Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanı çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil; sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu sözkonusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı.”
Marx, 1873, Kapital’in Almanca İkinci baskısına sonsöz
Marx, yukarıda alıntılanan paragrafın geçtiği sonsözde 1830 yılını “ekonomi politik” açısından bir kopuş olarak görür. O tarihten sonra, burjuvazi Fransa ve İngiltere’de siyasal iktidarı ele geçirdiği için artık feodalizme karşı mücadelesinde eleştirel bir araç olarak bilimsel burjuva ekonomi politiğine ihtiyacı da kalmamıştır. Bunun sonucunda da, Marx’ın Ricardo sonrası iktisat için kullandığı “bayağı (vulgar) iktisat”, bilimsel aktiviteyi burjuvazinin çıkarları çerçevesinde rasyonelleştirip, onun çıkarlarını savunacaktı. Bu kavram, sonraki Marksistler tarafından anaakım (neo-klasik vs.) iktisat okullarını tanımlamada da yaygın olarak kullanılacaktı. Analizlerinde şeylerin altında yatan ilişkilere değil de yüzeysel görüngülere önem veren, sınıf ilişkilerini görmezden gelen, matematik ve istatistik saplantılı ve onları araçtan ziyade amaç edinen, ve hakim sınıfların çıkarlarını meşrulaştıran vulger iktisat (ya da baştaki ayrımı bir kez yaptıktan sonra, sınıf karakterini vurgulamak için genel olarak burjuva iktisadı da denebilir), günümüzde de hakim paradigma olmaya devam ediyor ne yazık ki.
Ancak, onun sefaletini ve sınıf karakterini ifşa eden yeni gelişmeler de artan örnekleriyle karşımıza çıkıyor. Son olarak, geçtiğimiz haftadan bu yana devam eden ve sadece sınırlı bir akademik çevreyi değil, batı basınını (özellikle The Economist, Financial Times, The Guardian, New York Times) ve siyasetçileri de içerisine çeken bir tartışmanın üzerinde durmak gerekiyor.
Tartışmayı kısaca özetlemek gerekirse; Harvard Üniversitesi’nden Kenneth Rogoff ve Carmen Reinhart, 2010 yılında yayınladıkları bir makalede, son iki yüzyılda (1790-2009) ve özellikle de savaş sonrası dönemde kamu borç stoku ile iktisadi büyüme arasında ilginç bir ilişki buldular. Buna göre, bir ülkenin kamu borç stokunun milli gelire oranı %90’ı geçerse, iktisadi büyüme keskin bir şekilde düşüş göstermekteydi. O tarihten sonra, bu bilgi pek de sorgulanmadan bir ‘finansal yasa’ olarak kabul edilip, küresel krizle birlikte dünyadaki emekçi kesimlerin canına okuyan radikal kemer sıkma (austerity) politikalarının temel dayanağı ve referans kaynağı oldu. Örneğin, ABD’de Cumhuriyetçi kongre üyesi Paul Ryan bütçe görüşmelerinde bu ‘kesin ampirik kanıtı’ örnek gösteriyor ve kamu harcamalarının azaltılmasını savunuyor, Avrupa Komisyonu başkan yardımcısı Olli Rehn ise Avrupa Birliği ülkeleri Maliye bakanlarına Şubat ayında gönderdiği bir mektupta bu ‘geniş ölçüde kabul edilmiş’ %90 sınırını zikrediyordu (The Economist, 20 Nisan 2013).
Ancak geçtiğimiz günlerde University of Massachusetts Amherst İktisat bölümünden Thomas Herndon, Michael Ash ve Robert Pollin yayınladıkları yeni bir makalede bu ezberi bozdular ve bir anda kıyamet koptu. Onlara göre, Reinhart ve Rogoff, hesap hataları, Excel programlama hataları ve şüpheli istatistiki yöntemleri içeren bir dizi hata sonucunda bu sonuca ulaşmışlardı. Yeni sonuca göre, kamu borcunun milli gelire oranı %90’ı aştığında büyüme % -0.1 değil, %2.2 idi, ve bu da zamana ve ülkeye göre değişiklik göstermekteydi (Robert Pollin ve Michael Ash, Financial Times, 17 Nisan 2013). Ayrıca, kamu borcunun fazlalığının mı iktisadi büyümede düşüşe yol açtığı, yoksa kötü ekonomik performansın mı kamu borcunda artmaya yol açtığı da bilinmiyordu (Paul Krugman, New York Times, 18 Nisan 2013). Toparlayacak olursak, Reinhart-Rogoff yaklaşımı meşruiyetini yitirmişti ve kamu borcu ve büyüme arasında bir korelasyon olmasına rağmen bu korelasyonun niteliği tam olarak bilinmiyordu.
Bu tartışmanın ‘siyasal’a ilişkin bir yansıması olmasaydı, burjuva iktisadının kendi içerisindeki bir tartışma der geçerdik. Ancak, tam da Marx’ın ‘bayağı iktisat’ tanımlamasına uyacak şekilde, Reinhart-Rogoff yaklaşımı, kriz sonrası sermayenin çıkarlarını gözeten ve emekçi sınıfları mahveden bir siyasal paradigmaya, yani kemer sıkma politikalarına meşruiyet kazandıran bir ‘bilimsel’ yaklaşım. Marksistler krizin olumsal bir vaka olmadığının, yani kapitalizme içkin bir gerçeklik olduğunun farkındadırlar. Aynı şekilde, kriz çözümünün de tarafsız ve teknik bir çözüm olmadığını, tersine, Negri’ye atıfla “temel sınıf ilişkilerinin şiddetli bir şekilde tekrardan ortaya konması” olduğunu da bilirler. Dolayısıyla da, vulger iktisat okullarının bilimsellik kisvesi altında bu kriz politikalarına meşruiyet kazandırmaya çalışması Marksistleri şaşırtmaz, ancak burjuva iktisadının sefaletini tekrardan gözler önüne serer ve anaakım iktisat paradigmalarının sorgulanması gerekliliğini tekrardan ortaya koyar. Önümüzdeki dönemde bunların olup olmayacağı konusunda kötümser olmak için çok fazla neden var. Bu skandalın mevcut iktisat politikalarını etkilemesini beklemek de çok iyimser bir yaklaşım olur. Skandalın ortaya çıkmasının ardından siyaset ve ekonomi çevrelerinden gelen ilk tepkiler de bunu doğruluyor. Bu mevcut iktisat politikalarını etkileyecek olan emekçi/ezilen sınıfların, yani %99’un vermekte olduğu/vereceği mücadeledir ve bu mücadele de öngörülemez, ucu açık bir mücadeledir. Biz yine de Gramsci’ye sığınıp ‘aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği’ diyelim ve yazıyı bu şekilde bitirelim.
Mehmet Erman Erol
York Üniversitesi (İngiltere)
Siyaset Bilimi Bölümü-Doktora