen kredilerin % 3’üne sahip iken, bugün bu oranlar sırasıyla % 26 ve % 19’ a yükseldi. Yatırım fonları ve döviz ticareti yapan fonların çok riskli tahvillere yaptıkları yatırımların toplamı 2008 sonunda 92 milyar dolar iken, Temmuz 2013’te 285 milyar dolara fırladı.
Finansal kuruluşlar 2008 de iktisadi çöküşü tetikleyen riskli mortgage paketlerini yeniden satıyorlar. Dodd-Frank Yasası gibi yeni yasaları bypass yaparak, bu şirketler yapılandırılmış finansal ürünler adı verilen araçlara doğru hızla yatırımlarını artırdılar. Times’in haberine göre sadece 2013 yılında bankalar bu tür yeni teminata bağlanmış borç yükümlülükleri biçiminde 26 milyar dolarlık ürün ihraç ettiler. Ticari mortgage temelli menkul değerlerin % 37’si ise riskli konumda ( geçen yıl bu oran % 23 idi)[9].
Kısaca, Amerikan ekonomisinde krizin ardından bir süredir, miktarsal kolaylaştırma sonucunda bollaşan paranın üretimden ziyade finans şirketlerinin elinde finansal yatırım aracı olarak kullanılmasıyla yeni balonlar oluşturuluyor.
Bu durumu Shiller şöyle açıklıyor[10]: “Balonların, kriz sonrasında, sona erdiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira hem ABD hem de diğer ülkelerde yeni ve süregelen balonlar konutta, borsada, uzun vadeli tahvil piyasasında, petrolde ve altında büyüyerek yayılıyor. Etkin piyasa hipotezinin en sağlam savunucusu Eugene Fama’ya göre piyasa ekonomilerinde balonlar oluşmaz. Oysa bu doğru değil. Balonlar sosyal ve psikolojik bir olgu olduklarından doğaları gereği kontrol edilebilmeleri de çok zordur. Spekülatif balonlar kısa bir hikâyede olduğu gibi sonlanmazlar, gerçek dünyada ne zaman sonlanacakları asla bilinemez.
Avrupa’da resesyon devam ediyor, politik riskler artıyor
Avrupa’da durum daha kötü. Öncelikle, Avro Bölgesi bir bütün olarak 2013 yılının ilk yarısında sadece % 0,3 büyüyebildi. Bu yıllık olarak % 1,1’e denk düşüyor. Son 18 ayın negatif büyümesinin ardından pozitif oranlara dönüş hiçbir biçimde Avrupa’nın köşeyi döndüğü anlamına gelmez. Avro Bölgesi ekonomisi bugün bir bütün olarak 2008 öncesinden % 3 daha küçük. Ekonomistlere göre işsizliğin azaltılabilmesi için Avrupa’nın önümüzdeki üç yıl içinde yılda en az % 2–3 büyümesi gerekli ki, bu mümkün gözükmüyor[11].
Nitekim Nisan ayında tüm bölgede işsizlik % 12,2’ye ve genç işsizliği % 24,4’ e yükseldi. Yunanistan’da 25 yaş altı gençlerin üçte ikisi işsiz durumda. Bu oran Şubat’ta % 62 idi. Yani Avro Bölgesinde yaklaşık 20 milyon insan işsiz. Genç işsizlik oranları İspanya’da % 56,4, Portekiz’de % 42,5, İtalya’da % 40,5, İngiltere’de % 20,2, Almanya’da % 7,5 ve Avusturya’da % 8 oldu[12].
Yani her ne kadar son piyasa verileri cılız da olsa toparlanma işaretleri veriyorsa da, buradan hareketle bazı çevreler krizden çıkılmakta olduğunu ve bazı büyük yatırım fonu yöneticileri kıtanın uzun dönemli bir büyüme rallisine başladığını ileri sürüyorlarsa da, Avrupa’nın 2010 yılından bu yana devam eden borç krizi aynı derinliği ile olduğu yerde duruyor. Özellikle de Güney Avrupa ülkelerindeki bankaların borç düzeyleri oldukça kritik. Dahası son on yıldır Güney Avrupa’nın refah düzeyi ya hızla azaldı ya da sabit kaldı, ama artmadı. Yani bölge son tahlilde toparlansa dahi Avrupa eski Avrupa olmayacak.
Nitekim Avrupa’da refah düzeyi açısından Merkez ve Güney ülkeler arasında var olan farklılıklar iyice arttı. Örneğin krize kadar Fransa ve Almanya’daki insanların refah düzeyi hemen hemen aynı iken, kriz sonrasında Fransa, Almanya’nın gerisinde kaldı. Bundan böyle Güney Avrupa refah açısından boy sırasına girecektir. Buna göre en tepede Fransa, onu Fransa’nın kişi başına gelirinin % 80’ine sahip İtalya ve % 70’ine sahip İspanya takip edecek. Yunanistan ve Portekiz’de kişi başına gelir Fransa’nınkinin yarısını zor bulacaktır. Oysa kriz öncesinde Yunanistan ve İspanya hemen hemen eşit durumdaydı. Keza küresel düzeyde 1980–2018 döneminin bütününde Güney Avrupa’nın, satın alma gücü paritesiyle, dünya hasılası içindeki payı yarıya inerek % 6 olacak. Bunun tek başına Fransa için anlamı bu ülke ekonomisinin dünya hasılası içindeki payının % 5’in altından % 2,5’in altına inmesi demektir[13].
Ayrıca bölgenin dördüncü büyük ekonomisine sahip İtalya’da politik sorunlar had safhada. Ekim’de eğer Senato, Berlusconi’nin kamu görevinden uzaklaştırılması yönünde alınan kararı onaylarsa, mevcut Letta Koalisyon Hükümeti yıkılabilir ve İtalya yeni bir Avrupa krizini tetikleyebilir. İtalya’nın politik sorunlarının derinleşmesi yatırımcıları derinden etkileyecektir. İtalyan varlıkları, hem tahviller, hem de borsa, hali hazırda performans altında bir değere sahipler. On yıllık tahvillerin getirisi son üç ayın 40 baz puan üstüne çıkmış durumda. Alman tahvilleri ile kıyaslandığında prim 30 baz puan farkı buldu. Ve İtalyan CDS’lerinin fiyatı yükselmesini sürdürüyor. Yani Avrupa’nın kaderini Roma etkileyebilir[14].
“Ayrışma Tezi” efsane oldu, yükselen ekonomiler yavaşlıyor
Kuşkusuz son dönem verileri iktisadi krizin coğrafi olarak yer değiştirmesi anlamında dikkatleri başta Çin olmak üzere, adına yükselen ekonomiler de denilen azgelişmiş ülkelere yöneltti. Zira 2008 krizinin patlak vermesinin ardından, ortaya atılan bir teze göre, Çin, Hindistan ve Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler dünya ekonomisinin genel gidişinden ayrışacaklar (de coupling), yani dünya ekonomisi küçülürken onlar hızla büyüyecekler ve bu da dünya ekonomisinin canlanması için temel oluşturacaktı. Ancak son veriler bunun gerçekleşmediğini ve yükselen piyasaların yeni büyüme kaynağı olamadıkları gibi, bugünlerde küresel istikrarsızlığın da yeni kaynağı haline geldiklerini ortaya koydu.
Böyle bir tezin ortaya atılmasının nedenlerinden biri kuşkusuz Çin ekonomisinin gösterdiği büyüme performansı oldu. Zira ortalama % 10-12’lik büyüme Asya ve L. Amerika’nın bazı ülkelerinin de yüksek büyüme performanslarının dinamiklerinden birini oluşturdu. Ama bugün itibariyle ayrışma tezinin bir efsane olduğu ortaya çıktı. Zira sözü edilen ülkelerin hepsi büyüme sorunları yaşıyor. Bu durum da bazı ülkelerin dünya ekonomisinden ayrıştıklarını değil, bu gelişmelerin karmaşık ama doğası gereği birbiriyle ilişkilenmiş bir küresel ekonomik sistemin sonucu olduğunu ortaya koyuyor. Buradan hareketle yükselen ekonomilerin bugün karşılaştıkları sorunların şu ya da bu politikadan kaynaklı olmaktan ziyade dünya kapitalizminin zorunlu yeni bir aşamasında olmalarından doğduğunu ileri sürmek mümkündür[15].
Bu ülkelerin ve bir anlamda küresel kapitalizmin motoru durumundaki Çin ekonomisinin eski günlerde olduğu gibi % 10–12 büyüyemeyeceği ve 2013-2104’ü ortalama % 7¾’lük bir büyüme ile kapatacağı öngörülüyor[16]. Çin’in yavaşlaması hem Güney Asya ekonomileri, hem de Brezilya ve Avustralya gibi bu ülkeye yönelik hammadde ihracatçısı ülkelerin büyümesini olumsuz etkileyecektir.
Sadece düşük büyüme oranları değil, Çin ile ilgili bir diğer temel sorun yüksek borç düzeyleri. Küresel kriz sonrası uygulanan bol kredi ve mali teşvikler öyle bir noktaya geldi ki bu bir finansal krizi tetikleyebilir. Financial Times’e göre Çin’in toplam borçları GSYH’sinin % 200’üne erişti. Öyle ki Çin bankacılık sistemi 2008–2013 arasında 14 trilyon dolar büyüyerek ABD bankacılık sisteminin büyüklüğüne erişti. Geri dönüşü riskli / takipteki kredilerin miktarı 2013’ün ikinci çeyreğinde 2 trilyon dolar arttı[17].
Çinli iktisatçı Minxin Pei’ye göre[18], Temmuz ayında sadece birkaç gün içinde Interbank faiz oranlarının ikili rakamlara ulaştığı Çin’in son finansal çalkantısı, dünyanın bu en büyük ikinci ekonomisinin sert bir inişe geçtiğini gösteriyor. Çin ekonomisi 2008–2012 arasında GSYH’sinin % 30’una ulaşan devasa bir kredi büyümesi ile ateşlenmiş, dolayısıyla da kaldıraç oranı yükselen ekonomiler içinde en yükseğe çıkmıştı. Bunun sonucunun iyi bitmesi beklenemezdi. Nomura Securities’e ait bir çalışmanın bulgularından hareketle Pei, Çin’in finansal risk profilinin, geçmişteki finansal krizleri öncesinde Tayland, Japonya, İspanya ve ABD’ninkilere benzetmektedir. Çin Halk Bankası da kaldıraç oranlarının tehlikeli bir düzeye eriştiğini kabul etmek durumunda kalmıştır. Bugün tek soru sadece tersine kaldıracın ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği sorusu. İster sert isterse yumuşak bir biçimde tersine kaldıraç harekete geçirilsin, her iki politikanın sonucunda da Çin ekonomisi daha da yavaşlamaya devam edecektir.
Keza Hindistan bir diğer umut ülkesiydi. IMF’ye göre bu ülke 2013’te an fazla % 6 büyüyebilecek[19]. Bu durum ülkenin dev sanayi şirketlerinin borç yükünü artıracak. Ayrıca bir diğer yeni büyüme merkezi olarak kabul edilen Endonezya da, tıpkı Hindistan gibi, Fed’in parasal sıkılaştırma kararını açıklamasından sonra gerçekleşen sermaye çıkışlarının etkisi altında ciddi sarsıntı geçiriyor.
Kısaca, dünya ekonomisinin bugün, bu yükselen ekonomilerin büyümesine olan ihtiyacı ve finansal piyasalardaki entegrasyonun daha da hızlanması gibi olgular dikkate alındığında, olası bir finansal krizin küresel ekonomiye etkileri çok ciddi olacaktır.
O halde yükselen ekonomiler neden hızla yavaşlamaya başladılar? Bu soruya ilişkin en geçerli açıklama bu yılın ortalarından itibaren, azgelişmişlere, özellikle de yükselen ekonomilere doğru olan yabancı sermaye akımlarının önce azalması, ardından da özellikle de Fed’in Mayıs ayındaki açıklamasının ardından tersine dönme eğilimine girmesiydi.
2012 yılının sonundan bu yana Fed, piyasadaki mevcut hazine bonosu ve mortgage destekli tahvilleri satın alarak, her ay piyasaya 85 milyar dolarlık taze para pompalıyor. Miktarsal kolaylaştırmanın üçüncü ayağı olarak da anılan bu politikalar aslında krizin patlak vermesinden bu yana uygulanıyor. Böyle genişletici para politikalarıyla faiz oranlarının neredeyse sıfıra kadar gerilemesi sağlanıyor, böylece de piyasalarda bir kredi bolluğu yaratılarak finansal sistemin yeniden bir krize girmesi önlenmeye çalışılıyordu. Ancak bu politika yeni finansal balonların şişirilmesine neden olurken, bu bol paranın bir kısmının da daha yüksek getiri için sıcak para biçiminde, yükselen ülkelere gelmesine yol açtı. Böylece hedge fonları, Hindistan. Brezilya ve Türkiye gibi ülkelere milyarlar tutarında göreli olarak ucuz dolar akıttı ve bu ülkelerdeki düşük kur- yüksek faiz makasından ciddi getiriler sağladı.
Bu durumu, kalbi duran bir adamın elektro şok tedavisi yapılarak hayata döndürülmesine benzeten Chang, gerçek ekonomide bunun bedelinin borsada, mal ve konut piyasalarında giderek sürdürülemez balonların şişirilmesi olduğunu ileri sürmektedir. Chang’a göre[20], böyle durumların kaçınılmaz sonucu yeni bir finansal krizdir. Önce spekülatif sermaye azgelişmiş ülkelerin ulusal paralarını aşırı değerli kılarak kredi balonu yaratır, sonrasında bugünlerde olduğu gibi bu ülkelerden geri çekilerek devalüasyonlara neden olur, böylece de bir döviz krizinin önünü açar. Bir başka anlatımla, krizdeki metropol ülkeler ekonomilerini canlandırmak için geride tek araç olarak kalan miktarsal kolaylaştırmaya giderken, azgelişmişler üzerinde böyle bir etkiye yol açıyorlar. Bu böyle devam ederse 1997 benzeri bir döviz ve finans krizinin patlak vermesi hayli muhtemeldir, zira sıcak yabancı para spekülatif niteliği gereğince böyle krizlere neden olabiliyor.
Azgelişmişlere doğru olan spekülatif yabancı sermaye akımları azalıyor, para kaynağına dönüyor, kapitalist kriz azgelişmişlere taşınıyor
Kısaca Türkiye gibi “yükselen piyasalar” son on yıldır küresel yatırımcıların en çok sevdiği ülkelerdi. Ama bu spekülatif fon akımları bu ülkelerde yüksek borçlu yatırımlara ve harcama patlamasına neden oldular. Ve sıcak paranın kurumaya başlamasıyla finansal sektör çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu yılın başlarından itibaren uluslararası sermaye akımlarında iş tersine dönmeye başladı ve parasal sıkılaştırma işaretleri veren Fed’i, İngiliz ve Avrupa merkez bankalarının benzer kararları izleyince azgelişmişlere doğru olan akımlar yavaşlamaya, buna karşılık bu ülkelerden sermaye çıkmaya başladı.
Çünkü başta ABD’de olmak üzere bazı güvenli metropollerde faiz oranları arttı. Öyle ki Şubat 2013’ten bu yana ABD’de 10 yıllık hazine bonosu faizi % 1 puan artarak % 2.72’ye yükseldi, böylece bono fiyatları % 10 düştü. % 2’lik bir enflasyon beklentisini veri alındığında faiz oranları hala % 1 puan düşük. Geçmiş deneyimlere dayanarak faiz oranlarının en az % 2 puan yükselerek nominal faiz oranlarının % 4’ün üzerine çıkabileceği söylenebilir[21].
Fed’in parasal sıkılaştırmaya gitme kararına ilave olarak yükselen ekonomilerdeki ekonomik istikrarsızlıklar ve politik riskler ve huzursuzluklar da sermaye çıkışlarını tetikleyen faktörler oldular.
Uluslararası Finans Kurumu, IIF bir raporunda[22] 2013 yılında yükselen ülkelerden kaynaklanacak sermaye çıkışlarının 1,4 trilyon dolara ulaşacağını öngörüyor. Oysa 2000–2003 döneminde yıllık ortalama rakam 103 milyar dolar civarındaydı. Bu ülkelere giden net sermaye akımları ise bu ve gelecek yıl azalacak. 2000’li yılların ortalarına kadar yükselen ekonomilerden çıkış yapan sermaye daha ziyade resmi rezerv birikiminden kaynaklı idi. Son birkaç yıldır aslan payını resmi olmayan özel sermaye çıkışları almaya başladı. Bir başka kaynakta[23] ise sadece Mayıs ayından bu yana çıkan kaynak miktarının 1,5 trilyon doları bulduğu belirtiliyor.
Bu sermaye çıkışlarının ani etkileri; borsalar / varlık fiyatları, döviz kurları, rezervler ve faiz oranları üzerinde görülürken, kısa vadede ayrıca enflasyon ve başta petrol olmak üzere ithalat maliyetleri ve döviz cinsinden olan borçların reel maliyetleri artacaktır. Bu ülkeler şimdiden geçmişte ucuz dolar üzerinden yaptıkları dış borçlanmanın şimdilerde nasıl geri ödeneceği konusunda endişe yaşamaya başladılar. Bu gelişmeler, özellikle çok yüksek cari açığa sahip olan ve borçlarını ödemek için bol miktarda sıcak para kullanan Türkiye gibi ülkelerin ekonomileri için olumsuz sonuçlara neden olacaktır.
Örneğin yükselen piyasa varlıklarının fiyatları 22 Mayıs’tan bu yana % 15 değer kaybetti. Bu piyasalar metropol ülke piyasalarının % 20 altında bir performans sergileyebildi[24]. Ulusal paralar Brezilya’da % 22, Hindistan’da % 20,4, G. Afrika’da % 14, Endonezya’da % 11,5 ve Türkiye’de % 11,1 değer kaybetti[25]. Sermaye çıkışlarını azaltabilmek için piyasaya döviz satışı biçiminde yapılan müdahaleler sırasında azgelişmiş dünya, rezervlerinden 81 milyar dolarını yitirdi.
Türkiye ekonomisinde daralma sürüyor, ekonomik ve politik riskler belirleyici olacak
Türkiye bu gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerden biri oldu. Hükümet, devalüasyonu önleyebilmek için gecelik faiz oranlarını artırırken, döviz satış ihalelerine başvurdu. Haziran’ın başlarından beri net rezervlerinin % 15’ini harcamak durumunda kaldı[26] . Fakat bu Liranın değer kaybetmesini önleyemedi ve dolar kuru 2.04 olurken, 10 yıllık Hazine bonolarının faizi 19 ayda ilk kez % 10’un üzerine çıktı[27] .
Ama önce bugünlere nasıl gelindiğini kısaca hatırlamakta yarar var. Son 10 yıldır Türkiye’de uygulanmakta olan neo liberal strateji, 24 Ocak 1980 Kararları ile başlatılan emperyalist – kapitalist sistemle yeniden eklemlenme sürecinin son halkası. Bu süreçte Türkiye ekonomisi her açıdan, ama özellikle de kaynak temini açısından, uluslararası finans kapitale daha da bağımlı hale getirildi. Bu dönemde büyüme, yerli tasarrufların % 13’ler gibi (bu oran 2002 yılında % 18,6 idi) çok yetersiz bir durumda olmasından ötürü, yabancı kaynak kullanımı ile mümkün olabildi. Buna, bu dönemdeki dışsal dinamik olarak uluslararası likide bolluğunun yüksek getirili ülkelere yönelme ihtiyacı da eklenince, dış kaynağa bağımlı büyüme stratejisi hem mümkün olabildi, hem de uluslararası kapitalist sistem nezdinde meşruiyet kazandı. Öyle ki tarihsel olarak 2005 yılına kadar yılda ortalama 20 milyar dolarlık dış kaynak kullanan Türkiye bu tarihten sonra 50 milyar doların üzerine çıktı. Bu dış kaynağın genelde % 90’ı kısa vadeli kaynak niteliğindeydi[28].
Bir başka anlatımla, Türkiye’de ekonomik konjonktür, büyük ölçüde dışsal olarak belirleniyor ve dış dünya ile Türkiye arasındaki dış kaynak hareketleri bu bakımdan ön planda rol oynuyor. Bu bağlamda Türkiye ekonomisinde 2009 yılından bu yana gerçekleşen üç dalgalanmadan birincisi (yukarı doğru) 2009’un son iki ayı ile Temmuz 2011 arasında gerçekleşti. Batı merkez bankaları, finans kapitali krizden kurtarmak için bol likidite pompaladılar ve bu fonların önemli bir bölümü çevre ekonomilerine girdi. Türkiye de bu furyadan bol kepçe pay aldı: Bu konjonktürün geçerli olduğu yirmi bir ay boyunca Türkiye’ye giren yabancı sermaye toplamı 103 milyar dolara, aylık ortalama 5 milyar dolara ulaştı. İkinci yukarı dalgalanma Temmuz 2012-Nisan 2013 dönemi olmak üzere on ay sürdü, Avrupa Merkez Bankası’nın ve Fed’in açılan para muslukları, Türkiye’ye de aktı ve aylık ortalama 7,5 milyar doları aşan bir yabancı sermaye girişi gerçekleşti. Bu akımların sonucunda, ilkinde 2010 ve 2011’de ekonomi % 9 büyüdü, ama 75 milyar dolarlık bir dış açık bu konjonktürün bir armağanı olarak kaldı. Mayıs-Haziran 2013’e gelindiğinde dış kaynak akımları hâlâ pozitif değerlerde seyrediyor, ama bir önceki iniş konjonktüründen çok daha hızla daralarak. Yani ekonomi, net sermaye çıkışı olmadan da, sadece dış kaynak girişi azaldığı için küçülme ivmesine geçebilir. Bu durumda, yılın son aylarında ve 2014 başlarında ekonominin küçülmesi beklenebilir[29].
Son on yıldır ortalama % 6- 7 büyüme sağlayan ve bol sıcak para, düşük kur ve yüksek faiz ve yüksek ithalat ve yüksek cari açık mekanizmasına dayalı olarak temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen paralarla, başta bankacılık, borsa, gayrimenkul-inşaat, perakendecilik ve ithalata dayalı tüketim sektörlerinde balonlar şişirerek yürüyen, böylece hem ekonomik canlılık yaratırken, hem de özellikle de, kentsel rant projeleri üzerinden sermaye ve servet birikimi sağlayan, böylece kitlelerin borçluluğunu ve yoksulluğunu artırırken, onlarca yeni dolar milyarderi üreten strateji artık sürdürülemez bir noktaya geldi.
Nitekim Fed’in parasal sıkılaştırmaya gidebileceği kararının ardından, yeni para girişlerinde azalma olurken, 14 Haziran itibarıyla borsa ve hazine bonolarından olmak üzere Türkiye’den 11 milyar doların üzerinde bir kaynak çıkışı oldu. Bunun sonucunda borsa hızla düşerken, ABD doları ve TL faiz oranları yükseldi[30]. Bu yıl sonu itibariyle Hükümetin büyüme tahmininin % 3 civarında olarak duyurulması da uluslararası spekülatif sermaye hareketlerinin Türkiye ekonomisi üzerindeki belirleyici etkisini bir kez daha ortaya koyuyor.
Türkiye ekonomisinin geleceğine ilişkin değerlendirmelere daha yakından bakıldığında durumun daha da ciddi olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin yabancı kaynağa bağımlı azgelişmiş ülkelere dönük sermaye akımlarındaki ani bir donma ya da durmanın ortaya çıkaracağı riski ölçmek için bir endeks geliştiren The Economist Dergisi’ne göre, ani bir biçimde sermaye girişi durması ile belirecek risk bugün yükselen ekonomiler için temel bir risk konumunda. Ancak bazı ülkeler çok daha fazla riskli ve bu ülkelerin başında Türkiye geliyor.
En riskli “yükselen ekonomi”: Türkiye
26 ülkeyi içeren endeks[31]; 2012 yılı için, cari hesap dengesi, kredi büyümesi, kısa vadeli dış borçların ve dış borç servisinin toplam rezervler içindeki payı, finansal açıklık ve döviz kurlarından oluşan bir sepete göre hesaplanıyor ve en yüksek risk 20 puan olarak belirleniyor. Türkiye 18 puan gibi rekor bir puan ile yabancı sermaye akımlarının donması durumunda en riskli ülke olarak ortaya çıkıyor. Endeksin bileşenleri olarak, cari hesap dengesinde, cari açığı % 6,3 olarak en riskli üçüncü; kısa vadeli dış borçlar ve dış borç servisinin döviz rezervleri içindeki payı % 150 olarak en riskli üçüncü; 2009–2012 döneminde yıllık ortalama % değişme cinsinden iç kredi artışı olarak % 114 ile birinci; finansal açıklık ( 0–1000) içinde 200 puan ile birinci ve Ocak-Ağustos 2013 döneminde dolar karşısında ulusal paraların değerindeki yüzde değişme cinsinden % 13 değer kaybederek yedinci sırada yer alıyor. Böylece Türkiye aralarında G. Afrika, Ukrayna ve bazı L. Amerikan ülkelerinin bulunduğu kırmızı bölgenin en başında yer alıyor.
Türkiye’nin böyle ciddi durumlarla baş etmede kullanabileceği araçlar ise çok kısıtlı. Bunların başında gelen döviz rezervleri 130 milyar dolar civarında. Ancak dolar satış ihalelerinde kullanabileceği miktar bunun sadece üçte biri düzeyinde. Yani ciddi çalkantılara karşı dövizdeki yükselişi durdurabilmek için gerekli olabilecek büyük miktarda mobilize edeceği fon mevcut değil. Üretimi ve ihracatı başta enerji olmak üzere ithalata bağımlı olan bir ekonomide döviz kurundaki ciddi yükselmelerin maliyetleri ve maliyet enflasyonunu artırması da kaçınılmaz olacak.
Ayrıca AKP işbaşına geldiğinden bu yana ekonomide borçlanma düzeyi hızla arttı. Tüketici ve şirket borçları adeta patladı, borçluların sayısında hızlı bir artış oldu. Öyle ki 2003 yılında bankalara tüketici kredisi borcu olanların tutarı 2,4 milyon iken 2012 sonunda bu sayı 13. 2 milyona yükseldi[32]. Özel ve kamu sektörü olmak üzere toplam dış borçlar (anapara ve faiz) 400 milyarı doları buluyor. Lira değer kaybettikçe bu kurumların borç servisi maliyetleri de artacak, karlılıkları azalacaktır.
Kısa vadeli borç düzeyinin yüksekliği, yukarıda The Economist’in araştırmasının da işaret ettiği gibi bir endişe kaynağı oluşturuyor. Çünkü[33] 89 milyar doları özel sektöre ait olmak üzere Türkiye’nin kısa vadeli dış borçlarının tutarı 101 milyar dolar. Bir yıl içerisinde vadesi gelecek orta ve uzun vadeli borçlar eklendiğinde, sadece dış borçların yenilenmesi ya da çevrilebilmesi için 140 milyar dolara gerek var. Mevcut durum göz önüne alındığında bu kaynağın bulunması zor görünüyor. Bu durumda merkez bankası rezervlerine başvurulacaktır. Ayrıca cari açığın finansmanı için fon gereksinimi sürüyor. Orta Vadeli Program’da cari açık 60 milyar dolar olarak öngörülüyor. Döviz kurunun sıçramasıyla birlikte bu rakam biraz aşağı çekilse bile, yine de finansmanında güçlük yaşanabilecektir.
İlave olarak, Türkiye ekonomisi Orta Doğu’da şu ana kadar izlenen politikanın iktisadi bedelini ödeyecek gibi gözüküyor. Hali hazırda Mısır Ticaret Odası, Türkiye ile ilişkilerini askıya aldığını, Abu Dabi Ulusal Enerji Şirketi Taqa Türkiye’ye yapmayı planladıkları 12 milyar dolarlık yatırımdan vazgeçtiğini açıkladı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e verilen açık destek, Türkiye’nin S. Arabistan ve B. Arap Emirlikleri ile arasını açıyor. Oysa Avrupa pazarındaki daralmanın neden olduğu eksikliği Türkiye, Orta Doğu ile kapatmayı hesaplıyordu. Hali hazırda Arap sermayesi son yılların büyüme motoru olan inşaat ve gayrimenkul sektörüne devasa sermaye akıttı.
Bu tür politik gelişmelerin ekonomi üzerindeki etkilerini yansıtan bir diğer gösterge, uluslararası yatırımcıların adeta pusula gibi kullandıkları ve söz konusu ülkenin risklilik durumunu gösteren CDS’ler, yani risk prim takaslarıdır. Bunlar yükseldiğinde ülkenin yabancı yatırımcılar açısından risklilik durumu artmaktadır.
CDS’ler Mayıs-Ağustos 2013 döneminde Türkiye için 100 puan yükseldi. Türkiye kategorisindeki ülkelerden risk primi en çok yükselen diğer ülkeler, primi 74 puan artan G. Afrika Cumhuriyeti ve 71 puan artan Brezilya oldu. Türkiye’nin ‘yükselen ülkeler’ arasında bu kadar kısa sürede en riskli ülke biçiminde algılanmasında başta cari açık/milli gelir oranının yüzde 7–10 bandında olması, dış borç yükünün milli gelirinin yüzde 44-45’ini bulması gibi kırılganlıkları etkili oldu[34]. Ancak yukarıda saydığımız Orta Doğu ve K. Afrika dış politikasındaki tutarsızlıklar ve yanlışlıklar ve Gezi Direnişine karşı yürütülen baskıcı tavır da ülke imajının hızla bozulmasına yol açarak, yabancı yatırımcılar açısından caydırıcı oldu.
Özce, ekonomi çok kritik bir kavşakta ve devlet bu krizi kapitalist sınıflar lehine yönetmek için her türlü ekonomik ve politik aracı kullanıyor. Hükümetin bu konudaki en büyük kısıtlarından biri ise Haziran direnişi ile ortaya çıkan toplumsal muhalefet. Çünkü bu süreçte yönetenler ilk kez, biraz da şaşkın bir biçimde, on yıldır uyguladıkları yeni liberal ve yeni muhafazakâr politikalara ve dönüşümlere karşı önemli bir kesimin sesini çıkardığını, meydanlara döküldüğünü gördüler.
Son olarak, 19 Eylül Çarşamba günü Fed piyasadan tahvil alarak piyasaya dolar pompalama biçiminde yürütmekte olduğu miktarsal kolaylaştırma programını, Mayıs’ta yapılan açıklamanın aksine, sürpriz bir biçimde, toparlanma rayına oturana kadar sürdüreceğini açıkladı. Bu açıklama ile her ay piyasalardan yapılan 85 milyar dolarlık hazine bonosu ve mortgage tahvili alımı devam edecek[35]. Bu açıklama hem Avrupa merkez bankaları, hem finansal piyasalar, hem de yükselen ülke merkez bankalarınca coşku ile karşılandı. Örneğin Türkiye’de 11 Haziran’dan bu yana Merkez Bankası TL’yi desteklemek için 10 milyar dolar satış yaparken, Temmuz’dan itibaren gösterge faizini % 1.25 puan yükseltmek durumunda kalmıştı. Bu açıklamanın ardından bir gün sonra TL, dolar karşısında % 3 değer kazanarak kur 1.95’e kadar geriledi. 10 yıllık hazine bonolarının getirisi de % 0.75 düşerek 5 Temmuz’dan bu yana en düşük düzey olan % 7.90 oldu.
Bu gelişme uluslararası finans piyasalarını ve özellikle Türkiye olmak üzere yabancı kaynağa bağımlı ülke yönetimlerini geçici olarak rahatlatmış olsa da, sorun olduğu gibi yerinde duruyor. Yapılan şey sadece gelmekte olan krizi ötelemektir. Kapitalist metropoller açısından bu, politika değişikliği ile sorunun çözümlenemeyecek kadar derin olduğunu, azgelişmişler için ise krizin artık sadece metropol kapitalist ekonomilerin değil, başta Türkiye olmak üzere azgelişmişlerin de sorunu olduğunu, böylece krizin altıncı yılında yeni bir aşamaya gelindiğini ortaya koyuyor.
Kaynakça
Allen, Katie (2013), “Eurozone unemployment hits new high with quarter of under-25s jobless”, The Guardian, (31 May 2013).
Beams, Nick (2013), “Five years after the financial crash, global economy continues to weaken”, http://www.wsws.org/en/articles/2013/08/19/pers-a19.html
Blackstone, Brian and Douglas, Jason (2013), “Fed Decision Is Relief for Europe, Decision Not to Reduce Bond-Buying Program Eases Pressure On European Recovery”, http://online.wsj.com, (September 19, 2013).
Booth, Adam (2013), “The myth of decoupling: emerging economies hit a Wall”, http://www.marxist.com, (28 August 2013).
Boratav, Korkut , “Ekonomide iniş devam ediyor” Sol Gazetesi, (20 Ağustos 2013).
Buğlalılar, Eren (2013), “The Economy Is Doing Fine, But the People Aren’t”: Some Facts on the Economic Background of the Protests in Turkey, http://mrzine.monthlyreview.org/2013.
Chandler,Marc (2013), “Europe’s Weakest Link: Why Italy Could Reignite The European Crisis”, http://www.economywatch.com, (30 August 2013).
Chang,Ha-Joon (2013) , “Another financial crisis looms if rich countries can’t kick their addiction to cash injection”, The Guardian, (30 August 2013).
“Doc. Dr. Mustafa Durmuş İle Ekonomik Büyüme Üzerine Söyleşi”, Fikret Başkaya / Özgür Üniversite, (19 Nisan 2013).
IIF (2013), “Fed Exit Plans, Downshift in EM Growth to Reduce Private Capital Flows to Emerging Market Countries”, http://www.iif.com/press/press+422.php, Press Releases, (26 June 2013).
Feldstein, Martin (2013), “US Interest Rates Will Continue to Rise”, http://www.project-syndicate.org, (28 August 2013).
Figueroa, Alyssa (2013), “Are the Banks Already Orchestrating Another Meltdown?” AlterNet http://www.alternet.org, (April 19, 2013).
Financial Crisis Anniversary: For Corporations and Investors, Debt Makes a Comeback.
Friedman, Gerald (2013), “Collapsing Investment and the Great Recession”, http://dollarsandsense.org, (July/August 2013).
http://epp.eurostat.ec.europa.eu;
International Monetary Fund (2013), “ Emerging Market Slowdown Adds to Global Economy Pains”, World Economic Outlook July 9, 2013, http://www.imf.org.
Kaya, Yasin (2013), “Turkey: Crisis at Home, Crisis in the World”, The B u l l e t, Socialist Project • E-Bulletin No. 871, (September 6, 2013).
Kozanoğlu, Hayri (2013), “Deniz Bitti”, BirGün, (25.06.2013).
OECD (2013), Interim Economic Assessment 3rd Sep 2013.
Pei, Minxin (2013), “ The Politics of a Slowing China”, http://www.project-syndicate.org, (06 July 2013).
Peker, Emre (2013), “Stagflation Fears Stalk Turkey,” Money Beat, (August 26, 2013).
Roubini,Nouriel (2013), “Autumn’s Known Unknowns”, http://www.project-syndicate.org, (31 August 2013).
Shiller, Robert J., 2013), “Bubbles Forever”, http://www.project-syndicate.org., (17 July 2013).
Sönmez, Mustafa (2103) , “En kırılgan, Türkiye: Hasar da büyük olacak”, , http://www.sendika.org., (26 Ağustos 2013).
The Economist (2013), “Which emerging markets are most vulnerable to a freeze in capital inflows?, The capital-freeze index”, http://www.economist.com, (Sep 7th 2013).
Whitney, Mike (2013), “Back to Recession, From Spring Swoon to the Big Crash”, http://www.counterpunch.org., ( April 26-28, 2013).
World Bank (2013), “Global Economic Prospects”, June 2013.
[1] Doç. Dr. Gazi Üniv., İİBF, Maliye Böl.,
[2] World Bank, Global Economic Prospects , June 2013.
[3] International Monetary Fund (2013), “ Emerging Market Slowdown Adds to Global Economy Pains”, World Economic Outlook July 9, 2013, http://www.imf.org.
[4] OECD, Interim Economic Assessment, 3rd Sep 2013.
[5] Nouriel Roubini, Autumn’s Known Unknowns, , http://www.project-syndicate.org, 31 August 2013
[6] Gerald Friedman, Collapsing Investment and the Great Recession, http://dollarsandsense.org, .July/August 2013, http://dollarsandsense.org.
[7] Mike Whitney, Back to Recession, From Spring Swoon to the Big Crash, http://www.counterpunch.org. April 26-28, 2013.
[8] Financial Crisis Anniversary: For Corporations and Investors, Debt Makes a Comeback.
[9] Alyssa Figueroa, Are the Banks Already Orchestrating Another Meltdown?, AlterNet http://www.alternet.org ., April 19, 2013
[10] Robert J. Shiller, Bubbles Forever, http://www.project-syndicate.org., 17 July 2013.
[11] Nick Beams, Five years after the financial crash, global economy continues to weaken, http://www.wsws.org, 19.08.2013.
[12] http://epp.eurostat.ec.europa.eu;ve Katie Allen, Eurozone unemployment hits new high with quarter of under-25s jobless, The Guardian, 31 May 2013.
[13] Marc Chandler, Europe’s Weakest Link: Why Italy Could Reignite The European Crisis, http://www.economywatch.com.,30 August 2013.
[14] Marc Chandler, agm.,
[15] Adam Booth, The myth of decoupling: emerging economies hit a wall, http://www.marxist.com., 28 August 2013.
[16] IMF, age.,
[17] Nick Beams, agm.,
[18] Minxin Pei, The Politics of a Slowing China, , http://www.project-syndicate.org, 06 July 2013.
[19] IMF, age.,
[20] Ha-Joon Chang, Another financial crisis looms if rich countries can’t kick their addiction to cash injection, The Guardian, 30 August 2013.
[21] Martin Feldstein, US Interest Rates Will Continue to Rise, http://www.project-syndicate.org., 28 August 2013.
[22] Fed Exit Plans, Downshift in EM Growth to Reduce Private Capital Flows to Emerging Market Countries http://www.iif.com, Press Releases, 26 June 2013.
[23] Ralph Atkins and Robin Wigglesworth. “Investors Pull Out of Emerging Markets and into Europe,” Financial Times, August 23, 2013’den aktaran Yasin Kaya, Turkey: Crisis at Home, Crisis in the World, The B u l l e t, Socialist Project • E-Bulletin No. 871, September 6, 2013.
[24] Fed Exit Plans, age.,
[25] Mustafa Sönmez, “En Kirilgan, Türkiye: Hasar da Büyük Olacak,” Yurt Gazetesi, August 26, 2013’den aktaran Yasin Kaya, agm.,
[26] Emre Peker. “Stagflation Fears Stalk Turkey,” Money Beat, August 26, 2013’den aktaran Yasin Kaya, agm.,
[27] Taylan Bilgic and Benjamin Harvey. “Lira in Freefall to Spur Off-Schedule Rate Boosts: Turkey Credit,” Bloomberg, August 23, 2013’den aktaran Yasin Kaya, agm.,
[28] “Doç. Dr. Mustafa Durmuş İle Ekonomik Büyüme Üzerine Söyleşi” Fikret Başkaya , Özgür Üniversite, 19 Nisan 2013.
[29] Korkut Boratav, Ekonomide iniş devam ediyor, Sol Gazetesi, 20 Ağustos 2013.
[30] Hayri Kozanoğlu, Deniz Bitti, BirGün, 25.06.2013.
[31] The Economist, Which emerging markets are most vulnerable to a freeze in capital inflows?, The capital-freeze index,, http://www.economist.com, Sep 7th 2013.
[32] Eren Buğlalılar, “The Economy Is Doing Fine, But the People Aren’t”: Some Facts on the Economic Background of the Protests in Turkey, http://mrzine.monthlyreview.org, 06.07.2013.
[33] Hayri Kozanoğlu, agm.,
[34] Mustafa Sönmez, agm.,
[35] Brian Blackstone and Jason Douglas, Fed Decision Is Relief for Europe, Decision Not to Reduce Bond-Buying Program Eases Pressure On European Recovery, Wall Street Journal, http://online.wsj.com, September 19, 2013.
*Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Doç. Dr. Mustafa Durmuş
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.