Eliaçık tüm İslam dinini yeniden tanımlamayı, bir Reformasyon başlatmayı düşünüyorsa, bana buna itiraz etmek değil, kendisine şans, hatta başarı dilemek düşer. Ama bu konuyu konuşması gereken yer solun mekanı değil Müslüman cemaatin içidir
Kapitalizm küresel çapta derin bir mali kriz yaşıyor. Bir “Büyük Bunalım” bu. Beş yıl oldu hala çıkışa ilişkin ufukta hiçbir işaret yok. Kapitalizmin yapısal krizi içinde başlayan teknolojik gelişmeler, “neo-liberal” küreselleşme süreçlerinin etkileri yeni sınıf şekillenmelerine yol açtı. Mali krizin yıkıcı etkileri toplumları sarsarken, bu yeni sınıf şekillenmeleri de, kendilerine özgün toplumsal hareket ve muhalefet biçimleriyle birlikte su yüzüne çıkmaya başladılar.
Yönetici sınıflar bu yeni biçimlere uyum sağlamakta zorlandıkça, ekonomik kriz, siyasi, ideolojik boyutlarıyla, kapitalist toplumun her alanını kapsayan organik bir özellik kazanıyor.
Mao’nun deyimiyle “gök kubbenin altında kaos var. Koşullar mükemmel.” Koşullar, kapitalizmin, ufkunun ötesine geçen yeni bir toplum projesini başlatmak için mükemmel!
Bu koşullarda, kapitalizmin yapıları, toplumsal mutabakatlar, sınıflar arası dengeler sarsılır, hızla değişme, mutasyona uğrama özellikleri sergilerken; sosyalist hareketin de bu toplum projesi bağlamında, bu kargaşaya uyum sağlayabilmek, müdahale edebilmek, insanlığın önünü açarak, “barbarlık olasılığını” ortadan kaldırmak için en geniş güçler yelpazesini bir araya getirmek için, en büyük taktik esnekliği göstermesi gerekiyor. Ancak en büyük taktik esneklik, eğer bir stratejik kararlılık ve teorik berraklık varsa başarılı olma şansı elde edebiliyor.
Tam bu sırada, “Gezi olayı” patlak verdi. Her tarihsel “olay” gibi, kendi hakikatini, insanını, hatta ahlakını yaratmaya başladı. Gezi’deki yaşam biçimi, tüm ülkeye yayılan forumlar “yeni bir şeyle” karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Sosyalistlere de bu “yeni”yi anlamak, anlamlandırmak, teorik berraklığa dönüştürmek düşüyor.
Ancak bu “yeni” anlamını kolaylıkla ele vereceğe benzemiyor. Bu “yeni”nin daha önce görülmeyen ama, şimdi anlamlandırılması gereken bileşenlerinden biri de siyasal İslam içinden çıkan ve kendini “devrimci/anti-kapitalist Müslümanlar” olarak tanımlayan “yapılanma.”
Bu yapılanma şimdilik küçük hatta önemsiz sayılabilecek bir gruplaşma oluşturuyor. Ancak bu yapılanma, Gezi olayı sırasında siyasal İslam’a, bugüne kadar kendisine kapalı olan bir siyasi coğrafyaya girme, orada siyasi çalışma (ajitasyon, propaganda ve örgütlenme) yapma, “sokak iftarı” düzenlemeleriyle, liberal İslamcı yazarların artan ilgileriyle genel olarak toplumda profilini yükseltme, adını duyurma olanağı elde etti.
Bu gelişmede “Gezi olayının” birleştirici, katılanları birbirine yakınlaştırıcı etkisi kadar, “devrimci/anti-kapitalist Müslümanların” solun kendi dışındaki çevrelerde duymayı çok arzu ettiği ifadeleri rahatlıkla kullanmayı başarıyor olması da büyük rol oynadı.
Sol, bu bağlamda, bu İslamcı yapılanmanın rahatlıkla, bolca kullandığı “devrimci”, “anti-kapitalist” gibi kavramları hemen hiç sorgulamadan büyük bir iyi niyetle bağrına bastı.
Ben bu akımla yakınlaşma ve diyalog sürecinde, “azami taktik esneklik” bağlamında olumlu bir yan görmekle birlikte, bu sürecin stratejik kararlılık ve teorik berraklık bağlamında üzerinde durmaya değer ciddiyette sorunları ve soruları da beraberinde getirdiğini düşünüyorum.
Bu alanın uzun soluklu bir tartışma ve diyalog sürecine gebe olduğunun farkındayım. Yine de “devrimci/antikapitalist Müslüman” gruplaşmanın “söylemleri” üzerinde düşünür bunları anlamaya çalışırken, şimdilik kaydıyla, çok temel bir kaç noktada karşılaştığım sorunları okuyucularla paylaşmak istiyorum.
“Mülk Allah’ın – Sermaye defol”
İlk önce “Gezi Olayı” sırasında ortaya çıkan, ilk bakışta sola çok yakın ama dikkatle baktıkça da hızla uzaklaştığını düşündüğüm bir pankartla başlamak istiyorum. Bu pankartın üzerinde “Mülk Allah’ın – Sermaye Defol” yazıyordu.
Gelin adım adım ilerleyerek bu pankartın, bunları söylerken aslında ne dediğini anlamaya çalışalım
A=Mülk Allah’ındır.
B=Fabrika, otomobil, ev, elbise, toprak vb. tüm metalar ve ürünler mülkiyet konusudur
C=Öyleyse, tüm metalar ve ürünler Allah’ındır (mülküdür).
1) Bu önermeler, “bireysel ya da kolektif özel mülkiyeti ortadan kaldırmak gerekir” diyor mu? Benim bildiğim kadarıyla, (Peygamberin ve eşinin ticaretle uğraştığını da düşünerek) Müslüman teolojisinin bireysel mülkiyeti kabul ettiğini, bireysel özel mülkiyete karşı olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu bilgi doğruysa karşımıza ne yazık ki mantıksal olarak aşılması olanaksız bir paradoks çıkıyor.
Bir de şu var. “Mülk Allah’ındır” önermesi. “Allah’ın olmalıdır” mı diyor? Yoksa “Allah’ındır” mı diyor? Birincisini cevaplamaya kalkmayacağım. Eğer ikincisini diyorsa (bence demesi gerekir: 3:73)(1),
biri çıkıp da “Mülk Allah’ındır ve gereken dağıtımı yapmıştır, yapmaktadır; düzenlemeyi de her an her yerde yapmaya devam etmektedir. Aklı tanrının işine ermesi mümkün olmayan bireyin bu alana burnunu sokmasına gerek yoktur. Hatta sokması günahtır” (örneğin, 4:32’ye atıfla) derse tartışma tamamen çıkmaza girecektir.
2) Bu soruları bir kenara koyarak ilerlemeye çalışınca karşımıza yeni bir soru çıkıyor. Kapitalist toplumda bu mülkü, özel mülkiyet sistemi, piyasa mekanizması ve sermayenin birikim süreci dağıtıyor. Emperyalist talan ve mülksüzleştirme yoluyla işleyen birikim modellerini burada göz önüne almıyorum. Allah’ın olan bu mülk dünyada nasıl hangi temelde dağıtılacak ve yönetilecek? Allah birileriyle doğrudan konuşarak talimat vermediğine göre, daha önce “gönderdiği” talimatları, yani kutsal kitabı temel almaktan başka bir çare kalmıyor.
Bu noktada kutsal kitabın hangi konuda nasıl yol göstereceğini herkes (herkesin okuyabildiğini ve anlayabildiğini varsaysak bile) kendine göre yorumlamaya kalkarsa toplumda düzen değil kaos olacağından, karşımıza ister istemez bir ortak yorumlama makamı çıkıyor. Sonuç “Mülk Allah’ındır”, saptaması, “kimsenin değildir herkes eşittir” diyor gibi bir izlenim yaratıyorsa da bu akıl yürütme bizi kaçınılmaz olarak, Müslüman entelijansiyanın, Kuran’ı yorumlayarak mülkü dağıttığı ve yönettiği bir düzene getiriyor; hatta zümre mülkiyetine (kolektif özel mülkiyete) de kapı açıyor. Kuran’daki yönetim ve dağıtım biçimleriyle aynı yönde düşünmeyenler için de çok ciddi bir seri sorun getiriyor. Bu da bana bir Ruhban sınıfının egemenliği altına işleyen bir Şeriat düzeni, totaliter bir rejim gibi görünüyor.
Bu bağlamda, Müslüman yapılanmanın “Devrimcilik” kavramının, Şeriat düzeni arzulayan bir devrimci siyaset anlamına geldiği sonucuna ulaşmak olanaklıdır diye düşünüyorum.
Şimdi sloganın ikinci “sermaye defol” kısmına bakalım. Burada da karşımıza hemen iki sorun çıkıyor. Biri metoda, diğeri tanıma ilişkin.
“Sermaye defol” sloganı sermayeyi antropomorfize ediyor, insanmış, ya da insanlar topluluğuymuş gibi “kovulabileceği”ni tasavvur ediyor. Dahası defolup gitmesi halinde, “gidecek olan şey nedir ve nereye gidecektir?” sorusuna bağlıyor. Bu da bizi tanıma ilişkin ikinci soruna getiriyor. Neyin sermaye olduğunu nasıl bileceğiz ve onu kovacağız?
Peygamber ve eşinin ticaretle uğraştığını düşünerek ticaret sermayesini dışlamamız; mal alıp sattıklarına göre üretici sermayeyi de kabul etmemiz mi gerekiyor? Sakın burada sözü edilen sermaye yalnızca mali sermaye, faiz getiren sermaye olmasın?
Diğer taraftan Marks’ın özellikle dikkat çektiği gibi “sermaye” bir “şey” değil de bir sosyal ilişkiyse, “defol git” saptaması anlamsızlaşıyor ya da yalnızca tefecileri, bankaları, yabancı sermayeyi hatta büyük tekelleri kast eder bir duruma doğru ilerlemeye başlıyor (2).
Marksizmin bu konulara verdiği cevap, kapitalizmin bir devrimci materyalist diyalektik analizinden ve eleştirisinden kaynaklanır; açık ve berraktır. Bu analiz ve eleştiri, sermayenin defolup gitmesi değil ortadan kaldırılması gerektiğini söyler. Bu ortadan kalkma işi mülkiyet konusuyla yakından ilişkilidir. Marksizmin kapitalizm eleştirisi, öncelikle, genel olarak özel mülkiyetle değil, özel olarak üretim araçlarının bireysel ve kolektif özel mülkiyetiyle ilgilenir. Kapitalizmin Marksçı eleştirisi, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet ortadan kaldırılmadan sermayenin ortadan kalkmayacağını söyler. Bunun için de üretim araçlarının mülkiyeti toplumsallaşmalı, bunun için de doğrudan üreticilerin ortak yönetimine verilmelidir. Bu toplumsal mülkiyetin düzenlenmesinde bu üreticilerin bilgileri ve arzuları, kendi çıkarlarını tanımlama ve yaşama geçirme çabaları belirleyici olacaktır. Bu süreç aynı zamanda, devletin bir baskı aracı olarak ortadan kalmaya başlayacağı bir tarihsel aşamaya da işaret eder.
Salt bir temel sloganın irdelenmesi bile “devrimci” ve “anti-kapitalist” olma iddialarının üzerine karanlık bir gölge düşürüyor. Bu bile aslında gereğinden fazla iyimser bir yorumdur.
Marx ve din
Benim dikkatimi ve ilgimi çeken bir diğer konu da bu akımın saygın düşünürlerinin, sol dinleyici ya da okuyucu karşısında, tam da solun duymak istediği şeyleri düşünerek, “gerektiğinde” Marks’a olumlu bir biçimde gönderme yapmayı ihmal etmeden konuşmaya çalışıyor olmalarıdır.
Örneğin, geçenlerde şöyle bir şey okudum (3), bu akımın saygın düşünürü İhsan Eliaçık, “din hakkında en iyi tanımı Marks yapmıştır” diyor, “kalpsiz dünyanın kalbi” saptamasını aktarıyor. Ne yazık ki hemen ardından gelen “halkın afyonudur” saptamasını yanlış anlayarak, yeniden yorumlamaya tabi tutarak, “devlet dinlerine has bir durum” olarak sunuyor. Buna karşılık dinin halkın elinde isyan bayrağı olabileceğine işaret ediyor.
Birincisi, Marks’ın söz konusu metinde “afyon”u keyif verici madde olarak değil, ağrı kesici olarak kullandığı kolaylıkla ileri sürülebilir. Bu bağlamda, “afyon olma” özelliği de yalnızca devlet dinleri için değil tüm dinler için geçerlidir. “İsyan çığlığı” olan dinin, isyanın doğasını belirlerkenki etkisini, isyandan sonra kurulacak toplumdaki rolünü de kapsar.
İkincisi, Marks bu alıntının yapıldığı ünlü metne (4) “dinin eleştirisi, tüm eleştirinin önkoşuludur” saptamasıyla başlar. Dinin “insan yapısı” olduğunu söyleyerek devam eder… “Gerçek mutluluğa ulaşabilmesi için insanın dini ortadan kaldırması gerektiğini” savunan bu metin, Müslüman bir entelektüel tarafından kullanılması değil yerle bir edilmesi, eleştirilerinin cevaplanması gereken bir metindir. Bu nedenle ortadaki durum gerçekten “gariptir.”
Din ve Tanrı
Eliaçık’ın açıklık getirmekten daha çok sorun yaratan bir iki saptamasına daha değinmek istiyorum. Bunlardan biri, “ahiret” kavramına ilişkindir.
Eliaçık “ahiret” yarın demektir diyor. Bu ifadeyle modernitenin ve komünizmin “gelecek” kavramını (hatta zorlarsak, “Evrim” teorisini bile) benimsediği izlenimi veriyor. Ancak, “Ahirete inanmak, Yarınlarda rahat edeceğiz” demek. “Bu eziyet, anlayışsızlık, kin, nefret, çatışma, kavga bir gün bitecek. Bu alt-üst, hiyerarşi, zengin, yoksul, yöneten, yönetilen, sınır, bayrak; bunların hepsi bir gün bitecek. İnsanlar bunun için kavga ediyor. Bunların hepsinin biteceği yere, biz cennet diyoruz” ifadesi durumu ne yazık ki kurtarmıyor. Yalnızca öldükten sonra rahat edeceğiz anlamına gelmeye devam ediyor.
İslam dini ve diğer semavi dinler, bu dünyaya ilişkin, “gelecek” ve “ilerleme” kavramlarını içermezler. Bir türlü bitmeyen Evrim tartışmalarının altında yatan sorunlardan biri de budur. Dünya ve evren tanrının tasarımıdır ve onun zamanına tabidir. Tanrı da, bir değişmez, değiştirici, ilk hareket ettirici, ezeli ve ebedi olduğundan mantıken içermemeleri de gerekir.
Bu paradigma içinde, “bugün”, hayatta olduğumuz zamandır, bir sınav zamanıdır, “Yarın”, ölünce öbür dünyada, sınava çekileceğiz yargılanacağız. “Bugün” yaşamakta olduğumuz için, ahiret “yarın” anlamına gelir ama, bu dünyadaki bir yarın değildir. Kuran’ın çeşitli, örneğin, Bakara süresinden başlamak üzere, Al-i İmran, Nisa, Maide, A’raf (hepsini saymaya gerek yok sanırım) surelerinde, sürekli dünya-ahiret ikilemi ile karşılaşıyoruz. Açık ki, Kuran “ahiret”i, dünya dışında, tanrı katında bir yer ve zaman olarak tanımlıyor.
Zaten Eliaçık’ın kendisi de birkaç paragraf yukarıda “Biz, inançlarımızdan, itikatlarımızdan veya ritüellerimizden hesaba çekilmeyeceğiz. Allah, bize bunların değil, davranışlarımızın hesabını soracak. Benim inancım budur. İnsana, çevreye, doğaya, tüm canlılara karşı davranışlarımızdan hesaba çekileceğiz. İyi davranmışsak kazanacağız, kötü davranmışsak kaybedeceğiz. Bu kadar basit” diyerek, “kurtulma zamanı” olan “yarını”, “sınav” sonrası yarın olarak tanımlıyor.
Davranışlarla, inanç, itikat, ritüel arasında bir ayrım yapmak ise anlaşılabilir bir şey değildir. İnsanların eylemlerini, inançları, itikatları ve ritüelleri belirler ve yönlendirir.
Eliaçık tüm İslam dinini yeniden tanımlamayı, bir Reformasyon başlatmayı düşünüyorsa, bana buna itiraz etmek değil, kendisine şans, hatta başarı dilemek düşer. Ama bu konuyu konuşması gereken yer solun mekanı değil Müslüman cemaatin içidir. Bu konuya aşağıda döneceğim.
Yok Eliaçık tarihten bugüne kadar gelmiş haliyle Müslümanlıkta, “ahiret kavramı, aslında (!) dünyadaki bir geleceğe işaret ediyor” diyorsa ne yazık ki karşımıza, “bir ilahiyatçı bunu neden demek gereksinimi hissediyor?” sorusunu koyar.
Tanrı ve tarih
Eliaçık diyor ki, “Allah ve Peygamber, insanlığın temel değerlerine uymalıdır. Bunun karşılığında, biz de Allah’ın ve peygamberin sözlerine uyarız. Bu iş karşılıklıdır. İnsanlığın temel değerlerini nereden bileceğiz? İnsanlık tarihinin başından beri gelen, temel, değişmez değerler var.”
Öncelikle, tanrıyla insan arasında bir karşılıklılık ilişkisi olduğunu savunmak, insana tanrının sözlerine uymamak seçeneği tanımak, bu hakkı da insanlığın temel değerleri gibi bir kıstasa bağlamak, en hafif deyişle “çok sorunludur.” En azından bir “düalizme” işaret eder ya da, insanın kendini tanrıyla aynı kata koymaya, ona itiraz etme hakkını saklı tutmaya kadar gider.
Tanrı insana, “sen bunları yapmadın cezalısın” diyebilir. Ama insan, “ama canım senin söylediklerin de insanlık tarihinin temel değerlerine uymuyor” diyemez. Birincisi mantıken söyleyemez: Dini paradigma içinde, Tanrı’nın iradesi, yansıması dışında insanlık tarihi yoktur. İkincisi, kişi tanrıya “senin dediğini yapmadım çünkü insanlığın temel değerlerine uymuyor” dediğinde oluşacak uyumsuzluğu çözecek üçüncü bir merci olmadığından, insanın itirazı “cehennemin” dehlizlerinde yankılanmaya devam eder gider.
“Ama adalet kavramı var” diyorsanız, bu kavramın ne bela bir şey olduğunu, Platon’un Devlet kitabının ilk dört cildini okuyarak görebilirsiniz. Burada Platon bu kavramın tüm özel durumlara ilişkin içeriklerini, evrensel bir tanım bulmak amacıyla eleştirerek elimine etmeye çalışıyor. Sonra, Platon tartışmayı, Site’nin (toplumun) adaletine, oradan “iyi devlet” arayışına getiriyor, oradan da koruyucular arasında, kadın erkek farkını, özel mülkiyeti, aileyi ortadan kaldırmaya yönelik bir komünizm fikrine ulaşarak başını belaya sokuyor. Kısacası Platon çok önemli saptamalar yapmış olmakla birlikte aslında sorunu çözemez. Aristoteles de Platon’un bu “toplumcu – komünist” yaklaşımını eleştirmekte hiç zorluk çekmez. Böylece, bugüne kadar gelecek büyük bölünme başlamış olur. Bu karikatür özet bile adalet kavramının aslında içinin boş olduğunu, farklı toplumlarda yaşanan siyasi mücadeleler tarafından doldurulacağını gösterir. İnsanlığın, değişmez değerleri yoktur, sürekli değişen değerleri ifade etmek üzere zaman içinde insanın dünya ile ilişkisi, toplumsal pratiği içinde ortaya çıkmış ortak kategoriler vardır.
Eliaçık’ın saptamalarına dönersem, birincisi, bu saptamalardan, bir tarafta solun, “gelecek” gelişme, evrim gibi kavramları içerdiği için özellikle önem verdiği, maddi bir süreç olarak tarihi anımsatan bir yaklaşım, diğer tarafta, bunun karşısına konan Allah’ın ve peygamberin sözlerinden oluşan bir düalizmden söz etmek olanaklıdır diye düşünüyorum. Benim bildiğim semavi dinlerde “varlık” birdir, iki (çok) değil. Bu “bir”, yansıyarak çoğalır. Materyalizmde ise çokluk vardır ve onun çeşitli bir araya geliş, örgütlenme biçimleri bize varoluş biçimlerini verir.
Eliaçık’ın bu farkı bildiğini varsaymak, “buna rağmen bu düalizmi yaratmasının anlamı, arkasındaki niyet acaba nedir?” diye sormak durumundayız.
Bu konuyu daha fazla uzatmaya niyetim yok. Bu noktaya gelene kadar izlediğim düşünce süreci beni şu sonuçları çıkarmaya zorluyor.
Birincisi, solun azami taktik esneklik için azami stratejik kesinlik, teorik berraklık gereksinimi duyduğu bir dönemde, “devrimci/anti kapitalist” Müslümanlar hareketi, kendi kafa karışıklığını solun içine taşıyor, sol ile ilişkiye geçtiği noktada, yeni kafa karışıklıkları üretmeye başlıyor. Bu arada, solun yaşam alanı içinde örgütlenmeye büyümeye çalışıyor/başlıyor.
Bu akımın yazdığı ve söylediklerinden, esas mücadelenin inananlar arasında olduğuna ilişkin kendi saptamalarından hareketle şu soruyu sorabiliriz sanırım: Neden “özgürlükçü Müslümanlar” gibi bir tanımı seçerek kendinize Müslüman cemaati hedef almak yerine, bu cemaat tarafından hemen reddedilecek, “devrimci”, “anti-kapitalist” gibi tanımlarla, yorumlarla sola yönelik bir söylem ve çalışma pratiği geliştirmeye çalışıyorsunuz?” Bu sorunun cevabını anlamaya çalışmamız gerekiyor diye düşünüyorum
Eğer bu kesimin insanları, kendilerini, Müslüman cemaati hedef alan örneğin “özgürlükçü Müslümanlar” gibi bir tanımla ve oraya yönelik bir söylem, pratik geliştirmiş olsalardı zaten sol ile bir noktada buluşmaya başlamayacaklar mıydı? Sakın esas amaç, Müslümanları solculaştırmak, özgürlük fikrine getirmek değil de solu Müslümanlaştırmak olmasın?
Meydanlara gelenleri, saflara katılanları dışlamak solun geleneği değildir. Ancak, bu geleneği izlerken birlikteliklerin anlamını ve sınırlarını da daha baştan kavramaya çalışmak kimi zaman, gelecekteki olası gelişmeler açısından yaşamsal (sözcüğün tam anlamıyla) bir öneme sahip olabilir.
(1) Kaynak olarak şu iki metni birlikte kullanıyorum. Sayyid Abdul A ‘la Mawdudi, Towards Understanding the Qur’an, Abridged version of Tafhim al Qur’an; Zafar Ishaq Ansari transl. 2006, The Islamic Foundation yayınları; Mohammed Marmaduke Pickthall, The meaning of Glorious Qur’an, Dar-al Shoura yayınları, 1930, London. http://www.kuranmeali.com/portalından da yararlandım.
(2) Sermaye devresi içinde yalnızca faiz getiren sermayeyi seçerek hedef almak 20. Yüzyılın kapitalist kültürünün karanlık yüzüne ait bir anıyı çağrıştırır ister istemez. Çünkü, bu tür “mali sermaye” düşmanlıkları çoğu zaman kolaylıkla anti-semitizme, “Yahudi diasporası” paranoyasına açılır.
(3) İlahiyatçı-yazar Eliaçık’ın, Yurt Gazetesi’den 10 Temmuz’da başlayan dizideki saptamalarını kullanıyorum
(4) “A Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right-Introduction” Aralık 1843- Ocak 1844
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.