Başkan Obama’nın salı günü Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı yaklaşık 40 dakikalık konuşma, ABD dış politikasına, Ortadoğu’ya ilişkin bir “ayar” verilmekte olduğuna işaret ediyordu. Obama’dan sonra konuşan İran Devlet Başkanı Ruhani, ABD ve Rusya arasında Suriye’deki kimyasal silahlar bağlamında başlayan yakınlaşmaya, İran’ın nükleer silah tartışmalarına son vermeye kararlı olduğuna ilişkin bir işbirliği mesajıyla katıldı. Cuma günü BM Güvenlik Konseyi Suriye konusunda, askeri […]
Başkan Obama’nın salı günü Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı yaklaşık 40 dakikalık konuşma, ABD dış politikasına, Ortadoğu’ya ilişkin bir “ayar” verilmekte olduğuna işaret ediyordu.
Obama’dan sonra konuşan İran Devlet Başkanı Ruhani, ABD ve Rusya arasında Suriye’deki kimyasal silahlar bağlamında başlayan yakınlaşmaya, İran’ın nükleer silah tartışmalarına son vermeye kararlı olduğuna ilişkin bir işbirliği mesajıyla katıldı. Cuma günü BM Güvenlik Konseyi Suriye konusunda, askeri müdahale içermeyen bir öneriyi oybirliği ile kabul etti. ABD Başkanı, 1979’dan bu yana ilk kez İran Devlet Başkanı’nı telefonla aradı.
Hafta boyunca uluslararası basında uzmanların, ABD’nin Büyük Ortadoğu coğrafyasına ilişkin şekillenmekte olduğunu düşündüren yeni politikasını yorumlamaya çalışan yazılarında, “dünya gücü”, “bölge lideri”, “yükselen güç”olduğunu iddia eden AKP Türkiyesi’nin ismi geçmiyordu. Bölgedeki oyuncuların dışlanmasından yakınan bir Suudi uzmanın yorumunda bile… (Al Awsat, 26/09) Türkiye’nin bu yıl, Şengen İşbirliği Örgütü’nün toplantısına davet edilmemiş olduğunu (EursiaNet, 25/09), Financial Times’da Türkiye’nin bölgede yalnız kaldığını anlatan (26/09) yorumunu da ekleyelim.
İki gelişmeyi daha hesaba katmak gerekiyor. Birincisi, Le Monde’un salı günü “48 saatte üç katliam: Cihadın kanlı bayrağı” başlıklı yorumunda işaret ettiği gibi, El Şebab (Kenya), Cundallah (Pakistan) ve Boko Haram (Nijerya) tarafından gerçekleştirilen, yaklaşık 300 kişinin ölmesine, yüzlercesinin yaralanmasına yol açan saldırılar, Müslüman dünyasında, Hıristiyan, Yahudi, dinsiz vb. sıfatlarla tanımladıkları grupları hedef alan akımlar ilgi çekmeye devam ediyor.
İkincisi, Suriye’de radikal Sünni gruplar, Batı tarafından desteklenen ABD-Rusya-İran yakınlaşmasını reddederek, şeriat düzeni kurma projesinde birleşmeye başladılar.
Bu gelişmelere ilişkin, Toronto Sun’da Tarek Fatah, “Müslüman cihatçılar dünya savaşı mı ilan etti” diye soruyor (24/09), Londra’da çıkan The Times’in başyazısı “El Kaide ve türevlerine karşı son derecede acımasız davranmak gerekir” diyordu (26/09).
‘En önemli dış politika konuşması’
The New Republic dergisinin editörlerinden, Carnegie Endowement for International Peace’ın dış politika uzmanlarından John B. Judis’e göre Obama, BM’de, “tüm başkanlık döneminin en önemli dış politika konuşmasını” yapmış (The New Republic, 24/09). New York Times, Washington Post, Politico gibi siyasi yayınlardaki uzun, kapsamlı yorumlar da bu gözlemi destekler yöndeydi.
Gerçekten de Obama’nın konuşması, her şeyden önce, ABD’nin Ortadoğu’ya yeniden ama farklı bir “tarz” sergileyerek odaklanmaya başladığını gösteriyordu. Bu durum, “Asya’ya yönelme” politikasından bir “U” dönüşü gibi duruyorsa da Bush’un II. dönemi, Obama’nın da I. döneminin başında dış politikasını yönlendiren, geleneksel muhafazakâr kanadın ağır toplarındanRobert Gates’e göre aslında “Obama’nın zikzakları, devraldığı dış politika yanlışlarının derslerini özümseyerek doğru sonuçlara ulaşma sürecinin ürünleriydi” (The New York Times, 24/09). Gates, Obama’nın “realist” bir dış politikaya geri döndüğüne inanıyordu.
Gerçekten de Mısır’daki darbe süreci bağlamında Obama, ABD’nin, temel çıkarları gerektirdiğinde, ahlaki açıdan sorunlu rejimlerle çalışmaktan kaçınmayacaklarını vurgulaması, ister istemez akla 1970’lerin politikalarını veKissinger’i getiriyor.
Bu “realist” yaklaşımın bir diğer boyutunu da konuşmada, ABD’nin kapasitelerinin sınırlarını görerek imparatorluk politikalarından vazgeçmiş olduğunu vurgulayan “zor kazanılmış alçakgönüllülük” kavramı ifade ediyordu. Obama’nın konuşmasında, bölgeye ilişkin “temel çıkarlar” olarak saydığı, petrol akışının aksamasını önlemek, terörist ağları parçalamak, kitle imha silahlarının yayılmasını önlemek, Foreign Policydergisinden Peter Feaver’in işaret ettiği gibi, Eisenhower, Carter, Bush(Baba) doktrinlerinden esas olarak farklı değildi (24/09).
ABD çıkarları ve istikrar adına, “demokratikleşme” fantezileri ikinci plana itilirken, Suriye’de siyasi çözümü hedef almak, İran’la diplomatik ilişkilere öncelik vermek, Filistin-İsrail sorununun çözümünü haklı olarak (Hizbullah ve Hamas’ı da etki alanı içine aldığından) bu konuyla ilişkilendirmek, terörist ağları parçalamak hedefiyle birlikte değerlendirildiğinde, G.W. Bush döneminde başlayan Sünni-Şii kamplaştırılması politikasının terk edilmekte olduğunu da söyleyebiliriz.
BOP’un yeni güvenlik mimarisi
Kimi dış politika uzmanlarının tam da bu yönde düşünmeye başladıkları söylenebilir. The National Interest’de yazan Chris Luenen’e (Londra’daki Global Policy Institute’ün direktörü) göre ABD’nin, İran ve Rusya’yı da katarak, Sünni-Şii “soğuk savaşına” bir son vererek, AB’nin de desteğini alarak bir “U” dönüşü ile yeni bir güvenlik mimarisi oluşturmaya başlamasının zamanı gelmiş (26/09).
Olası bir yeni güvenlik mimarisinin yapısına ışık tutabilecek tartışmalara bakınca, Suriye, İran ve Filistin sorunu üzerinde çalışılırken, radikal Müslüman gruplar (El Kaide ve türevleri) sorununun, geçen hafta neredeyse eşzamanlı olarak yaşanan katliamlardan, Suriye’deki radikal Sünni grupların kurduğu ittifaktan sonra giderek önem kazandığı anlaşılıyor.
Cuma günü The Economist, bu konuyu mercek altına alıyor, Batı Afrika’dan Pakistan sınırına kadar 18 bölgede etkin 10 grup saptıyordu. Wall Street Journal’ın bir yorumunda “Suriye’de İslamcı ittifak, muhalefet içindeki ılımlı kanadın yok olmasına yol açacak” diyordu (27/09).
Bu manzaradan çıkması olası “ilginç” ama akılcı bir sonucu, stratejik, istihbarat satan Stratfor (CIA’ya yakın olduğu söylenir) sitesinin baş jeopolitik uzmanı Robert Kaplan’ın “Suriye neden Irak gibidir?” başlıklı yorumu sunuyordu.
Kaplan, Irak konusunda, “Saddam rejiminden daha kötü bir durum oluşamaz”derken yeterince soğukkanlı düşünememiş olduğunu, ortaya bir kaos çıkması olasılığını, Saddam’ın ABD çıkarlarına hizmet etmeye devam edebileceğini göremediğini yazıyor. Buradan hareketle, bugün, Suriye’ye askeri müdahaleden yana olanların yeterince soğukkanlı düşünemediklerini, rejim yıkıldıktan sonra bir kaos çıkması olasılığını, El Kaide ve benzeri gruplarla mücadele konusunda, Esat rejiminin ABD’nin çıkarları açısından yararlı olabileceğini göremediklerini düşünüyor.
ABD’nin Ortadoğu politikasındaki yeni yaklaşımın, hem İran’ı hem de Suudi rejimini kapsamayı amaçladığından hareketle, radikal Sünni grupların yetişmesi için verimli bir toprak sunan Müslüman Kardeşler türü akımlara kuşkuyla yaklaşarak dışlama eğiliminde olacağını düşünmek yanlış olmayacak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.