Gezi Parkı’ndaki mücadele ve eylemler; dayanışmanın, birbirini anlamanın, alternatif bir hayatın güzel göz yaşartan örneklerini üretti. Önemli kazanımlar ve deneyimler elde edildi, mücadele sürüyor. Bu konu uzun süre tartışılacaktır. Benim burada niyetim bu ana kadar olan süreci analiz etmek değil, bundan sonraki sürece dair birkaç katkı yapabilmek ve yerel alternatifler üzerine birkaç öneri getirmek.
Gezi Parkı’nda ortak karar alma mekanizmaları kurulamadığı konusundaki görüşlere katılıyorum.(1) Öte yandan Gezi Parkı eylemleri boyunca özellikle saldırı olmayan ilk hafta boyunca parkın dışına, kente dair, insanların somut yaşamlarına dair ciddi alternatifleri tartıştıramadık ve buna yönelik pratik hamleler yapamadık. Söylemlerimiz doğru olsa da sadece oldukça genel ve pratikleşmesi kolay olmayan hedefleri içerdi. Kentte ne yaşadığımızı ortaklaştırıp, alternatifler üzerine fikirler üretemedik, bu konuda hazır değildik. Eylemler ilk hafta sonlarına doğru kendini tekrar etmeye başlayınca yeni gündemleri devreye sokabilirdik. Bir yandan hükümeti beklerken bir yandan, örneğin, Taksim ve Beşiktaş’ta en az 1 yıl sureyle kiraların arttırılmaması gerektiğini ilan etmemiz ve bunu meşrulaştıracak çalışmalar yapmamız, hatta bu konuda halk oylaması yapmamız mümkün olur muydu? Bunun hem orada oturana hem de oradaki esnaflar aracılığıyla halkın kullandığı hizmetlere bir parça faydası olacağı gerçeği üzerinden tüm kentlere yönelik mesajlar veremez miydik? Bu mücadeleye kendi içinde ve genel olarak sınıfsal ve net bir zemin yaratmanın aracı olmaz mıydı?
Bu çerçevede “Yerel yönetimlerde halkın kendisi olsa, bizler olsak ne yapardık?” şeklinde bir tartışma yapmamızın, hem kente yaşayageldiklerimiz açısından bir durum tespiti olarak, hem de alternatifler üzerine tartışmalara katkısı olacaktır diye düşünüyorum.
Sağlıklı, doğal ve ucuz gıda için belediyeyi seferber ederdik. Hiç kimse tükettiği gıda maddelerine güvenemiyor. Her türlü katkı maddesine, hormona, kimyasala karşı belediyenin alternatif ve katılımcı anlayışla çalışan işletmeleri, bugün Halk Ekmek’in ekmek üretiminde yaptığını diğer alanlarda yapabilirdi. Yaptığı anlaşmalarla doğrudan kooperatiflerden aldığı güvenilir gıdaları halka alternatif olarak buluşturabilirdi, pazarlara sunabilirdi. UHT ile işlenmiş süt, antibiyotikli ilaçlı et, GDO’lu besin, ilaçlı meyve-sebze halkın kaderi olmazdı. Çiftçi büyük tüccara, büyük markete, halk alternatifsizliğe, doğa şirket planlarına mahkum kalmazdı. Beltur, Sağlık A.Ş. gibi belediye işletmeleri bu tip organizasyonları yapmak üzere dönüştürülüp, halkın katılımı ile karar alacak şekilde geliştirilirdi.
Biz olsaydık Toplu Tüketim Sözleşmeleri yapardık. Halkın vekaletnamelerini toplar, cep telefonu, doğalgaz, internet, kredi kartı faizi konularında şirketlerle pazarlık yapardık, toplu sözleşmeler yapmayı dayatırdık. Halk şirketlerle ve müteahhitlerle tek başına karşı karşıya kalmazdı. Bu alandaki yüksek vergileri halka anlatırdık, devletin bu yükü çalışan çoğunluktan almaması gerektiğini gösterirdik. Kira harcaması TUİK verilerine göre gıdadan sonra en büyük harcama tutarı, bu alanda kiralar geçici olarak dondurulabilir uzun vadede kentsel rantın engellenmesi hedeflenebilirdi. Kira sorunu biliyoruz ki hem kullandığımız kent hizmetlerini pahalılaştırıyor hem gelir durumuna göre kentten dışlama ve işyerine, okula ya da yaşamak istenilen yere uzakta oturma gibi pek çok sorun yaratıyor.
Halkın Kanser hastalığı sorununa karşı korunması için şimdiki gibi işi şansa bırakmazdık. Çoğumuz bir tanıdık veya akrabamızı kanserden kaybettik. Bu konuda yerel yönetimlerin halkı korumasının gerekliliğini öne çıkartır, taramalar, etkenlerin tanımlanması ve bilgilendirmeler yapardık. Gerekli uzman kurumlar ile işbirliği geliştirirdik. Tarama yöntemleri ve yaşam şartlarının düzeltilmesi için projeler gerçekleştirir, hükümetleri zorlardık. Türkiye’de yılda 60 bin cana, 200 bin hastaya ve tarifsiz üzüntülere mal olan bu hastalığı ilaç tekellerinin çıkar alanı olmaktan çıkartmanın yollarını arardık.
Belediyeleri hayatın her alanında eşitsizlik, ayrımcılık ve dışlamayı aşmaya yönlendirirdik. Ayrımcılığa uğrayan cinsiyetlerin, halkların, kimliklerin, inançların, gençlerin, çocukların, görülmeyen kesimlerin hakkını doğrudan savunan bunun örneklerini veren bir kuruma dönüştürürdük. Kadınların ve eşcinsellerin kendilerini daha özgür hissedeceği tacizsiz yaşam alanları olurdu. Yerel yönetimler hizmet adı altında rant paylaşımı savaşının değil özgürlüğün garantisi, adalet ve hak isteyenlerin destekçisi olurdu. İnsanların toplanması, kendini ifade edebilmesi için sosyal mekanlar sağlamakla yetinilmez belediyeler merkezi hükümetlere karşı özgürlük isteyenlerin taleplerine sahip çıkacak bir katılımcılık ile oluşturulurdu.Biz olsaydık şehrin her noktası birilerinin sermayesi, parası olanın kullandığı yerler olmazdı. Merkezi yerlerdeki okullar (20 okul, Etiler ve Levent’teki 3 tanesi TOKİ’ye devredilmiş durumda), devlet binaları, hastaneler özelleştirilmeye çalışılmaz, kentsel dönüşüm yoksulları zamanla kentten atacak biçimde uygulanmazdı. Parklar, yeşil alanlar, merkezi devlet arazileri, sahiller peşkeş çekilmezdi. İstanbul Enerji, Kiptaş (Mayıs ayında Metris cezaevini Rezidans ve AVM yapmak istemesiyle yine gündeme geldi ), İston, Bimtaş, Hamidiye Kaynak Suları, Spor A.Ş. gibi belediye işletmeleri kar peşinde koşmazdı. örneğin belediye işletmesi olarak yüzden fazla dağıtım noktası olan Hamidiye Kaynak Suları’nın 6-7 liraya damacana su satmasından, hatta ülke dışına su ihraç etmesinden önce temiz ve ekonomik suyun herkese nasıl ulaştırması gerektiği düşünülürdü.
İETT parça parça özelleştirilmez, elektrik ve doğalgaz gibi mecburi ihtiyaçlar birkaç yıl içinde olduğu gibi özel tekellere teslim edilmezdi. Belediye taşeron işçi cennetine dönüşmezdi. Metro, Şehir Hatları A.Ş. ve metrobüs işletmelerinin şirketlere satılması düşünülmez, evde ışığı yakınca, buzdolabı kullanırken, doğalgazı açınca, okula giderken, su içerken, temel besin maddelerini sağlıklı ve kaliteli tüketmek isterken bir tekel patronunu zengin etmek zorunda olmazdık. “Parkta oturma AVM yapayım önce birilerine para öde” diyenler de, işçiye dönüp “önce bi patronu zengin et” diyenler de bu kadar rahat olmazdı.Bir yandan halk şirketlere karşı güçlendirilirken, bir yandan kamusal, karsız, sağlıklı ve katılımcı hizmet taleplerimiz öne çıkardı.
Mevcut belediyelerin aksine bölgede çalışanların hakları ve güvenceleri için desteklenmesi ve kendilerini ifadelerinin önünün açılması sağlanırdı. Bu amaçla sendika,oda ve işçi örgütleri ile koordinasyonlar kurulması sağlanırdı. Mevcut yerel yönetim anlayışı bölgedeki çalışma yaşamına müdahale etmeyen, hatta bölgedeki şirketleri gelir kaynağı olarak gördüğü için üzerinde hiçbir yetkisi olmayan bir anlayış durumunda. Kentteki genç,güvencesiz ve düzensiz çalışan hizmet sektörü işçileri başta olmak üzere sendikaların ulaşmakta zorlandıkları kesimler için yerel yönetimler ön açıcı olabilirler.
Boğaz kıyılarını ve halkın gezebileceği yolları hafta sonları trafiğe kapatırdık. Çocuklar oynar, bisiklete biner, insanlarımız gezer, eğlenir, ve spor yapardı. Buralarda lüks işletmeler değil herkesin yararlanacağı işletmeler, yeşil alanlar, spor alanları oluştururduk.
Biz olsaydık, İstanbul otobüslerde sıkışmak istemeyenlerin 20-30 milyara araba almak zorunda kaldığı, bunun için borçlandığı ve sonra da o arabalar içinde bekleyerek ömrünü tükettiği, kötü havalarda arabalarını çıkaramadığı bir yer olmazdı. Toplu, ucuz ve sık ulaşım araçları ve yaya-bisiklet yolları yapılması; araba ve yol-tünel-üst geçit ihtiyacını sınırlardı. Bu harcamalar ulaşımın kalitesine harcanırdı. Hem yollar hem park eden arabaların kapladığı çok geniş alanların bir kısmı toplumca kullanılmaya başlardı. Kent daha sessiz, daha az tehlikeli, daha insanı, daha sağlıklı olurdu. Toplu taşıma araçları yalnızca normal bireylere göre tasarlanmaz engelliler için ve bebekli ebeveynlerin kullanımına da uygun olurdu.
Toplu taşımanın zenginleştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında olduğu gibi enerji alanında da , daha çok ve hızlı tüketmek zorunda olmadan, daha çok atık üretmeden ve ekolojiyi tahrip etmeden sorunlarımızın çözülebileceğini gösterirdik. Sonuçları yine emeğiyle geçinen çoğunluğu etkileyen ama nedenlerini kimsenin üstlenmediği ekolojik maliyetlerin, atık ve kirliliklerin arttırılmadan yaşamın ve refahın geliştirilebileceğini ve kolaylaştırılabileceğini gösterirdik. Dünyada ve Türkiye’de az sayıda olsa da çeşitli örneklerini gördüğümüz mahalle ve semt düzeyinde ısıtma ve enerji sistemleri, kojenerasyon sistemleri, yenilenebilir enerji sistemleri daha verimli, temiz ve ucuz olduğu kadar ekolojik tüketimi sınırlamanın araçları olurdu.
Yerel yönetimlerde halk olsaydı, halkın katıldığı, belirlediği, kararlara ve temel harcama kalemlerine farklı ölçeklerde doğrudan müdahil olduğu bir yerel yönetim olurdu.
Biliyoruz ki halkın rant ve şirketler karşısında güçlendirilmesini esas alabiliriz. Bu durum, bugün hem yerel mücadeleleri hem de hayatımızın her alanını bir yandan sermaye politikaları öte yandan kendi muhafazakar baskıcı anlayışıyla düzenlemeye kalkan AKP iktidarıyla mücadeleyi gerektiriyor. Holdinglerin, müteahhitlerin, rantçıların, otomobil şirketlerinin, AKP muhafazakar dayatmacı elitlerinin ve onun parababalarının kar hesaplarının değil, tüm çeşitliliği ile halkın sözünün ve dayanışmasının üzerine yükselen kentler için adımlar atabiliriz.
Bu daha başlangıç, mücadeleye devam…
(1) Bu konuda Foti Benlisoy’un “Nerede hata yaptık” başlıklı yazısı oldukça önemli.
* Marmara Üniversitesi Kalkınma İktisadi doktora öğrencisi