31 Mayıs-1 Haziran sonrasında, Türkiye’nin egemen ‘politik güçleri’, tam bir acizlik içindeler. ‘Toplumsal güçlerin’ konumlandıkları bilindik toplumsal mekanlarından adeta bir yayın boşalması gibi alanlara akarak, hep birlikte inşa ettikleri ‘olay’ın ne olduğunu kavrayamıyorlar. Aslında, o ‘politik güçleri’ yakından ilgilendiren bir şey oluyor; üstüne yerleşip politika yaptıkları toplumsal zemin harekete geçti; kırılmalar yaşanıyor, çatlaklar oluşuyor ve […]
31 Mayıs-1 Haziran sonrasında, Türkiye’nin egemen ‘politik güçleri’, tam bir acizlik içindeler. ‘Toplumsal güçlerin’ konumlandıkları bilindik toplumsal mekanlarından adeta bir yayın boşalması gibi alanlara akarak, hep birlikte inşa ettikleri ‘olay’ın ne olduğunu kavrayamıyorlar.
Aslında, o ‘politik güçleri’ yakından ilgilendiren bir şey oluyor; üstüne yerleşip politika yaptıkları toplumsal zemin harekete geçti; kırılmalar yaşanıyor, çatlaklar oluşuyor ve yerleşik-alışılageldik olandan yeni bir duruma doğru dönüşüyor.
Temel yanılgıları, olup biten ‘olay’ı, alışılagelen ‘eski’ saflaşmaların uzantısı olarak görmeleri, yorum ve çözümlerini de o zeminden kurgulamalarıdır.
Gerçekte, yeni bir toplumsal durum oluşuyor ve eskiye ait olanlar dahil bütün siyasi duruşlar o durumun içinde konumlanacak, aşağıdan gelen ivmeyle özgün yapı ve biçimlere bürünecek.
Peki, AKP ne yapıyor?
AKP, iki tutum geliştirdi: İlk günlerde, ‘hadi canım sende, 3-5 çapulcu mu bizi engelleyecek?’ diye düşünüyorlardı. Ama, günler geçip olaylar ülke sathına yayılınca, bilindik eski masallar devreye sokuldu.
Neymiş? Arkasında yabancı güçlerin olduğu terör örgütleri askeri darbe için provokasyon yapıyorlarmış.
İkisi için de ne denebilir ki, acizlik mi yoksa şaşkınlık mı ya da akıl tutulması?
Şu ‘çapulcular’ ithamı birçok dile aynen çevrilerek küresel direnişin simge kelimelerinden birisi haline geliverdi. O sihirli hamle, sorunun devrimci çözümü oldu.
AKP kurmaylarının gözleri de mi görmüyor? Ne çapulcusu?
Eylemin öncü-kurucu güçleri içinde, yoksul olmayan ve epey bir kısmı da iyi gelir sahibi ailelerin çocukları olduğu belli olan 80’li-90’lı öğrenci gençler ve iş-meslek ve iyi gelir sahibi aynı kuşaktan insanlar oldukça fazla. Evet, eylem sürdükçe ve yayıldıkça, büyük şehirlerin ve taşranın sanayi işçileri- işsizleri/yoksulları da alanlara indiler, daha fazlasıyla da ineceklerdir; ama, o gençler tüm gövdeleriyle ve giderek artarak halen de devredeler.
Ayrıca ve önemle belirtmeliyiz ki, iş-meslek ve iyi gelir sahibi olan gençlerin önemli bir kısmını, kapitalizmin güncel üretim alanlarından hizmet ve özellikle bilgi-işlem alanlarında sermayeyle ilişkilenen ve özgün emek biçimleriyle üretim yapan işçi sınıfının günümüze özgü bir bölüğü oluşturuyor. Bilgilerini ve özel yeteneklerini satarak yaşamını sürdüren, çalıştıkları zaman çoğunlukla yüksek gelir sahibi olsalar da, her an işsiz de kalabilen ve sonuç ta sermayenin boyunduruğu altında bulunan ‘yeni’ bir işçi sınıfı bölüğü! Özgün talepleriyle kendilerini ifade ediyor, diktatörlüğe karşı özgürlük amorfluğuyla da olsa, kendini tanıma ve mücadele içinde kendini oluşturma süreci içindeler.
İşte, bu özel toplumsal güç kendiliğinden bir araya geldi ve elleriyle-bilinçleriyle yoklaya yoklaya bir şeyler yapıyorlar: Evet, ortada çırılçıplak bir gerçek var. Başka şeylerin yanında özellikle üç büyük şehirdeki alanlarda bir ‘kültür devrimi’ de yaşanıyor ve taşıyıcısı da, Gezi’de ilk bakışta hemen kendini gösteren özel bir zümre; okuyan ve hizmet ve özellikle bilgi-işlem alanında çalışan gençler. Özgürlük istiyorlar, istedikleri gibi yaşamak istiyorlar.
Gençler, mutlu olmak istiyorlar. Özel yaşamlarına sokulan devlet elinden rahatsızlar. Yaşanan sürecin devamında, Erdoğan çok üzülecek olsa da, ‘cinsellik’ alanı dahil özel alana ait geleneksel ‘yasak’ lara karşı şimdilerde dar alanda yaşanan çıkışların hızla yayılması beklenebilir. Tıpkı, 68’lerde ABD, Fransa ve diğer ülkelerde olduğu gibi, özel yaşamın üstündeki geleneksel toplumsal baskıların meşruiyet yitirmesi ve özgürlükler alanının genişlemesi yaşanabilir.
Türkiye kapitalizminin bizzat AKP tarafından hızlandırılan gelişmesi, başka olguların yanı sıra gecikmiş bir 68 ‘olay’ının da önünü açıyor. Şimdi Taksim de toplumsallaşan böylesi bir sürecin, ülkenin tarihine ve güncel koşullarına uygun hangi biçimlere nasıl bürüneceğini, nefesinin gücünü, ne kadar yayılabileceğini zamanla göreceğiz.
Sizin anlayacağınız bay Erdoğan, ‘çapulcular’ mı, geçiniz!
Gelelim AKP’nin ikinci yorumuna; şu ‘yabancı güçler’ e.
Neresinden tutarsak elimizde kalıyor.
İlkin, bu kadar toplumsal hareket oluyorsa,‘yabancı güçler’ elbette durumdan vazife çıkaracaklardır! Onca gizli servis niye kuruluyor?
Belli eşikleri aşıp küresel dengelerde daha üst konumlara sıçramayı deneyen Türkiye kapitalizmini ‘terbiye’ etmek isteyenler yok mudur? Vardır! TC devletinin son dönemlerde bölgede ‘bağımsız’ davranma alanını genişletme çabasını ‘traşlama’ ve metropollere tümüyle bağımlı uydu konumunu yeniden üretmek isteyenler olamaz mı? Olabilir!
Kirli hesaplar-planlar elbette vardır. Ve, tam da böyle dönemler, emperyalist devletlerin ‘av’ zamanıdır. Kurt dumanlı havayı sever!
İyi de, bu çabaların göstericilerle ya da onların amaçlarıyla ilgisi ne? Bu memleketi öylesi kölece bir bağımlılık ve uydu konumuna kim soktu? O gizli servislerle düzenli görüşen, hatta uzun bir dönem maaşlarını doğrudan C İA’ den alan MİT, TC’nin çekirdeğindeki asli güçlerden biri değil mi?
Bırakalım geçmişi, AKP ‘projesi’ nerelerde planlandı? ABD’ nin koruması ve onayı olmadan adım atabiliyor musunuz?
Hizmetinde olduğunuz en büyük sermaye gruplarının hepsi o provokatif hesapları yapan ‘yabancı’ emperyalist devletlerin yönlendiricisi sermaye gruplarıyla iç içe değil mi?
Göstericiler sizin diktatörlüğünüze karşılar, özgürlük istiyor ve isteklerinde ısrarlı oldukça, bırakın o karanlık küresel çetelerin oyununa gelmeyi, ülkeyi boğan bütün emperyalist bağımlılık ilişkilerini de parçalayacaklardır.
Siz kendinize bakın, kendi banka hesaplarınızın kaynaklarına, karanlık ilişkilerinize bakın! Ellerinizi tertemiz gençlerden çekin!
Gelelim ‘terör’ örgütü iddiasına.
Terör örgütünün kim olduğu, alanda toplanan on binlerce kişiye vahşice saldıran resmi üniformalı kişilerin ne yaptığı sorusunun cevabında gizli. Ama, onu bırakıp, kast edileni kabullenelim.
Açıktır ki, hiçbir devrimci çevrenin, hatta devrimci örgütler alanının tümünün böyle bir hareketi başlatacak gücü yok. Ülkedeki herkes gibi devrimciler de ‘Gezi’ ve sonrasındaki olayların baskısı altında ve neler olduğunu anlamaya çalışıyor. Hareket, öncesindeki bir dizi girişim tarafından beslense de, esas olarak kendiliğinden bir patlama biçiminde yaşandı.
Ortaya çıkan yüz binlerin, hatta milyonların örgüt ya da örgütler tarafından yönetildiğini söylerken yüzleri kızarmayan AKP kurmayları, doğrudan polise direktif vermiş oluyorlar. ‘Terör örgütü’ iddiasının arkasında belli ki bir ‘plan’ var, provokasyon tezgahlanıyor. Uşaklaşmış medya kullanılıp ortam yaratılarak, devrimci çevrelere operasyon yapılacak ve ortaya çıkan puslu ortamda yaşananlar olduğundan başka bir hale sokulmaya çalışılacak. Beyinleri bu kadar ufak, toplumsal süreçleri polisiye operasyonlarla yok edebileceklerini sanıyorlar.
Elbette, her devrimci çevre yaşanan doğrudan halk hareketinin içinde ve bir biçimde inisiyatif almaya çalışıyor, alıyor da. Bunun böyle olduğunu görmek için istihbarat örgütlerine falan gerek yok. Herkes flamasıyla ortada, kimse kendini gizlemiyor ki. Telefonlar dinleniyor, tweetler, mailler, face’ler izleniyor; bunları da herkes biliyor!
Üstelik, günler geçtikçe, yorumlama, örgütlenme ve örgütleme, taktik geliştirme, ittifaklar inşa etme ve ittifak içinde hegemonya kurma gibi siyasi tutumlarda tecrübeli olan devrimci çevrelerin, ‘Gezi ‘ içindeki etkinliği artıyor. Ülke çapına yayılan halk hareketi içinde de aynı durum geçerli. Süreç, devrimci çevrelere şayet uygun siyasi tutumlar geliştirebilirlerse etki alanlarını hızla güçlendirme imkanı veriyor.
Devrimcilerin örgütlenme ve siyaset yapma hakkı var! Hele egemenlere karşı kafa tutan bir halkın yanında olmamak bir devrimci için ‘ağır suçlar’ kapsamına girer. Üstelik, devrimciler, yaşadığımız toplumsal hareketin doğrudan öncüsü olmasalar da, önce yapıp ettikleriyle şimdi olup bitenlere bir dizi kanal açtı ve zemin oluşturdu. Elbette, halk zulme isyan ettiğinde halkın yanında olacaklar.
Zavallılıkları şu, ortaya çıkan toplumsal hareketlenme öyle boyutlara sahip ki, ucuz ‘planlar’ üzerinden üstüne şiddetle gidildiğinde, onu körüklemekten başka bir şey yapmış olmayacaklar.
‘Olay’ ın boyutları, sadece devrimci çevreleri değil bütün siyasi partileri, o arada AKP’yi de aşarak kendi bağımsız alanını oluşturan,’kendisi‘ olan ve herkese de (o arada devrimcilere de) kendisini dayatan bir güce-kapasiteye sahip.
Son olarak, bir de malum ‘darbe’ ithamına değinelim.
Demek, ülkede yürüyen milyonlar darbe için yürüyor ya da darbe planları olanlar bu gösterileri yönlendiriyor!
Oluşan ‘olay’ın ne olduğunu dahi anlayamayarak, hala eski konumlanmaların içinden olayları yorumlarsanız, bönlük sizin yakanıza yapışır!
Açık ki, oradaki gençlere ve kadınlara kimse darbe destekçiliği falan yaptıramaz. ‘Hiç Kimsenin Askeri Değiliz!’ sloganı her yerde yazıyor ve sıkça da atılıyor.
Peki, ‘Mustafa Kemal’in Askerleriyiz’ diyenler yok mu? ‘Darbe olsun da eski günlere dönelim’ diye umutlananlar yok mu? ‘Burada bana ekmek var mı’ diye inisiyatif almaya çalışan ‘karanlık’ güçler, yok mu? Elbette, hepsi de var. Ama, tıpkı Erdoğan ve çevresi gibi hiçbir şeyi göremiyorlar.
Özellikle ilk günlerde, böylesi güçler epey gürültü kopardılar ve hareket içinde yer tutabildiler. Ama, geçen her gün bunların etki alanını daralttı, daraltıyor. Dar çekirdekler olarak yalnızlaşıyorlar.
Nasıl?
31 Mayıs- 1 Haziran da elinde Türk bayrağıyla ‘Hepimiz Mustafa Kemal’in Askerleriyiz’ sloganları atan on binlerce kişiden bir kısmı, belki başlangıçta Ordu merkezli eski oligarşik-totaliter düzenin özlemi içindeydiler. Ancak, faşizme karşı direniş, direnişin belli kazanımlar elde etmesi, Taksim’in özgürleştirilmesi ve hızla örgütlenen komün yaşamı; hep birlikte, el ele-omuz omuza yaşanan bu olağanüstü günler, katılımcı güçlerin birbirleriyle ve ortaklaşa inşa ettikleri yaşanan süreçle etkileşiminin ve dönüşümünün önünü açtı.
Artık 11 gün öncesi ile şimdi arasında bir ‘tarihsel olay’ var; ya da, alanda asılan bir pankartta yazdığı gibi:’Artık Herkesin Bir Hikayesi Var!’.
Karşıdaki güç faşizmi yoklayan oligarşik-totaliter bir diktatörlük olunca, mücadele ‘özgürleşme’ hedefiyle ortaklaşa yapılarak ’siper yoldaşlığının’ olağanüstü büyüsünün çekim alanına girilirse, barikatlarda ortaklaşa direnilirse ve sonrasında kurulan komün adı üstünde ortaklaşa yaşanıyorsa; işte, bütün bunlar ’herhangi bir şey’ değil! Bu özgün sürecin oluşturduğu özgün ortam, içine aldığını eğiten özgürlükçü- demokratik bir yapı kazanma potansiyelini taşıyor.
Öyle de oldu.
Taksim de nefes alınca özgürlüğü, dostluğu, paylaşmayı, dayanışmayı, cinsler arası eşitliği, halklar ve inançlar arası kardeşliği içinize çekerseniz, tam da bunların tersine kurgulamış bütün toplumsal ve siyasal kutuplaşmaların, Türklük-Kürtlük, Laik-Dindar, Sunni-Alevi gibi toplumsal alanı gerici tarzda bölen sahte ikilemlerin anlam ve meşruiyet kaybına uğraması kaçınılmaz değil midir?
Yaşananlar, direnişin kendisini olurken büründüğü kimliğin, ‘özgürlükçü-demokratik-halkçı ‘ bir dokuyla vücut bulmasının önünü açtı ve o kendisi oldukça, içindeki herkesi de kendisine benzemeye zorluyor.
İşte, diğerlerinin yanı sıra, alana elindeki Türk bayrağıyla, Kürt düşmanlığı üzerinden bir ‘Türklük’, farklı inançlara tahammülsüzlük üzerinden bir ‘laiklik’, demokrasisiz bir ‘cumhuriyet’ bilinciyle gelen bir kesim vatandaş da, süreç içinde eğitildi-eğitiliyor.
O bayrak artık, bir zamanların ‘Cumhuriyet’ mitinglerindeki anlamı dışlayan başka anlamlarla da yükleniyor.
Bazı insanlar kendilerini yaşadıkları ülkenin bayrağı üzerinden ifade ediyorsa, sadece 11 gün içinde Cumhuriyet ve Laiklik olgularını henüz bulanık da olsa demokratik bir bilinçle kavramaya başlamışsa, üstelik başka halklara ve inançlara saygı da o bilinçte filizlenmeye başlamışsa; o bayrak, en azından Gezi’de onu taşıyanlar için artık yurt sevgisiyle sınırlı bir bilinci simgelemeye yönelmiştir. Süreç devam ettikçe bu yöneliş güçlenecektir. Demokratik yapıda bir yurt sevgisi de, her ne kadar topluma dair eksik-sınırlı bir bilinci yansıtsa da, demokratik bir cumhuriyet talebinin ve anti-emperyalist bir tutumun filizlenmesi için uygun ortam olabilir.
Sadece bu da değil.
Totaliter bir laiklik yerine, dini ritüellere ve farklı inançlara saygılı özgürlükçü-demokratik bir laiklik; cinsler arası ilişkiyi erkek egemenliği üzerinden kurgulayan ve kadınları aşağılayan ‘küfür’ ler yerine, öfkenin erkek egemen olmayan tarzda ifade edilmesi; hepimizin gözü önünde gün be gün filizleniyor, güç kazanıyor.
Kimi katılımcıların kendilerini Müslüman kimliği üzerinden ifade etmesi ve inançlarına uygun ritüelleri Gezi’ de rahatça yerine getirmesi, Çarşı grubunun on binlerce kişiyle ve saatlerce süren muhteşem yürüyüşünde öfkesini kadınları aşağılayan küfürleri özellikle dışlayarak dillendirme hassasiyeti, sürecin kazanımları arasındadır. Henüz filiz halinde, ama güç biriktiren bu eğilimler, bir karşı toplumsal hegemonyanın kimi temellerini inşa ediyorlar.
Dahası da var. Sistemin işleyişinin odağındaki sermayenin artan oranda toplumsallaşmasının ya da başka deyişle, yaşamın gittikçe daha fazla alanının sermaye tarafından fethedilmesinin sonucunda, piyasa ilişkilerinin günlük yaşamın gittikçe daha fazla alanına, o arada bireylerin bilinç ve davranışlarına dek sızmasının yarattığı bazı davranış kalıplarının da, alanın içinde çözülme sürecine girdiğini netçe görebiliyoruz.
Yırtıcı bencillik, saldırgan gerginlik, odaklanamayarak yüzeyde rast gele çırpınan bilinçler, başkasının sorunlarına-dediklerine ilgisizlik gibi artık egemen hale gelmiş kimi davranışlar, alanın içinde çözülüyor. Diğerkamlık-dayanışma, nezaket-incelik, toplumun sorunlarına ilgi duyma, sorunlarda yoğunlaşma- tartışma gibi bambaşka davranışlar, göze batacak biçimde öne çıkıyor. Önemli bir karşı hegemonya süreci de bu davranışlardan ivmeleniyor.
Sonuç olarak, diyebiliriz ki, bay Erdoğan ve akıl hocaları, uçuk kaçık senaryolarla hayaller aleminde gezinerek gerçeklerden kaçıyorlar. Kim bilir, belki de öyle ‘görünmeyi’ tercih ediyorlar.
Gezi’de ise, bambaşka bir ‘olay’ oluşuyor.
Oluşturucular; işçi sınıfının en güncel parçası olan hizmet işkolu özellikle de bilgi-işlem alanında çalışanlar, liseli-üniversiteli gençler ve onların ‘Özgürlük!’ talebi etrafında toplanan arayışları, oligarşik-totaliter bir Cumhuriyet ve laikliğe olan özlemden demokratik bir Cumhuriyet ve özgürlükçü bir laikliğe yönelme sancıları içindeki toplumsal güçler, kimliklerini özgürce yaşamak isteyen ve can güvenliği talep eden Aleviler ve özellikle Nusayriler, Orta-Doğu’da yürütülen savaşçı politikalara karşı olan toplumsal güçler, kadın kurtuluş hareketinin erkek egemenliğine karşı isyanını dillendiren kadınlar, egemenlerin yorumundan kopuşup yoksulların yorumuna tabi bir Müslümanlığa yönelen inançlılar, doğanın talanına karşı çıkan ekolojistler, olup bitenleri yeni ‘süreç’ içinde anlamlandırmaya çalışan Kürtler, sanayi işçilerinin-işsizlerin-yoksulların çıkarlarını savunan geleneksel sosyalist-devrimci eğilimler olarak belirginleşiyor. Son iki kesim, Kürtler ve sanayi işçileri henüz kısmen sürecin içindeler; ama varlar ve sürecin devamı daha güçlü katılımın önünü açacak, o güçlü katılım da oluşan toplumsal ‘olay’ ı çok daha yüksek zeminlere yerleşmeye zorlayacaktır.
Evet, Gezi’de bazı özel toplumsal güçlerin özgün bir güncel ittifak alanı iradeleşmeye çalışıyor.
İşte, gerçek olan Erdoğan’ın senaryoları değil, herkesin gözünün önünde açıkça oluşan, kendiliğinden bir patlamayla kendini açığa çıkaran ve doğrudan güncel Türkiye gerçeğinin ürettiği bu özel ittifak alanının tamamen meşru halk hareketidir. O hareket içinde yaşanan kimi kontrolsüz öfke patlamaları ise, hem muhteşem halk hareketinin yanında görülmezler bile hem de resmi devlet görevlilerinin olağanüstü şiddeti yanında hesaba katılamayacak denli küçük boyutludur.
AKP, Ordu merkezli eski rejime karşı ‘Demokrasi!’ maskesi takarak çıktığı yolda, uzun süren bir iç mücadele sonucunda galip gelerek bir Yeni Rejim kurdu. Erdoğan’ın ‘ustalık dönemim’ dediği iktidarlaşma ve kendi rejimini kurma momenti açığa çıkardı ki, o ‘demokrasi’ nutuklarıyla çıkılan yolun esas amacı, eski rejimin oligarşik-totaliter yapısını aynen koruyarak iktidarın zirvesindeki egemen öznenin değişmesiymiş! Evet, gelinen noktada iktidara yerleşmiş AKP için her şey bitmiş olabilir, ama o ‘demokrasi’ nutuklarının eski rejime karşı kışkırttığı toplumsal güçler şimdi hareket halindeler ve güneşin altında kendilerine yer açmaya çabalıyor, kendi özgürlüklerinin inşası için davranıyorlar.
Bay Erdoğan, ülke ve bölgede bütün arı kovanlarına çomak soktunuz. Hiç kimse değil, bizzat kendiniz her şeyin sebebisiniz. Reyhanlı’nın da, Gezi’nin de!
Ve, nasıl ki siz kendi rejiminizi kurdunuz; o rejime muhalif toplumsal güçler de kendi özgün toplumsallaşma alanını, özgürlükçü-demokratik-halkçı bir güç alanı olarak ve karşı hegemonyanın özgün ivmeleriyle yüklenerek inşa ediyor! Ortada olan, bir örgütsel eylem değil, toplumsal hareket! O hareket gerçek kimliğini-potansiyellerini kalıcılaşmayı başarabilirse gösterecek. ‘ Bu Daha Başlangıç, Mücadele Sürecek’ diye irade beyanında bulunan yüz binler de kalıcılaşma yönünde bir eğilimin varlığını gösteriyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.