1. Evet, hiç kimse böylesine büyük bir toplumsal patlama ve o patlamanın bu kadar hızlı ülke çapına yayılmasını beklemiyordu. Bir şeyler mayalanıyordu, belliydi, birikim görülebiliyordu, ama patlama ani oldu. Peki, hep böyle olmaz mı? Tarihi dönüşüm noktalarına doğru gidiş hep görülür. O gidişler her zaman bir sonuca ulaşmaz. Bazen ‘o’ noktaya varmadan gidişin ivmesi zayıflar […]
1. Evet, hiç kimse böylesine büyük bir toplumsal patlama ve o patlamanın bu kadar hızlı ülke çapına yayılmasını beklemiyordu. Bir şeyler mayalanıyordu, belliydi, birikim görülebiliyordu, ama patlama ani oldu.
Peki, hep böyle olmaz mı?
Tarihi dönüşüm noktalarına doğru gidiş hep görülür. O gidişler her zaman bir sonuca ulaşmaz. Bazen ‘o’ noktaya varmadan gidişin ivmesi zayıflar ve süreç sönümlenir. Fakat şayet yeterli doygunluğa ulaşılmış ve o ‘sihirli eşik’ aşılmışsa, nerdeyse her seferinde herhangi bir olay, normal günlerde pek de önemsenmeyebilecek bir olay, birden önem kazanır, patlamanın işaret fişeğini çakar. Olayın kendisinin önemini çok aşan bir momentum oluşur.
Öyle oldu. Gezi Parkı ve ağaçlar Türkiye tarihinin nerdeyse en geniş çaplı toplumsal hareketlenmesinin önünü açıverdi.
O ağaçlar ve Gezi Parkı, artık toplumsal değer kazandılar. Mutlaka orada kalmaları gerekiyor. Ve zaten, kimse de kolayca onları yok etmeye girişemez. Kışla projesinin başlamadan bittiğini düşünebiliriz. İşler orada kalsa, Erdoğan şükretmelidir.
Artık, eskiye dönüş olmayacak. Başka bir Türkiye’de yaşayacağız.
Nasıl mı olacak? 31Mayıs-1 Haziran (31M-1H) patlaması ve sonrasında oluşan yeni toplumsal ortamda, bütün toplumsal-siyasal güçler yeniden harmanlanacak, yeni ittifaklar ve yeni kopuşmalar yaşanacak, yeni yönelimler ortaya çıkacak ve bir irade savaşı sonrasında bir yeni toplumsal ve siyasal alan oluşacak.
Yaşanacak dönüşümün hangi şiddette olacağı, geçmişten hangi güçle, ne kadar, nereye doğru, nasıl (restorasyon, reform, devrim…) kopuşulacağı; şimdi alanlarda neredeyse vücut teması yakınlığında ve an be an yaşanan toplumsal mücadele içinde belirlenecek. O mücadele, akışı içinde farklı biçimlere bürünebilecek, daha yüksek düzeye sıçrayabilecek ya da daha aşağı düzeylere inebilecek, ama devam edecektir. Önümüzdeki iki yılda yaşanacak 3 önemli seçim, o karmaşık mücadele sürecinin ilk dönemi olarak görülebilir.
2. “31M-1H”nin elbette birçok kaynağı var, ama biz yakına gelelim ve 1 Mayıs Taksim yasağı ve ona yönelik halk direnişini en güncel ivme olarak görelim.
O gün o yasak, Erdoğan’ın malum ‘ustalık’ döneminin yeni bir gerici-totaliter sıçrama eşiğini simgeliyordu. En sert mücadelelerle kazanılan alan, sanki bir emirle kolayca yasaklanacaktı. Polis şiddeti ve özellikle biber gazının ikna gücüne sonsuz güven duyuluyordu.
1 Mayıs yasağı, basit bir alan yasağı değildi.
‘Ustalık’ döneminde koyulaştırılarak ve şiddeti arttırılarak sürdürülen neo-liberal soygunun hedef kitlesi olan emekçilerin kendine güveni ve saygısı ezilmek isteniyordu. Emekçilerin şahsında bütün toplum, kişiliksizleştirilmeye, giderek çöpleştirilmeye, her şeyi kabullenecek bir uysallık kıvamına sokulmaya çalışılıyordu.
O, ‘ustalık’ döneminde kibirle doldu ve her şeyi yapabileceği vehmine kapıldı. Bilinen deyimiyle, ‘güç sarhoşluğu’na düştü. Sadece ayran içmekle yetinmiyor, ‘iktidar’ zirvelerinin havasını da soluyor, şöyle bir baktığında herkesi ve her şeyi ‘aşağıda’ görüyordu.
Kaç çocuk yapılacağından neyin yenilip içileceğine ve nasıl giyinileceğine dek günlük yaşamın tüm nüanslarına yayılmış bir toplumsal-bireysel yaşam setini, ‘ılımlı İslam’ rejimi zeminine yerleştirerek ülkeye dayatıyordu. Her gün yeni bir ayrıntı devreye sokuluyor, yaşam alışkanlıkları dönüştürülmeye çalışılıyordu. Toplumu uysallaştırma aracı olarak İslam’ın AKP tarzı yorumlanışı kullanılıyor, oradan meşruiyet üretiliyordu.
Eh, şimdiye dek neleri başardıklarına bakarak, sakınmasızca sonuna dek giden bir gerici-totaliter saldırının artık sırasının geldiğini düşünmüş olsalar gerek. Öpüşme, iki cinsin birbirini kucaklaması, içki içme gibi ayrıntılar bile düzenlenmeye başlandı. Sürekli yenilenen şiddetli bir saldırı kampanyasına start verildiği anlaşılıyordu.
Her türden terbiye sınırını aşan aşağılamalar normalleştirilmeye ve AKP’li olmayanlar şeytanlaştırılmaya başlandı. Belli ki, sıra şeytan taşlamaya gelecekti.
İşte, şimdi Taksim’i dolduran on binlerce kadın ve erkek, taşlanmayı beklemeden inisiyatif alıyor. Çoğunun ellerinde bira ve kollarında sevgilisi varsa, aslında o bir yaşam tarzı savunması, bir siyasal tutumdur. Keza, Ankara Metrosu çıkışında genç çiftlerin bir ‘gösteri’ olarak birbirlerine sarılıp öpmeleri de siyasaldır.
Demek öğrenmeliyiz; bazen öpüşmek ya da kol kola girmek kimi zaman da bira içmek bir siyasal eylem olabilirmiş!
3. Reyhanlı’daki bombalamanın, kim tarafından hangi amaçla yapılmış olursa olsun, AKP iktidarının Orta-Doğu politikasının sonucu olduğu açıktır.
Küresel ve yerel sermayenin ve onların politik-askeri güçlerinin bölgemizde yürüttüğü emperyalist işgal politikalarının yerel taşeronu olmak, öylesine akıp gidecek pürüzsüz bir süreç olabilir mi?
Birçok karşı gücün oluşması normaldir. O sürecin bazı yerel (İran, Irak, Suriye ve Hizbullah) ve küresel (Rusya-Çin) gücü karşısına aldığı ve bölgeye müdahalenin şiddeti oranında karşı şiddeti Türkiye’nin üstüne çekeceği belli değil midir?
Yağmadan bize de bir şeyler düşer arsızlığıyla komşusunun iç işlerine başkalarının adına parmak sokanlar, günün sonunda kan akacağını elbette biliyorlardı. Ama ne gam! Nasılsa şovenizmle ve ‘ılımlı İslam’la kafası ütülenmiş yoksul yığınların kanı ‘ucuza’ pazarlanabilirdi.
İşte, Reyhanlı’da patlayan bomba ve aslında sadece bomba değil, AKP’nin bombanın acısını yaşayan mazlum Reyhanlı halkına nobran yaklaşımı, o bölgeden başlayan ve tüm ülkeye yayılan bir halk muhalefetini besliyordu. Bu süreç, AKP’nin bölge politikası açısından, zaten bir süredir devam eden yıpranmanın iyice hızlanıp çözülmeye doğru yöneldiği bir kırılma anı oldu. Davutoğlu balonu sönüverdi.
AKP’nin Yeni Rejimi’nin ‘Sıfır Sorun’la başlayan bölgede yeni yönelimi, bütün komşularla sürekli ve şiddetli çatışma düzeyine sıçrarken, dönüp içeriye yansıyor ve ülkenin fay hatlarını hareketlendiriyordu.
Nasıl? Bölge taşeronluğu, Sünni cephe oluşturup Şiilere-Nusayrilere savaş açma ve bir de komşuların ulusal toprak bütünlüklerini bozma stratejisi üstüne oturunca; ülkede bir demokratik devrim problemi olarak inançlarından dolayı baskı altında yaşayan Nusayri inançlı vatandaşları ve daha genelinde Alevi inançlı vatandaşları ve üstüne Kürt halkını harekete geçiriyordu. Demokratik Devrim’in dinamikleri şiddetli sancılarla hareketleniyordu.
Reyhanlı bombası, öncesinde bölgede devlet himayesinde serbestçe gezen silahlı çapulculara yönelik tepkiyle birleşerek, Nusayri vatandaşları ve tüm Alevileri sert bir AKP karşıtı zemine iyice yerleştiriyor ve aynı zamanda doğrudan acil ‘can güvenliği’ talebiyle harekete geçiriyordu.
Ve bu toplumsal ortam içinde, İstanbul’u katletme sürecinin bir aşaması olarak inşasına başlanan 3. Boğaz köprüsüne, Alevi-Türkmen ve Kürt katliamıyla ünlü Yavuz Selim’in adının verilmesi, basit bir nezaket eksikliği değil, aynı zamanda doğrudan bir tehdit olarak algılanıyordu.
İşte Taksim’i, İstanbul’un yoksul semtlerini, Anadolu’nun diğer şehirlerini bir anda dolduruveren Aleviler ve Nusayriler, sadece ağaç sevgisi ya da Taksim’e destek amacıyla hareket etmiyor. Onlar zaten birikmişlerdi ve hareket halindelerdi. Şimdi akacak meşru kanal buldular ve gürüldeyerek akıyorlar. Can güvenliklerinin, yaşama haklarının peşindeler.
4. Herkes farkında olmalıdır; göstericilerin büyük çoğunluğu genç ve taraftar grupları dışında abartmasız kadın.
Apolitik ve sadece tüketime güdülenmiş gençlere ne oldu da neşeyle çatışıyorlar? En sert çatışmalarda ısrarla en önde duran, biber gazından kaçmayan ve TOMA’nın sertçe çarpan suyuna gururla ve cüretle göğsünü açan kadınlar, ne söylemek istiyorlar?
Bir kuşak neredeyse bütün gençliğini Erdoğan’ın temsil ettiği anlam dünyası içinde geçirdi. Erdoğan’ın önceleri ‘demokrat’ maskeli siyasal yürüyüşünün iktidara yerleşince kendisinin gerici-totaliter ve oligarşik iç yüzünü nasıl açığa çıkardığını, içinde konumlanarak, koklayıp-tadarak, hissederek, bir biçimde kendilerine dokunan parçalarıyla itişerek yaşadılar. Liselerde ya da üniversitelerde devrimci hareketlere katılmasalar da, onları gördüler; hiç birisi aptal değiller, bilinçlerinin arkalarında bir yerlerde etki alanları oluştu.
O küçük bilinç kıvılcımları, AKP baskıcı kimliğini açığa çıkarttıkça ve kendi kalıplarını gençliğe dayattıkça, gelişeceği kanallar bularak öfkeye dönüştü. Erdoğan’ın en son hamlelerinin sınırları zorladığı ve Gezi Parkı baskınının bardağı taşırdığı görülüyor.
Her şeyi göze alan bir öfke patlaması, hızlı ve ani bir politikleşme, öne atılma, özgürlüğünü savunma ve fiilen inşa ederek egemenlere dayatma; peşi sıra gelen yapıp ettiklerinin doğruluğuna yüzde yüz inanma, kendinden memnuniyet ve kendine güven patlaması, neşeli ve özgür ‘hava’, en kör gözler tarafından bile görülebiliyordu.
İşte, tam da şimdi, meydanlarda Deniz’in, Mahir’in, İbo’nun ruhu geziniyor. Elbette aynı biçimde değil-her neslin kendisi olma hakkı var ve aslına bakarsanız, henüz hangi şekle bürüneceği de belli değil.
Ama, gençlik bir kez direnmenin, isyanın ve özgürleşmenin tadını aldı; yüz binlercesi topluca-el ele mücadele ederek, ülkenin bütün meydanlarında özgürlüğün büyülü kıvılcımını çakıyorlar. Artık, hiçbir baskı onları kazandıklarından vazgeçmeye razı edemez; tersine, her baskı girişimi, daha yüksek bilinç ve eylem düzeylerine sıçramalarının, özgürlüğün daha yüksek zirvelerine yerleşmelerinin önünü açacaktır.
Kadınlara gelince ki cesaret ve cüretleriyle direnişin gerildiği-sıkıştığı kritik anlarında ileri doğru hamle yapmasının önünü açtılar, kendilerini evde kuluçkaya oturtarak geyşalaştırmak isteyen binlerce yıllık erkek egemenliğinin günümüzdeki temsilcilerinin yüzüne unutmayacakları bir tokat attılar.
AKP’nin günlük yaşamı düzenleyen biyo-politik rejiminin en önemli hedefi kadınlardı. Kadınlar erkeğin ev kölesi olmalı, her yerini örtmeli, gülmemeli, gezmemeli, içmemeliydi. En çirkin biçimde, terbiyesizce kadınların yaşamıyla ilgili konuşuldu, kürtaj yasaklanmaya çalışıldı, kadınlar sürekli aşağılanıp ‘erkeklik’ yüceltilerek kadın cinayetlerinin önü açıldı. Ensest ilişkilerin artış hızı da aynı biçimde tetiklendi.
Kadınlar aşağılanırken, inanılmaz çirkinlikte bir ‘erkek’ kimliği tüm zavallılığı ve vahşiliğiyle inşa ediliyordu. O yönde yol alınırken, binlerce yıllık ‘egemen erkek’ kimliği hem sürecin ivmelendiricisi oluyor ve hem de kendisinin en paçavra yönlerini açığa çıkartıyor, ‘nelere kadir’ olduğunu somut örneklerle açığa çıkarıyordu.
Ama, tam tersinden, gerilla saflarına akın eden Kürt kadınları ve şehirlerde sürekli genişleyen kadın hareketleri ve özelinde kadın kurtuluş hareketi-feministler, sürekli güçlenen direniş ve özgürleşme mevzileri inşa ediyordu. Ve bütün baskıların üstünde yoğunlaştığı kadınlar, kendiliğinden tepkiler biriktirirken elbette kadın direniş mevzilerinden çıkan sesten de etkileniyordu. Özellikle de, geçimini sağlamak için giderek daha fazlasıyla çalışma-üretim alanlarına yerleşen kadınlar.
AKP ve kurduğu rejimin özgürce yaşamak isteyen her kadına direnmek ve savaşmaktan başka bir yol bırakmıyordu. Hatta kaç çocuk yapacağına, vücuduna sahip çıkmaya, sokaklarda gezmeye, neyi nasıl giyeceğine kendisi karar vermek için bile direnmek-savaşmak zorundaydılar. AKP iktidara yerleştikçe, kadınların boynuna geçirdiği ilmeği sıkıyor, daha fazla sıkıyordu.
İşte, kırmızı elbise giymiş onur ve sükûnetle, siyah elbise giymiş cesaret ve cüret, o karanlığın içinden çıkış için yapılan öncü hamlelerdir. Karanlığı yırttılar ve biriken öfkenin dili oldular. Bütün kadınların bilincine kazınan o özgür duruşlar, sadece direnişin önünü değil yeni bir kadın tipinin toplumsallaşmasının da önünü açtı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.