Ethem kardeşimize… Bizim millet olarak öyle bir direniş tarzımız vardır ki tüm direnişleri bastırır, tüm oyunları bozar, tüm tuzakları altüst eder. Biz, duada yakarış ile direniriz, sükut ederek, susarak, sabrederek, ‘Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler’ diyerek direniriz, ama onlar bunu anlamaz. Biz, 27 Mayıs’ın karanlığını işte böyle bir direnişle aştık, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ın, 27 Nisan’ın […]
Ethem kardeşimize…
Bizim millet olarak öyle bir direniş tarzımız vardır ki tüm direnişleri bastırır, tüm oyunları bozar, tüm tuzakları altüst eder. Biz, duada yakarış ile direniriz, sükut ederek, susarak, sabrederek, ‘Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler’ diyerek direniriz, ama onlar bunu anlamaz. Biz, 27 Mayıs’ın karanlığını işte böyle bir direnişle aştık, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ın, 27 Nisan’ın karanlığını işte böyle bir direnişle aştık.”-Recep Tayyip Erdoğan/”Millî İradeye Saygı Mitingi”-Ankara
Kur’an’ın “nüzul” sırasına göre ilk âyeti olan Alak bir kitap için oldukça görkemli ve anlamlı bir açılışla söze başlar: Oku! Buradaki “oku”yu “anla” diye de yorumlayabiliriz; ancak mütedeyyin Başbakan Erdoğan halkı ve onların taleplerini anlamamakta, dillendirilen rahatsızlıklara kulaklarını tıkayıp, bildiğini okumakta ısrarlı gibi görünüyor. Onun kâh kabarıp; kâh biraz tansiyonu düşen sert ve yer yer nobran üslubundan muhalif algılara süzülen kin, tehdit, ötekileştirme, hedefleştirilme ve şeytanlaştırılmadan başka bir yere oturtulamıyor. O “Türkiye’nin yeniden il, il, köy, köy bölünmesine izin vermeyiz!” derken, insanların gözünün içine sokuverdiği tabloda toplumsal kamplaşmanın keskinleşmesinin bizzat onun tarafından süratle örgütlenmesinden gayrı bir resim yok.
Karşımızdaki iktidar çok güçlü ve bileği zor bükülür, büyük ve ince ince düşünülüp, sıkı sıkıya örülmüş bir örgütlenme. Bu yalnız onun “meşru zor araçlarını” ya da ana akım medyanın önemli aktörlerini elinde tutmasıyla ilintili değil; AKP, sistemin yapısının istisnasız her hücresine kuvvetle işlemiş bir tür yeni devlet partisi olmuş olmasından kaynaklanan gücünün yanı sıra halkın nüfusça çok kabarık bir parçasından çok güçlü bir destek alıyor olmasıyla da korunaklı bir parti. Söz konusu AKP taraftarı halk kitleleri karşı taraftan çoğunlukla “makarnacılar”, “beleş bakliyat manyakları” gibi algılansa da mesele bu kadar basit değil. Zaten her şey bu kadar kolay açıklanabilir olsaydı belediyenin verdiği makarnanın küflü olmasından, nohudun üç gün üzerinde bir ameliyat titizliğiyle çalışılsa da yenebilir kıvama gelmeyişinden şikayetçi olan bu insanlar şimdiye dek çoktan AKP’ye sırtlarını çevirirlerdi.
Doğrudur, hükümetteki partinin tabanının çoğunluğu, örneğin ana muhalefetteki CHP’nin destekçi kitlesiyle karşılaştırılamayacak denli kültürel seviye, okuryazarlık anlamında geri bir kalabalık[1]. Hatta bu yurttaşlar -belki de sabahın o saatinde oraya kısa mesajlarla çağrılmalarından kaynaklanan uyku sersemliğinden olmuştur- Erdoğan’a sevgi gösterisinde bulunurken Tayyip şaşırma, sabrımızı taşırma!” diye bağırabilme örneğinde olduğu gibi karşı tarafı siyasal donanımına ikna etme yolunda çaresiz de kalabilmekte. “Karşı taraf” deyip durduğumuza bakmayın, bu insanlar da bizdendir, halktır ve aslında erkin değil devrimcilerin sosyalistlerin etkisinde olması gereken, kazanılması hayatî derecede mühim bir kesimdir. Yani evet, Gazi Mahallesinde süper gücüz, Dersim için ölürüz, Hopa’ya bayılıyoruz filan tamam çok iyi, çok hoş da Yozgat’ı, Bayburt’u,Rize merkezi de kavgaya katmadan bu topraklara devrim mevrim yok hanımlar, beyler, geçmiş olsun!
AKP’nin algı yönetimi
Peki AKP gibi halk, emek, yaşam düşmanı eylem ve söylemi çoğunlukla fütursuzca ve gizleme, utanma, sıkılma gereği duymadan hayata geçiren bir iktidar nasıl oluyor da halkın çok büyük bir kısmını kendi siyasetine taraftar olarak tutmayı başarabiliyor ve hatta oylarını her seçimde artırabiliyor? Pespaye yalanlarla ve göz bağlamayla mı? Evet, hükümetin, halkın kendisinin arkasında duran kitleleri güdüleyen sözleri hep yalan, çarpıtma ve demagojidir ama bu parti bu sahtelikler okyanusundan iktidarı da çıkarabiliyor. Son olarak Gezi Parkı direnişine dair Erdoğan’ın, yandaş medyanın yalanları ve kitle psikolojisini ters yöne çevirme stratejileri de açıkça göstermiştir ki AKP’nin algı yönetimi gerek profesyonelce gerekse de aymazca kıra döke yöntemlerle halkı kandırmaya yöneliktir.
AKP’nin algı yönetimi onun yönetim algısıyla paralel gider, yani “iktidar ve rant için her şey mubahtır” ve AKP’nin T.C.’nin önceki yönetimlerinden, T.C.’nin seleflerinden alıp, düstur edindiği “halk için devlet değil, devlet için halk” anlayışı. (Sonuçta halk devletsiz yaşayabilir ama devlet, halksız var olamaz, aslında kendi içinde bir mantığı var bu faşizan zihniyetin.) Yaşanan ayaklanma ve direniş günlerinde görüyoruz ki hükümet, bir yandan belli belirsiz yumuşama hamleleri yaparken; öte yandan da direnişçilere karşı mücadelesini yalanla, acındırmayla, aldatmayla, kışkırtmayla sürdürüp, bu cenkten de en az hasarla ve eğer mümkün olabilirse kârla ayrılmayı planlıyor ve bu yolda da hânesine önemli puanlar yazdırmayı başarabilmiş durumda.
Hükümetin ve yardakçılarının anti-propaganda malzemeleri karşımıza bazen klasik “dış güçler”, “oyun var oyun!”, “darbe girişimi”, “kutsala tecavüz” mavralarıyla; bazen de -ne anlama gelir, nereden bulunup çıkarılmıştır AKP’lilerin de bilmediği- “faiz lobisi” benzeri enteresan çıkışlarla çıkıyor. Direnişçilerin küçümsenip, ayyaş, marjinal, çapulcu diye nitelendirilip daha geniş halk yığınlarının desteğinden tecrit edilmesi çabası ile birlikte burada en çok “kutsala tecavüz” meselesi ve “dış parmak” iddiaları öne sürülüyor. Örneğin şu nam-ı diyar “camide içki içtiler” hatta “camide toplu seks yaptılar” saldırısına biraz göz atalım. Bu propaganda eski klasik “komünistler camiyi yakacaklar!” kışkırtmalarının açıkça psikolojik ve düşkünce bir devamıdır. Eylemcilerin camiyi o geceliğine revir olarak kullanmalarına müsaade eden imam içki içme ve benzeri iddiaları yalanlamasına karşın bu kışkırtıcı ve küçük düşürücü sözler hükümet ve yandaş medyasınca tam gaz sürdürüldü. Hatta Egemen Bağış “hoca eylemcilerden korktuğu için gerçeği söyleyemiyor” gibi bir söz de sarf etti, yani hocamız devletin tüm imkanlarını elinde bulunduran öfkeli Başbakandan değil de, Taksim meydanında piyano resitali dinleyen gençlerden korkuyor öyle mi? Allah Allah![2]
Yine insanları kutsalları üzerinden manipüle etmeye yönelik salvolardan biri de “eylemciler türbanlı kızlarımıza saldırdılar” ağlaşmalarıydı. İnsanlara kullandığı dinî aksesuarlar ya da onların dinî inançlarından dolayı saldırmak gibi bir rezillik ne Türkiyeli devrimcilerin vicdanı ve namusunda söz konusu olabilir; ne de bunun genel olarak büyük direnişin havasıyla en ufak bir alakası vardır. Zaten insanlar vicdanen kör değillerse eğer herhalde meydanlardaki, bilhassa da Gezi Parkı’ndaki yoğun türbanlı ve Müslüman direnişçi nüfusunu da görmüşlerdir. Ancak burada şu şekil bir anti parantez açmanın elzem olduğuna inanıyorum. Kabataş’ta gerçekten o türbanlı kadına bir grup tarafından saldırıldı mı bilmem ama Türkiye genelinde yapılan bu yaygın ve geniş katılımlı, heterojen damgalı eylemlerde bazı ahlâk ve seviye yoksunu insanların dindar insanlara tek tük de olsa gerçekten de saldırmış olabileceği es geçilmemeli. Ve eğer varsa böyle çirkinlikler açık yüreklilikle bunlar konuşulup, teşhir edilip halka bu saldırılarla devrimcilerin, ilericilerin ilgisinin olamayacağı açıklanmalı, anlatılmalı. Aksi takdirde gerçekten de bu saldırılara maruz kalmış olan insanlar ve onların çevresi hiç hedef olmaması gereken bir yere, yani komünistlere daha fazla düşmanlaşacaklardır, bunun da bize hiçbir yararı olmaz.[3]
Bir diğer mevzu olan dış güçler meselesi ise tam bir kara mizah örneğine dönüştü. Sokaktaki eyleme katılmış ya da katılmamış turistleri toplayıp, gazetelerde “işte o ajanlar” diye ilan etmek gerçekten trajikomik. Ama neylersiniz ki insanların bir kısmı bu saçmalıklara inanıyorlar, çünkü inanmaya hazırlar, inanmak istiyorlar. İşin daha da tuhaf yanı turistlerin, affedersiniz ajanların İsviçre, Hollanda gibi memleketlerden olması. Vallahi ne yalan söyleyelim biz Rusyalı, Amerikalı, İsrailli filan beklerdik doğrusu. Ortada hiçbir mesele yokken, “Büyük Türkiye”ye adım adım yaklaştığımız şu günlerde herkes mutlu, tüm memleket güllük gülistanlıkken dillerini bile anlayamadığımız bu İsviçreliler, Hollandalılar bizi neden ve nasıl provoke edebildiler, nasıl bu kadar gaza geldik anlamak güç doğrusu!
Şimdi işe bir de Soros desteğini ve Sırbistan merkezli bir örgütü de -ne? Sırbistan mı?!- karıştırdılar ki mesele seyrinden doyulmaz gülünç bir bulamaca çevrildi. Adamlar akıllarına ne gelirse, önüne arkasına bakmadan söylüyorlar vallahi, helâl olsun!
On bir yıldır mağduriyet edebiyatının ekmeğini yiyen AKP bu kaynağa abanmaya iştahla devam ediyor. “Dış güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin organize ettiği bir tür darbeyle devrilmek ve idam edilmek istenen buralara kefenini alıp gelmiş büyük lider Başbakan Erdoğan” askerlerin idam ettirdiği Adnan Menderes’le ve zehirlenildiğine inanılan Turgut Özal’la bilinçlerde kader ortakları hâline getirilmeye çalışılıp, sağ referanslı geniş kesimin duyguları ve anıları okşanıp kabartılıyor. Bunlar da bittabi sandıkta oya dönüşüyor. Aslına bakarsanız Erdoğan’ın Menderes ve Özal’la aynı olduğu doğrudur ama bu onların malı hamuduyla götürürken dahi sürdürdükleri kitsch “mağduruz biz, evet” geyikleriyle koşut değil, üçünün liberal ekonomi politikalarında ve yoksulun daha muhtaç, zenginin daha zengin olduğu düzenin yükseltilmesi odaklı mesailerinde kesişmekte. Tabiî ortaklaşan daha bir çok özellik sayılabilir: yerel ekonomiyi bitirme, dışa bağımlılık, tarım ve hayvancılığın işlevsizleştirilmesi, Amerika’ya muhabbet, tek adamlık, dini kullanma, “yatırımcının önünü açma”, rant ve hoop cukkaa!..
Ancak nasıl ki Erdoğan muhalefette birleşmesi çok zor olan kesimleri en azından bir ayaklanmalığına birleştirebilmeyi başarabildiyse, ayaklanmacılar da onu hiç değilse retorikte anti-emperyalistleştirmeyi başarabildiler, bu da bir kazanımdır belki de ha?!
Işık söndürme, tencere tava eylemlerinde dahi tüyleri diken diken olan AKP tabanının özellikle Millî Görüş geleneğinden gelen kesimi tedirgin, çünkü bu onlara 28 Şubat’ı hatırlatıyor. Hükümette bu hassasiyetleri “tencere tava hep aynı hava” diyerek alabildiğine kullanıyor.(Erbakan Hoca da “gulu gulu dansı yapıyorlar” demişti.) Sağ muhafazakâr kesim AKP’ye dört elle sarılıyor çünkü AKP hem manipülasyon silahların kendi tabanı nezdinde iyi kullanıyor; hem de geleneksel olarak hep müesses nizamın yanında olan bu kesimler tek partili ve bir de dindar, sağcı bir iktidarın yarattığı “istikrar”ın sürmesini istiyorlar ve kargaşa hâlinden çekiniyorlar. %50 olduğu söylenen[4] bu kesim üstelik AKP’ye ciddi bir alternatif de göremeyince[5] AKP onlar için sürdürülebilir yaşam için tek yol olarak görünüyor. Algıları da duygu sömürüsüyle, çarpıtmayla yönlendirince gemi bazen su alsa da cevval tayfaların çabalarıyla yoluna devam edebiliyor.
Geleneksel köylü ve kentli sağ çevrelerde “hizmetini yaptıktan sonra kendi çıkarına da çalışsın tabiî, bal tutan parmağını yalar” mantığı da yaygın olunca AKP, yoksullaşma bir yana, yolsuzlukla da anılsa iktidarı kaybetmiyor. Yoksulluk yapılan yardımlarla mastürbe edilirek ve kendi çarkını çoktan yaratmış olan düzenin partiye üye yapılanları kayırarak sağda solda işe sokmasıyla sakinleştiriliyor. Yolsuzluklarsa dediğimiz gibi bu tabanca pek önemsenmiyor, doksanların başında üç büyük şehrin belediyesini elinde tutan SHP patlayan yolsuzluk skandallarıyla iki koltuğu Refah’a kaptırdı, benzer büyük yolsuzluk iddiaları RP, FP ve sonrasında AKP döneminde de çokça ortaya atılsa da bu partiler bundan bir zarar görmediler. Çünkü bu taban CHP’nin tabanından oldukça farklı, yapılan “hizmet”e bakan oldukça faydacı bir kitle söz konusu. AKP ve geldiği geleneğin de özellikle büyük şehirlerde gözle görülür bazı başarılara sahip olması -en basitinden Haliç’in artık leş gibi kokmaması ya da Alibeyköy’ü her yağmurda sel almaması gibi- bu partiye olan desteğin sürmesini sağlayan etmenlerden biri olarak okunabilir. Kaldı ki AKP’yi iktidara gümbür gümbür taşıyan sürecin lokomotifi de Millî Görüş dönemindeki yerel yönetim pratikleridir.
Hemen hemen sıfırdan gelerek düzene dair her şeyi eline alarak bugünkü çok güçlü hâline gelen AKP iktidarı, kazanılan politik başarıların ve iyi kullanılan pek çok yalanın yardımıyla iktidarını son süreçte bir hayli hırpalanmış olsa da sürdürüyor. Kaldı ki yaşanan bu hırpalanma var olan kuvvetli araçların sık sık saçma sapan ya da inanılmaz korkunç işler yapılarak da olsa daha çok iyi kullanılmasıyla yürütülen bahsettiğimiz başarılı algı yönetimi eliyle kısa vadede bu partiye daha fazla güç olarak da geri dönebilir.
Burada AKP’nin son dakika yaptığı referandum kararına bakarak da hükümetin algı yönetiminde kendi tabanı, güç sahibi destekçileri ve dışarıdaki dünya açısından akıllıca bir iş yaptığı görünebilir örneğin. Evet bu bir yanıyla bir geri adım gibi dururken, bir yanıyla dayargının yürütmeyi durdurma kararı ortadayken hiç de gereği olmayan bu oyun AKP’nin hem kendine güvenini göstermesiyle tabanında moral, muhalefetinde yer yer moral bozucu olabilecek bir psikoloji yaratıyor; hem de hükümetin hikâyeden de olsa kendini demokrat gibi gösterebilmesini sağlayan değerli bir enstrüman şekline sokulabiliyor.
“Terrorist Win!”[6]
Gezi Parkı’na gaddarane bir zulümle saldırılmasıyla başlayan 31 Mayıs Halk Hareketi kısa sürede bir ayaklanma şeklini alıp tüm ülkede yayıldı ve ülke gündemini gecikmeli de olsa(!) tümüyle işgal eden bir konu oldu ve halen de bu böyle. Yönetimin ve medyanın tüm saptırma ve öcüleştirme çabalarına karşın isyan dalga dalga büyümeyi başardı ve en önemlisi yeni savaşkan ve inatçı bir nesil mücadeleye kazanılmış oldu. Gezi Parkı’na yapılan sert müdahale ve bunun yarattığı birikmiş öfkenin patlaması gerçeği ortadayken Başbakan hâlâ dış güçler muhabbeti yapadursun[7], halk ülkenin kalbini günlerce işgal eden ve memleketi ve insanını güzelleştiren bir komün kurmayı başardı. Kavgaya memleketin bir kaç ili hariç her köşesinden güçlü sesler geldi ve isyan ne gece ne gündüz ne uyku ne sıcak ne yağmur bildi, yoksulların kalbine ilerledi. Bütün dünya Türkiye’ye dikkat kesildi.
Salı günü gelen müdahaleyle polisin meydanı dağıtmasıyla devrimciler, ilericiler meydanı boşalttılar ve Gezi Parkı’na çekildiler. Ancak daha sonra polis AKM’ye çekildi, kitle de tekrar meydana doldu. AKP’nin kimisi ilgisiz kimisi ilgili olan insanlarla görüşüp, açık bir geri adım atmasıyla birlikte bir pata durumu oluştu. Başbakanla yapılan görüşmeden sonra Taksim Dayanışması bir çok kurumun tek bir direniş çadırında buluşacağını duyurdu. Bunun üzerine çok sayıda örgüt çadırlarını, pankartlarını ve sembollerini sökmeye başladılar. Alınan bu kararın hemen ardından Başbakan’ın Ankara’dan buyurduğu “bugün boşalttınız, boşalttınız!” sözlerinden sonra AKP’nin polisinin yaptığı vahşi saldırı, ayaklanma hâlinin muhtemelen daha büyüyerek geri dönmesini gündeme getirdi, hem de “fade out”[8] şeklinde bitmesi saldırı olmaması hâlinde mümkünken.
Bu işin kazananı ama kısa, ama orta, ama uzun vâdede halk, devrimciler, direnişçiler olacaktır. AKP’nin bitmek tükenmek bilmeyen oyunları neler olursa olsun, bunlara yeni neler katılırsa katılsın. Ki zaten devrimciler, ilericiler bu dövüşü zaten kazanmışlardır. Çünkü devrim akan hayatın ve tarihin bir emridir ve bu insan ırkı soysuzlaşmadıkça mutlaka gerçekleşecektir. Ki beşeriyetin soysuzlaşmadığını ülkemizde yaşanmakta olan isyanla görmüş olduk. Bu da bizim kazandığımız anlamına gelir.
[1] Ancak bu tabanda bilhassa Fatih’te yoğunlaşmış “benim” diyen solcudan daha çok okuyan, araştıran, yazan ekseriyetle genç Müslümanlar da vardır.
[2] Konuyla ilgili şu yazı okunabilir: http://onedio.com/haber/yenisafak-mobil-119303
[3] Meseleyle ilgili bir örnek vereyim. İş yerinden mütedeyyin bir arkadaşım kardeşinin “eylemcilerin” Taksim’de saldırmak istediği çarşaflıları korumak isterken darp edildiğini söylüyor. Arkadaşımın yalan söyleyeceğini sanmıyorum, ulusalcı faşistler münferiden de olsa bu tip saldırılarda bulunabilirler. Ki benzerlerini daha önce ulusalcı nümayişlerde de görmüştük. Burada mühim olan nokta bu tip bir kaç meselenin devrimcilerle, ilericilerle hiçbir alakasının olmadığının halka iyice anlatılabilmesidir.
[4] % 50 filan değil, oy verenlerin % 49’u. Halkın % 17’si ise son seçimde sandığa gitmedi!
[5] Millî Görüş (Saadet) ve merkez sağ bitti. Bu kesimler zaten CHP’ye antipati besliyorlar, MHP’yi de radikal buluyorlar ve pek sevmiyorlar. O hâlde geriye AKP’den başka ne kalıyor onlar için?
[6] “Terörle mücadele” temalı bir savaş oyununda “teröristler” kazandığında oyunu
seslendirenin söylediği söz: “terörist kazandı!”
[7] Madem dış güçlerin işi, o polisleri o parka hangi dış güç saldırttı?!
[8] Albümdeki bir şarkının yavaş yavaş sönümlenerek bitmesi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.